Koyun eti, bir leğende kendi yağı ile fırında 5 ilâ 7 saat arasında pişirilerek hazırlanıyor fırın kebabı.
11 Ekim 2021 Pazartesi
Hacı Şükrü - Konya
Koyun eti, bir leğende kendi yağı ile fırında 5 ilâ 7 saat arasında pişirilerek hazırlanıyor fırın kebabı.
23 Mart 2021 Salı
Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi...
Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi. Böyle demiş Halil Cibran. Ne kadar da doğru. Çok tâze bir yaprak dökümü vesîlesiyle bu sözün doğruluğu bir defa daha tebeyyün etti.
Otuzbeş yaşı "yolun yarısı" olarak belirtip kırkaltı yaşında terk-i diyar eden şâirin dediği gibi;
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Hayatının ortalarında tanımıştım onu. Aynı Bakanlıkta çalışıyorduk. Ortak bir zevkimizin olduğu söylenince tanışmıştık. Bu tanışıklığımız hep sürdü.
İlâhiyat fakültesinden terk idi. Arapça ve Farsça öğrenmenin zorluğundan bıraktığını söylerdi mektebi; bir yandan da Arapça öğrenmeye çalışarak. Bâzı Arapça kelîmelerin etimolojisinden, sözlük mânâlarından bahsetse de hiç öğrenemedi Arapça'yı.
Dine karşı alâkası nev-i şahsına münhasır idi. İslâma ne bir oryantalist gibi, ne de alelâde bir müslüman gibi bakardı; İslâm konusunda verilen hükümlere skeptik bir yaklaşımı vardı.
Hep bir kitap yazmak istedi. Yazamadı.
Hiç para-pul derdinde ve peşinde olmadı. Neredeyse bütün emekli maaşını hayvanlara, özellikle de çok sevdiği kedilere harcadı. Hayvan sevgisinin ve merhametinin şâhikası idi.
Evet, ölüm herşeyi değiştirdi. Ağacımızdan bir yaprak daha düştü. Gittikçe artıyor yalnızlığımız...
Rabbim merhametiyle muamele etsin.
12 Şubat 2021 Cuma
Vazgeçmeye senfoni
Yak artık gemilerini.
Bırak herşey burada kalsın, şu zamanda. Geçmiş zamanları ve o zamanların hüküm sürdüğü mekânları özleme. Bütün sonralar kahrolsun, yalnız şu an önemli de ya da carpe diem.
Çöz artık gönül kuşunu.
Bırak gitsin...
Olmadı işte, olamadı. Şâir "Sende, ben, imkansızlığı seviyorum" demiş ya, sen de böyle söyle ve bunu tembihle kalbine.
Hayır, imkânsızlığı da sevme, olurları çağır uzaklardan.
Hep öğüt verirler ya, dinle onları. Tutması zor olsa da dinle.
Sonra gönül sürgününü bitir ve sıradanlığın hüküm sürdüğü zamanlara gel amma zinhar giyme o libası.
Dönüp bakma ardına.
Kırılsın, dökülsün, yansın, bitsin.
Unut olmazları.
Parmak uçlarındaki ağrının ilacı olmadı mı yıllar! Zaman silmedi mi ruhundaki izleri!
Şimdi kendi taburcu raporunu yaz yıllardır beklemekten gevremiş o saman kağıda... Amma çocuk, gönlündeki çıbandan kork yalnızca ve onu kor demirle dağla ki şirpençe olmasın.
Sükuttan başka dostunun olmadığı beyan olunduğunda kalbine "Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân" de ve zebûn olduğunu da unut.
3 Şubat 2021 Çarşamba
Opus 1/C
Pembe, eflâtun ve mor renkli sislerle yer yer silinmiş Dersaadet hayâlleri üşüştü gecenin bir vakti içime.
Ve birden nîce âhu gözlü güzellerin nazârına mazhar olmuş ıhlamurların kokusunu hissettim sanki... Hepsinin ortasında nâzenin bir el ve hezar-his ve âteşin gözler vardı; yine içimi ısıtan...
Sonra söylenmemiş ve belki de hiç söylenemeyecek sözler döküldü bir avuç kor gibi rûhuma.
Sustum ve sustu, yıllar evvel olduğu gibi. Kafamdaki isfithamlar bir derece daha ziyade oldu. Sezai Karakoç'un dediği gibi "ya ben bulutları anlamıyorum ya bulutlar benden bir şey bekler"... Belki de fazlaca korkağım ya da fazlaca cesur.. Belki de fazlaca şüpheciyim ya da fazlaca vurdumduymaz... Belki de yanılmaların batağındayım ya da fazlaca anlamaz... Kafamda binbir soru... Yıllar yıllar önce yazdığım bir şiirimde demişdim ki "Menâif-i âmme için bana kat-ı zeban gerekdir." Susmalı mıyım ya da daha çok mu konuşmalıyım... Ben kimim, neredeyim, nereye varmak istiyorum... Yeni şiirler mi yazmalıyım kendime dâir yoksa şiir ikliminden müebbeden hicre mi mahkûm eylemeliyim kendimi... Bil(e)miyorum.
Ihlamur yaprakları sarardı da içimi hazan rengine boyadı.
Sustum ve sustu. Yıllar evvel olduğu gibi.
(Opus 1/C'nin sonu)
6 Ocak 2021 Çarşamba
Zaman yolculuğu
Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı...
Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır...
İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara...
Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara...
Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde.
Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine.
Sonra haylazlıklarınız ...
Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler.
Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar.
Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler...
Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da.
Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada.
Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz
de söylemeyemezsiniz...
Günler ve haftalar ve aylar ve yılların ipliğinden örülmüş kozalarda bulursunuz bir şeyleri; canlı amma mahpusdurlar.
Yeşillerin sarardığını, sarıların kirlendiğini, kırmızıların gülmediğini, beyazın masumiyetini yitirdiğini, zamanın gittikçe daha hızlı aktığını, "dur ey geçme zaman" esrikliğini bekleyen bir Mephisto olmadığını anlarsınız.
Zaman geçmiştir.. zamanlar geçmiştir. Küllerle dolu yangın yerinde taa derinlerinde külün, bir küçücük kor parçası...
Yakar bir yerlerinizi.
Hepsi o kadar...
Zaman denilen törpünün sâdece hücrelerinizi değil ruhunuzu da törpülediğini, içinizde yıllanmış kabuklar olduğunu anlarsınız. Mâzi ile hâlin biribinin yüzüne gülen iki hasım olduğunu da.
Geçmiş geçmiştir. Anlarsınız.
20 Aralık 2020 Pazar
Yaşanmamış
Şehrin pisliğinden koruyan ayakkaplarımı ve çoraplarımı çıkararak toprağın nemini ve serinliğini, çakılların ben buradayım diyen sivriliğini hissederek yalınayak yürüsem. Ve ayaklarım, ondan gelip ona gideceğimizin künhüne ermiş olarak toprakla hem-hâl olsa. Ellerimin değdiği toprağın temizliğine iman etse nefsim.
Bir ağaç gölgesinin serinliğinde erse içim huzura. Araba gürültülerinin, klâkson bağırtılarının, egzos zehrinin yerini ağustosböcekleri ve kuşların sesleri alsa.
Mâvi asumanın mor toprakla vuslata erdiği uzaklara kadar serâser gözümün önünde olsa tabiat.
Sonra yere sereserpe uzandığımda, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi hiç konuşmadan otlarla sohbet divânı kursam; ufalsam ufalsam ve o otların arasındaki muhayyel bir âlemde seyahat ederken uyku ikliminin teslim alan yağmurlarında yıkansam.
Dalların arasından sızan güneş ışıklarının gözkapaklarımda hâsıl etdiği allıkta hayal deryasına dalsam. Hafiflediğimin, uçabildiğimin, ışığa tahvil olduğumun düşünü seyreylesem. Bedenimde sükûnu hissetsem ve meskûn olsam o zamanda.
Ve o zamandan hiç dönmesem.
Bana yok deseler ben vâr olduğumda...
13 Ekim 2020 Salı
Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı
Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm.
Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı.
Alın sanal ortamları, anlık haberleşme programlarını... her an her yerde her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her anımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyor.
Ama gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Gerçek ortaya çıktığında aklınızla dalga geçildiğini, zekânıza hakaret edildiğini anlayabiliyorsunuz.
Mario Puzo'nun aynı adlı romanından sinemeye aktarılan The Godfather (Baba) filminden bir sahne geliyor aklıma.
Baba Don Corleone'nin büyük oğlu Sony, damadı Carlo'nun yardakçılığı ile pusuya düşürülerek öldürülür. Don Corleone'nin küçük oğlu Michael, babası öldükten sonra önce bütün mafia ailelerinin babalarını öldürtür. Sonra da eniştesi Carlo'yu sigaya çeker. Aşağıda görüntüleri bulunan bu sahnede Michael der ki Carlo'ya "Only do not tell me you're innocent. because it insults my intelligence that makes me very angry.". Yâni "Sâdece bana mâsum olduğunu söyleme; çünkü bu benim zekâma hakaret etmektir ve bu beni çok kızdırır"
Carlo, Michael'ın zekasına hakâret etmeyi göze alamaz ve ölüme gider.
21 Eylül 2020 Pazartesi
Opus 1/B
Bilinmezlerimle son akşam yemeğinde içimin kuytusundaydım; alacakaranlıkta.
Biliyordum kimin ihanet edeceğini vefaya. İnanmayan kimdi âyandı.Ekmek ve şarap yerine sükut ve teslimiyet vardı ve mukadderi bilerek sustuk.
Sonra kuşlar vardı, zifiri siyaha kesmiş alıcı kuşlar... Gölgesi olmayan boşluk gibiydiler.
Bir sızı vardı derinlerde, nefessiz kalmış çığlık gibi pürtelaş. Göğüs kafesini zorlayan bir sızı.
Zaman bin yılın yolcusu olarak geçiyordu kapıdan, ayak seslerinden bildim; çağırıyordu... Sonra renkler soluyordu külrengi bir hastalığın pençesinde ve hep birlikte yükseliyordu ateşimiz.
İçimdeki seslerin uyku zamanıydı vardığım yer.
Batıyordum kâinatın mekansızlığına ve yok oluyordum...
Renkler... sesler... hepsi uykuya varmıştı.
Yok olmuştum.
Yok...
11 Eylül 2020 Cuma
Opus 1/A
Eli gitmekle kalmak arasında, tereddüt ve yasak arasında titriyordu.
Ona doğru gitmeyi istediğinde kulaklarında bir tufanın seli uğulduyordu.
Yasağın hükümdarlığında kalmak kararı aldığında ilkkışın yağmuru boşanıyordu içine, ayakları ıslak, elleri buz gibi bir saçak dibi öksüzü oluyordu.
İçinin uçsuz bucaksız steplerinde korunaksız ve çâresiz bir av gibi şaşkın oluyordu.
Velhâsıl karnında bir burgaç,
(1/a'nın sonu)
24 Temmuz 2020 Cuma
Sana şiirler yazarken öleceğim
sana hayat getirecek şiirler yazacağım
6 Temmuz 2020 Pazartesi
Af için sözler
22 Haziran 2020 Pazartesi
Aydın, münevver, entelektüel
Arapça nwr kökünden gelen munawwar'ın منوّر "aydınlık, ışıklı" sözcüğünden alıntı olduğu, kelîmenin, Arapça nawwara نَوَّرَ "aydınlattı" fiilinin mufaˁˁal vezninde (II) edilgen fiil sıfatı olduğu belirtilmektedir.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü üzere mefhumları tümdengelimle açıklamaya çalıştığımızda yanlışlıklar denizinde boğulmayı peşinen kabûl etmiş oluyoruz.
Meraklısına notlar
(*) Tanzimat kafası, biçimi öze tercih eden, her kötülüğün kaynağını bizde, her "iyi"liğin kaynağını batıda kabûl eden bir cehl-i mikablık hâlidir ki en tiyatral hâlini R. N. Güntekin'in Çalıkuşu romanındaki maarif müdürü tarif etmektedir.
Cehl-i mikab konusunda "Cehalet" başlıklı yazımı okuyabilirsiniz.
Kaynaklar:
- TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
- DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
- Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/
20 Haziran 2020 Cumartesi
Zaman bizden aldı bütün sırrını
Zaman bizden aldı bütün sırrını ..
Demek zaman bizden aldı bütün sırrını...
20 Mayıs 2020 Çarşamba
Çıkılmamış yolların nihâyeti
18 Mayıs 2020 Pazartesi
Temenniler - Üç
22 Nisan 2020 Çarşamba
Bir küçük beyaz martının serencâmı
ölüdeniz girdaplarının yorgunu
bir geç vakitde denize pek uzak bir kurak vâdide bir küçük martı ile tesadüf etdi geceleyin.. incecik bir daldan damlayacak yağmur damlası gibi ürkekdi martıcık; öylece durdular.. martı, elbisesi tereddüdden bir dikkatle süzüyordu adamı..
kelâmdan başka herşey sükûndu gecenin içinde ve hayâllerden başka; ölüm ânına saklanan hayâllerden..
gece sükûndu.. zifiri sükûn..
***
yorgun yollar her gece o ıssız ve kurak vâdiyi kervansaray eyledi sessizce ve isteyerek ve merakla ve o küçük martıyı görmek umudu ile... martı her gece geldi o ıssız ve kurak vâdiye ve her geçen gün anladı ki bulunduğu daldan kopmakdan korkmuyordu..
ürkekdi martıcık hâlâ, yorgun adama güvenir gibi olsa da..
zamanla adam, martının beyazrengini de gördü gecenin içinde..
sükûn gecelerinin kısa süren serencâmı ve küçük beyaz martının serencamının hikâyesidir bu..
Cihet-i târif
Kalamış'ta akşamın gölgesi
Salacak'da kızkulesinin ışıkları,
Mısırçarşısı'nda safran,
Süleymaniye'de sükûn,
ve Sultanahmet'de hayat gibiydi beyaz martı..
Arz-ı hâl ü hakikat
adam, o vâdideki tereddüd ile bilinmezin hemhâl olduğu bir gece martıya bakıp geç geleceklerin senedi olsun diye demişdi ki:
"Orası bir şairin yalnız gezegenidir, orada sırça köşkler vardır, kolay incinen şeyler..
Beni kıran şeyler yapmayın.. yoksa çok acı çekiyorum o kırılmalardan
beni "sıradanlık" kırar...
beni "vefasızlık" kırar...
beni "şüphe" kırar…
bir gün uçabilirsiniz, gidebilirsiniz...
beyaz bir martı olup
ufukta kaybolabilir
engin denizlere açılıp
gidebilirsiniz...
hüzünle bakarım arkanızdan
amma ses etmem
ve bir gün
beyaz martıyı hiç göremeyebilirim havada
içimde bir dal kırılır
amma yine ses etmem
kader derim
mukadderat
olması gerekendi derim
olan
oldu
ve bir daha o beyaz martının kanat seslerini hiç
duyamayabilirim
ve dayanırım buna
tahammül mülkü yanar amma
yine de tahammül kalır
yeter ki içimdeki sırça sarayı bilerek yıkmayın...."
Firâke prelüd
“Geç-baharlar ve zamansız İstanbul hayâllerinden
yapılmış bir mâvi kağıda
varlığını resmetdiğinde
bal rengi bir sonbahar ikindisine tahvil olur
zaman
alıp beni hükmüne..”
olacakdı İstanbul; siz İstanbul olduğunuzda ve ben İstanbul’da olduğumda ve bizim olduğunda İstanbul...
İstanbul Dersaatet'e tahvil olacakdı...
bin kerre bin kerre bin yağmur damlası ağırlığındaydı
İstabul’u Dersaadet yapmanın bedeli
taşıyamam dedi martıcık...
firkat başladı
ateşten bir kar yağışı ile..
Zamansız mektuplar
o ateşten kar altında mektuplar geldi...
kar zamanının vakanüvisi oldu adam ve kayıt düşdü
firkat mevsimine...
...
altı aralık
ilk mektubunu aldım bugün..
o yere gitmek hiç içinden gelmemiş
ne yazacağını da bilmiyormuş
"umarım iyisinizdir" diyordu..
değilim...
sekiz aralık
"merhaba umarım iyisinizdir"
demiş
haber vermek istemiş birşeyleri..
dokuz aralık
"her gün on defa posta yolu gözlüyorum" demiş..
başkaları da vardır posta yolu gözleyen on kerre on defa..
onbeş aralık
bugün mektup yok
ve bugüne kadar..
yirmidört aralık
bugün de mektup yok
ve bugüne kadar
amma bugün o martıyı gördüm
bir dalda dinleniyordu
birkaç dakikalığına
ve sonra âniden uçup kayboldu..
***
mektupsuz geçen günler... haftalar... ay oldu..
hiç dinmedi o kar..
dört şubat
bugün adamın doğum günü..
mektup var postadan
hatır soruyor; "biliyorum belki yine cevap vermeyeceksiniz
amma yinede yeni bir güne merhaba" diyor....
***
hiç dinmedi kar..
İstanbul Dersaadet olmasa da...
8 Nisan 2020 Çarşamba
Temenniler - İki
Gelse artık... Yollar kısalsa, zaman aksa ve o gelince dursa yeniden...
Tüm bilinmezler bala bulansa ve yalnızın panzehiri olarak içimin arastasına demir atsa...
Gönül köşkümün başodasına kurulsa ve hiç konuşmadan baksa; âcizi eritene kadar; rûy-ı zemîn deseler bana...
Şart kipini hikâye zamanına tahvil etse...
Geldi diyemese de lâl olan dilim, gönül kuşum fısıldasa her zerreme "geldi" muştusunu...
Ve "gel" dese bana hiç konuşmadan; gel...
Gitsem...
varsam...
yok olsam...
***
AHVALİM
2 Nisan 2020 Perşembe
Şiir okumaya dâir
Size de olmaz mı bu? Bir şiiri her okuyuşunuzda aynı hisleri mi yaşarsınız? Bâzen bulunduğunuz zamandan ve mekandan ayrıldığınızı, kendinizi şiirin anlattığı zamanda ve mekânda bulduğunuzu hissetmediniz mi hiç? Eğer bu hiç vâki olmamışsa o zaman şiire şiir olarak yaklaşmıyorsunuz, tümdengelimci bir yaklaşımla "başkalarının ne söylediği filtresi" altında kelîmeler topluluğu okuyorsunuz demektir; oysa şiir okumak için zihnin tabula rasa olması gereklidir.
(*) Felix Mendelssohn Bartholdy, Mi Minör, Op. 64
25 Mart 2020 Çarşamba
Poetika
Evet, şiir hakkında konuşmaya geldi sıra.
"Şiir nedir?" sorusu pek kadim bir sorudur ve cevabı da bir o kadar muhtelif. Bu cevaplar içinde en ilginci Necip Fâzıl Kısakürek'in şu sözü olsa gerektir: "Arı bal yapar fakat balı izah edemez." Bir şair şiir yazar ama şiir nedir sorusuna cevap veremeyebilir; sanatçı ile eleştirmen farkı gibi. Eleştirmen sanatı bilir ama sanatçı değildir. Dilâver Cebeci ise "Şiir izâh edilmemeli, ona sâdece yaklaşılmalıdır." diyor.
Hülasa, bu soruya bir çok cevap verilebileceğini biliyorum; kişinin durduğu yere, hissedişine, kabûllerine ve daha birçok kritere göre şiire yüklenen mânâ değişecektir. Ben de kendi kabûllerime göre şiire bir mânâ yükleyeceğim elbette.
Çok uzun girizgâhlara, zemin hazırlamalara gerek duymadan; "ama"ların, "lâkin"lerin, "fakat"ların bataklığına saplanmadan dosdoğru söylemek istiyorum: Şiir duygu konservesidir.
Bir kimsenin çocukluk hâlini, bir hâdisenin oluş ânını bir fotografla tesbit eder, o hâli, o ânı -adeta- ölümsüzleştirebilirsiniz. Bir anlamda o fotografla bir hâlin, bir ânın konservesini yapar, o hâli ve o ânı sürgit görebilirsiniz.
Peki ya duygular?
Âteşin gözlerin sebep olduğu o bir anlık cezbeyi,
Ömrünüzün ilk yazındaki kırkikindi yağmurlarını,
Bir el temasının ruhunuzda meydana getirdiği yangını,
Sevdiğinizin tahtadan atla göçünün yüreğinizi dağladığı ânı,
İçinizde patlayan volkanları,
Velhâsıl binbir duyguyu resmedebilir misiniz?
İşte şiir bunu yapar. Yaşadığınız ânı, hissettiğiniz duyguyu zapteder, konservesini yapar; daha sonra tadabilesiniz diye.
Murathan Mungan şöyle yazıyor:
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de, aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat 16.00 diye yazmıştın ve 16.04'tü onu bulduğumda.
Bu dört dakikayı ancak böyle zaptedebilir, ancak böyle ölümsüz hâle getirebilirsiniz.
Hemen burada "duygularımızı düz yazı ile anlatmak da mümkün değil mi" sorusu da akla gelebilir ve böyle bir soru elhak doğrudur. Peki ama şiirle nesri farklılaştıran nedir? Fark, şiirdeki ses âhengidir; nitekim Dilaver Cebeci "Şiir sözdür, sestir âhenktir." diyor. İster aruzla, ister hece vezniyle yazılmış olsun ister serbest; ister kâfiyeli, redifli olsun ister olmasın her hâlde şiirde bir âhenk, bir iç melodi vardır ve o âhengi hissetmedikçe şiir okumuyor, şiir dinlemiyorsunuz demektir.
Şiirle nesir arasındaki bir diğer fark da, duyguyu donduran sözler bütünü olan şiirde olmazların mümkün hâle gelmesidir, duyguyu ifâde için kullanılabilmesidir. İsmet Özel'in şu mısralarında olduğu gibi:
çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
korkak dualarından cibinlikler kurarak
Esâsen, Cebeci'nin dediği gibi "Şiirde dil mantığından başka aklîlik aranmamalıdır."
---
Meraklısına notlar:
1) Dilaver Cebeci'den yapılan alıntılar şâirin Sitare isimli Kitabından yapılmıştır.
2) Murathan Mungan'dan yapılan alıntılar şâirin Yaz Geçer isimli kitabındaki "Yalnız Bir Opera" şiirinden yapılmıştır.
3) İsmet Özel'den yapılan alıntılar şâirin Erbain isimli şiir kitabındaki "Amentü" şiirinden yapılmıştır.
9 Mart 2020 Pazartesi
"Yanılgı"lar - Efendi
Peki efendi sıfatı ikinci derecede önemli veya önemsiz şahıslar için mi kullanılmalıdır? Kim beydir kim efendi? Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da "toplumsal cehaletimiz" sırıtmaktadır. Türkçe etimoloji lügâtında efendi kelîmesinin orta Yunancadaki "avtentis"ten geldiği ve "Şahıs isminden veya meslek unvanından sonra tahsilli kimse, memur, şehirli için kullanılan anma ve hitap şekli" olduğu belirtilmektedir. (Tietze, 690)
SAMİ, Şemseddin, Kâmus-ı Türkî, 7b. Çağrı Yayınları, 1996, İstanbul.
TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
[ Ahmed Vefik Paşa, Lehce-ı Osmanî, 1876]
7 Ocak 2020 Salı
Gözlerde yağmur bulutları olmalı
Biz ne zaman bu duruma düştük? Nasıl olup da değerlerimizi önemsiz saydık, yok farzettik, unuttuk.. Merhamet, sevgi, saygı, yardım, iyilik, nezaket, nezahet, irfan ne zaman el oldular bize...
Kuş evleri yapan bir anlayıştan hayvanları insanlık dışı bir şekilde işkenceyle öldürüp bunun görüntülerini "sosyal medya" denilen çöplükte paylaşmak bataklığına nasıl geldik..
Katolik zulmünden kaçan Musevilere kucak açmak derecesinden, ölüm korkusundan ülkemize sığınan müslümanları kovmaktan bahseden derekeye nasıl düştük..
Aşk gibi bütün çirkinliklerden âzade bir kelimeyi, "magazin ünlüleri"nin gayrı-meşru münasebetlerini meşru gösterebilmek için "aşk yapmak" olarak vasıflandırmak hamakatına nasıl düştük...
Cehaletinden utanmadığı gibi gülerek karşılayan bir nesli nasıl eğittik...
İhtiyar birisi yanında ayakta zor dururken yayılarak oturan gençliği nasıl mankurtlaştırdık...
Nasıl, nasıl bu hâle geldik?
Ölüme, zulme, adaletsizliğe, ahlâksızlığa karşı bu kadar vurdumduymaz olmayı nasıl "başardık"!
Hayır, bu gidiş iyi bir gidiş değil. Bu hâl, hâl değil.
Bir güzel söz, bir sıcak sevgi buğusu içini titretmeli. Gözlerinde yağmur bulutları olmalı "insan"ın.
Eğer o bulutlar sizin diyara hiç uğramıyorsa ruhsuz bir şey gibi yok oluşu beklemekten başka bir şey kalmamıştır sizin için; ölüm bile.
2 Ocak 2020 Perşembe
Eski Ankara
Geneli için bu benzetmeleri yaptıktan sonra Karaosmanoğlu şehrin sokakları için: "suyu çekilmiş bir sel yatağı gibi kuru ve ıssız duran"; binalarının duvarları için "insana her dakika fukaralığı, sefaleti, aczi söyleyen, kâh bir uyuz deve sırtı insanın üstüne yürür gibi olan; kâh, taş kesilmiş bir kâbus gibi kafaya, en ağır, en feci, en sıkıntılı rüyaları yığan çamurdan perde" ve Ankaralılar için de "bu kerpiç duvarlar arasında bir örümcek gibi yaşayanlar" benzetmesinde bulunmaktadır.
Eski Ankara'nın "akropolis"i Kale değil, Kalenin kuzey batısında yer alan ve şimdi Hacıbayram Camii'nin olduğu yüksekçe yerdir. Nitekim burada Frig döneminde tanrı Men adına yapılmış bir tapınak olduğu, Galat döneminde de burasının kutsal bir tapınak olarak kullanıldığı ve Roma döneminde buraya Augustus Mâbedinin yapıldığını biliyoruz.
Ancak Ankara, -pek çok eski şehirde olduğu gibi- Kalenin etrafında kurulup hayat bulmuştur. Nitekim, Ankara Kalesinin etrafında pek çok han vardır ki bunların bir kısmı bugün dahi varlığını sürdürmektedir. (Bu konuda https://bildirir.blogspot.com/2019/06/ankarada-hanlar-bolgesi.html adresinde geniş bilgi bulabilirsiniz.)
En dışta kalan sur artık yoktur ve bu surun kabaca Dışkapı'dan Ulus'a doğru gelen Çankırı Caddesi, Opera meydanının kuzeyi, Denizciler Caddesi, Yahudi Mahallesi, oradan Hacettepe, Hamamönü ile kale eteklerini ihata ettiğini söylemek yanlış olmasa gerektir. Suluhan civarına taht-el-kale (kalenin altı) kelîmesinden bozulmuş olarak Tahtakale denilmesi burasının Kale'ye göre coğrafi konumundan dolayıdır.
Zaman içinde Kale eteklerindeki yerleşim genişlemeye başlar. Ancak, Cumhuriyet öncesi tren yolunun güneyinde bağ evleri hâriç bir yerleşim yoktur. Nitekim burada "kurulan" şehre Yenişehir denilmesinin sebebi de budur.
Eski Ankara ne kadar güzeldi ya da değildi, bugün bunun önemi yok. Ama yazılanlara bakıldığında, bağı-bahçesi, ağaçları ve suları, meyvesi çokça bir yerleşim yeri imiş. Bugün Ankara'nın ekolojik ağaçları ya bina yapmak için kesilerek ya da "iğne yapraklı ağaç" merakımızdan dolayı yok edilmiştir.
29 Aralık 2019 Pazar
"Yanılgı"lar - Nâzım Hikmet
Mâvi Liman
Ne denilebilir ki...
---
(1) https://bianet.org/biamag/kultur/135379-sair-in-cinarli-kubbeli-mavi-limani
(2) https://www.nazimhikmet.org.tr/nazim-hikmet/davalari/
(3) 10.01.2009 tarihli ve 27106 sayılı Resmî Gazete
https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2009/01/20090110-5.htm
13 Aralık 2019 Cuma
"Yanılgı"lar - Medeniyet ve çağdaşlık
1) Medeniyet, Arapça "medine" kökünden gelir; medine ise "şehir" demektir. Bu duruma göre medeniyet "şehirlilik", medenî ise "şehirli" demektir. (Devellioğlu, s.598, 599)
2) Şimdilerde medeniyet karşılığı olarak "uygarlık", medenî karşılığı olarak da "uygar" kelîmesi kullanılmaktadır. Nişanyan, uygar kelîmesinin, "Bir Türk kavmi olan Uygur adından serbest çağrışım yoluyla türetilmiş" olduğunu, 1934 yılında "uygur" olarak, 1942 yılında ise "uygar" olarak kullanımını tesbit eder.
3) İngilizcedeki civilisation kelîmesi Türkçe'ye medeniyet, uygarlık olarak çevrilmekte olup, 16 ncı yüzyıl Fransızcasında "civilisé" kelimesinden, bu kelîmenin ise Lâtince "civilis" kelîmesinden geldiği, "civil" kelîmesinin "civis" (vatandaş) ve "civitas (şehir) kelîmeleriyle ilişkili olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Her üç hâlde de medeniyet, uygarlık ve -Türkçe'de bâzılarının kullandığı şekliyle- sivilizasyon şehir kökünden gelmekte olup; esas itibarıyla göçebelikten çıkarak bir şehirde ikameti göstermektedir. Şüphesiz şehir hayatı göçebe bir hayat şekline göre belli kuralları, bu kurallara uymayı gerekli kılmakla birlikte her hâlde bir "iyiliği", bir "erdemi" velhâsıl bir üstünlüğü işâret etmez. Buna rağmen günümüzde uygar ve medenî kelîmeleri köklerinden ve müesseselerinden uzaklaştırılmış bir şekilde bir üstünlüğü mündemişmişçesine kullanılmaktadır.
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Nitekim, 20 nci yüzyılda çıkan ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bütün savaşları "şehirli"ler yâni medenîler yâni uygarlar çıkarmışlardır.
4) Çağdaş kelîmesine gelince: "Çağ" köküne "daş" yapım ekinin ilâvesiyle "muasır" yerine 1935 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde ilk defa kullanıldığını yine Nişanyan yazmaktadır. Bilindiği üzere "muasır" kelîmesi Arapça "asr" (yüzyıl) kökünden gelmektedir ve aynı asırda yaşayanları ifâde etmektedir. Dolayısıyla, çağdaş kelîmesi özünde "aynı çağda yaşayan" mânâsına gelmektedir ve bu kelîmenin de üstünlük ifâde eden bir yönü yoktur. Tıpkı meslekdaş gibi, tıpkı karındaş gibi. Bu kelîme de zaman içinde özünden saptırılmış ve önce "modern" anlamında kullanılmış, daha sonra ise üstenci bir ifade biçimi olmuştur.
Şimdi "Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...." ezikliğine ve "Çağdaş Türkiye bu" haykırışına gelebiliriz.
Avrupa Birliği'ni meydana getiren devletlerin vatandaşlarının medenî oldukları, şehirlerde yaşadıkları açık olmakla birlikte, burada kasdedilen bu yakarış, Avrupa Birliğini sanatla özdeşleştiren, üstün gören, bizi (Türkiye'yi) bu yapıya almaları için yalvaran bir ruh hâlini ifâde ediyor. Daha da önemlisi batı müziğini "çağdaşlık" yaftasıyla ululayan, dolayısıyla bizim müziğimizi aşağı gören bir anlayış var. Aynı şekilde çoksesli müzik çağdaş, dolayısıyla iyi, güzel ilâahır ululama sıfalarını hak ederken tek sesli müzik çağdışı görülmektedir.
Çağdaşlık kavramı, asıl mânâsından çıkarılıp "modern" paralelinde kullanılmaya başladığından beri iyi hususiyetleri ifâde etmek üzere kullanılmaya başlanılmışsa da, modern olarak vasıflandırılan şeylerin artık eskisi kadar "iyi" olmadığı da söylenmektedir bugün. Modernitenin insan ve aile üzerine etkileri düşünüldüğünde, pek de masum ve arzulanacak bir vasıf olmadığını söylemek zor olmasa gerektir. Bu o kadar öyledir ki, henüz 1936 yılında Charlie Chaplin'in "Modern Times" (Modern Zamanlar) filminde insanın makinalaşması ekseninde bir modernizm tenkidi yapılmıştır.
Diğer taraftan, tek seslilik ve çok seslilik müziğin farklı icra şekillerinden öteye bir şey ifade etmemektedir. Bir müzik eserinin tek sesli veya çok sesli olması o eserden alınan zevke doğrudan etki eden bir husus da değildir. Nitekim, J. S. Bach'ın Toccata'sının tek sesli icrâsı nasıl düşünülemez ise, Itrî'nin Tuti-i Mûcize-i Guyem'inin çok sesli icrası da düşünülemez. İnsanları tek bir zevke, tek bir renge, tek bir kalıba zorlamak makinalaşmak, insanî hasletlerden, zevklerden vazgeçmek demektir.
Hülasa, çok sesli müzik çağdaşlığın bir işareti, bir şartı, bir sebebi ve sonucu olamaz. Olayları, müessesleri, insanları değerlendirirken basmakalıp önkabûllerle davranmak akılla izah edilebilir bir tutum olmasa gerektir. Kelîmeleri, mefhumları yerli yerinde, bilerek kullanmak "medenî" insanın uyması gereken en temel kural olmalıdır.
---
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/
9 Aralık 2019 Pazartesi
Kış başlarken
Neler geliyor aklıma hazan denildiğinde bir bilseniz...
Çocukluğum geliyor mesela.
Sarının binbir tonunun kahverengiye ve toprak rengine yolculuğu geliyor.
Sıcacık bir soba başında geçirilecek zamanlara hazırlanmak geliyor.
Ayvaların serhoş edici kokuları geliyor.
İncecik yağan yağmurda babamın ceketinin altına beni saklaması geliyor.
Sonra çocukluktan gençliğe geçiş zamanlarımın bana hazanla hüznü sevdirmesi geliyor aklıma. Gurbetle ilk aşkın yakıcı vâdisindeki yağmurlara iptilam geliyor.
Kurtuluş Parkının sonbahar elbiseli hâli geliyor.
Nihâyet hayatımın sonbaharında kendimi kandırışlarım geliyor.
Bunlar bir film şeridi gibi geçerken içimden, uzaklardan acemkürdî bir vazgeçiş şarkısı çalınıyor kulağıma.
Farzet bir rüyaydı, uyandım bitti
Farzet bir hayaldi kayboldu gitti
Farzet gözlerim bir oyun etti
İki gözüm seni görmedi farzet. (*)
Gençlik yıllarımda, o sonbaharına yaklaşırken tanıdığım rahmetli Necdet Tokatlıoğlu geliyor aklıma. Son olarak İstanbul'a giden bir uçakta yaptığımız kısacık sohbet geliyor. Sonra zemherinin mechul ülkesine göçü merhumun.
Anlıyorum ki her vazgeçişin bir şarkısı olmuyor.
Kasım biterken hazanın sona erdiğini bilmek gerek. Bâzen bir ara veriş bitişin ihtarnamesini getirir. Belki de ara verişlerden mülhemdir aralık ay'ının ismi.
Aralık gelince hazan biter ve hazanla birlikte kimi umutlar, kimi bekleyişler... Gerçek ruhunuzu ısıran bir soğuk olur da hakikatlerin içtimasında arzı endam eder.
Kış başlıyordur, anlarsınız.
---
(*) Güftesi Ali Tekintüre'ye, bestesi Necdet Tokatlıoğlu'na ait acemkürdî makamında şarkı.
29 Kasım 2019 Cuma
Kitap: Atatürk'ün Mimarının Anıları - Genç Türkiye İnşa Edilirken
Bir anı kitabının, yaşanan ve görülenleri ve bunlara dair izlenimleri aktarması gerekli iken Egli yaşamadığı, görmediği olaylara dâir fikirlerini de yazmıştır. Gerçekten Egli, "Türkler geçmişte Ermenilerle yaşanan kanlı çatışmalardan sonra Anadolu'da Ermenilerden geriye kalanları imha etmeye girişmişlerdir." (s.272) diyerek temelsiz bir bühtanda bulunmaktan çekinmediği gibi, Türkiye Cumhuriyetinin Millî Eğitim Bakanlığını, -Almanya'dan kaçan bilim insanlarından bahisle- "... bu insanlardan çoğunun içinde bulunduğu güç durumdan faydalanmaktan çekinmedi" (s.59) diye suçlamaktan da çekinmez. Millî Eğitim Bakanlığı'nı yabancı uzmanların güç durumlarından faydalanmakla suçlayan Egli için Türkiye'de çalışmak o kadar kârlıdır ki 10 metre uzunluğunda, 45 metrekare yelkeni, kaptan kabini ve üç yataklı kamaralı bir tekne alabilmiştir. (s.62) Egli bu "tekne"sini Dolmabahçe Sarayı'nın "özel limanında" güvenle muhafaza ettiğini belirtmektedir.
Egli anılarında, -Atatürk'ün Ankara'da bir semti kasden yaktırdığını iddia etmek (s.141) gibi- haksız ithamlarda bulunmak yanında pek çok yanlış bilgiye de yer vermiştir. Öyle ki, Kitapta 18 adet dipnot Egli'nin yanlışlarını düzeltmeye ayrılmıştır.(4) Bir mimar olarak yaptığı hataların en fâhişi Tac Mahal hakkındadır. Babür Şah'ın karısı Mümtaz Mahal için inşa ettirdiği ve Hindistan'ın Agra şehrinde yer alan Tac Mahal için Egli'nin verdiği bilgiler tümüyle yanlıştır: Binanın, Lahor'da yer aldığı ve Bibi Hatun için yapıldığını yazan Egli (s. 274) Erzurum'daki Yakutiye Medresesi için de "Moğol Camii" der. (s.277)
Kitapta, kendi yaptığı binalar için abartılı övgüler düzer Egli. Ankara'da Sıhhiye'deki İsmet Paşa Kız Enstitüsü için "Bu bina uzun süre Ankara'nın en güzel binası olarak kabul edildi, bütün dünyada hakkında yayınlar yapıldı ve beğenildi." (s.36) Ankara Kız Lisesi için "hem okul olarak hem mimari yapı olarak bu bina da çok beğenildi" (s.38) Fuat Bulca evi için "yaptığım planı herkes beğendi" (s.40) demektedir.
Türkiye'ye ikinci defa bir BM "teknokratı" olarak gelen Egli, Kitapta yerli - yersiz pek çok defa politik beyanlarda bulunur, pek çok yerde bir "sömürge vâlisi" edasıyla, üstenci bir eda ile -adeta- bizleri azarlar, yer yer de biz "cahil Türklere" dersler verir:
(2) Şu an Gazi Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılan yapı.
(3) Nitekim, 1927 ilâ 1940 arasındaki 13 yıllık hâtıraları 129 sayfa tutarken, (s.3 - s.131) 1953 ilâ 1955 arasındaki 2 yıla ait hatıraları 164 sayfa tutmaktadır. (s.135 - s.299) Bu fark, 1953-1955 yılına ait hatıralarda yerli yersiz pek çok değerlendirmede bulunmasından kaynaklanmaktadır.
(4) Bu dipnotlar şunlardır: 1, 5, 6, 17, 18, 23, 39, 45, 53, 58, 60, 62, 65, 66, 67, 68, 71 ve 72. dipnotlar.
1 Kasım 2019 Cuma
İkigai
Hector Garcia ve Francesc Mirales tarafından kaleme alınan "IKIGAI Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı" isimli bir kitap var.
Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın, sofradan tam doymadan kalkın, boş duranı Allah da sevmez gibi prensipler olarak bizim kültürümüzde de mevcut olan bu kurallar, insanı ontolojisine âşina hâle getiriyor.
Bir kilinik psikolog olan Micaela Mihriban Özelsel, bizzat yaşadığı olaylardan yola çıkarak dua, inanış, kundalini, zikir gibi mefhum ve müessesleri inceliyor ve inanış ile hayat arasında, hareket ile genelde fizyoloji özelde endokrinoloji arasındaki bağları ilmî olarak ortaya koyuyordu.
Dolayısı ile uzak doğu kaynaklı hareketlerin sağlıkla ve inanışların hayatla ve mutlulukla ilgisi inkâr edilemez. Eğer kişi kendisini hayata bağlayan, mutlu eden meşguliyetini ikigaisi yapmışsa, buna inanmışsa bu inanmanın o kişiyi sâdece mutlu etmekle kalmayacağı, biyolojik seviyede olumlu sonuçlar da doğuracağı bir sır değildir.
Kebapçı Hacı Halit - Diyarbakır
Diyarbakır Ulu Camiini ziyaretim esnasında acıkınca, etraftaki birkaç esnafa yemek yiyebileceğim iyi bir esnaf lokantası sordum ve hepsind...
-
Bâzı anlar vardır ki gördüklerinizi başkaları da görsün, duyduklarınızı başkaları da duysun, tattıklarınızı başkaları da tatsın istersiniz....
-
Anadolu'dan geçen ticaret yolları üzerinde, kervanların emniyetle konaklayabilmeleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için...
-
Eskiler, cehâletin üç türünü târif etmişler: Cehl-i basit, cehl-i mürekkeb ve cehl-i mîkab. Bunlardan cehl-i basit, adından da anlaşılaca...
-
Benim de mezunları arasında bulunduğum Yenişehir Sağlık Koleji(*) mezunlarından bir kısmının katıldığı birkaç günlük bir gezi vesilesi ile M...
-
Sıhhiye'den Ulus'a giderken ve Ulus'da gezerken, bâzı binalar muhakkak dikkatinizi çekmiştir: Ankara Radyosunun binası ile Numu...
-
Târih içinde Ankara'nın Ankara Kalesi'nin eteklerinde var olduğu bilinmektedir. Kale eteklerinde şu an Altındağ Belediye binasın...
-
Yağmurlar Şâir Bahaettin Karakoç'un " Hani beklenmedik yağmurlar vardır, Ansızın bastırıp çabucak giden. " mısralarında ded...
-
Yaylı tanbur ile nihâvend bir taksim dinlerken, akşamüstü çınar yaprakları arasından gördüğüm lâciverd gökyüzü düştü aklıma gecenin bir vakt...
-
Mersin'e bağlı ve Türkiye'nin neredeyse en güneyinde yer alan, Akdenizin kenarındaki bu küçük ilçe ismiyle gayrı-müsemma bir yer; z...