Kayıtlar

Hâtıralar etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Ihlamur

Resim
Rahmetli dayımın evinde ıhlamur hiç noksan olmazdı. Hatta diyebilirim ki dayımın evine girdiğimde aldığım ilk koku ıhlamur kokusu olurdu. Sobanın üstündeki kalaylı bir bakır çaydanlıkta ıhlamur kaynar, büyükçe cam bardaklara dökülen ıhlamur suyunun rengi tıpkı yukarıdaki resimdeki gibi olurdu. Bu sudan bir bardak da bana doldurulup, içine "Turhal şekeri" de atılınca dünyalar benim olurdu. Esâsen iklim olarak ıhlamur ağcının büyümesi için elverişli olmasına rağmen ne köyümüzde, ne de çevre köylerde ve şehirde ıhlamur yetiştirilmediğinden olsa gerek, kokusuyla lâtif, suyunun tadıyla leziz bu aziz bitki çocuk dünyama oldukça egzotik gelirdi. Sanki masallardan çalınmış gibiydi... Çocukluğumun koklu hâfızasına sinmiş bu râyiha sebebiyle midir bilinmez, ıhlamuru pek bir severim. Ihlamur ağacıyla ilk resmî tanışmam yirmili yaşlarımda iken Yüksek İhtisas Hastanesi'nde çalışırken gerçekleşti. Bu Hastane Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin hemen doğusunda idi. Hastaneye gitmek için ...

Kış Başlarken

 Havaların iyice soğuduğu şu günlerde kışa dâir düşünceler dolaşıyor içimde.   Acaba kış sâdece bir mevsim midir yoksa başka başka kışlar da var mıdır düşüncesi meselâ...  Meselâ Murathan Mungan hoşnutsuzluğun ve ayrılığın kışını başlatır Yalnız Bir Opera şiirinde.  Bakın etrafınıza. Ağaçlar yapraksız, sâhiller ıssız... Bütün renkler ruhunu kaybederek boza bulanıyor. Mevsim olarak kış başladı mı başlayacak mı bilemiyorum. Amma biliyorum ki birşeyler yalnızlaşıyor ve içimizin kışı başlıyor. Sonbaharı ve kışı pek bir severdim henüz genç olduğum zamanlarda, onlara şiirler yazardım; onlarla dolu. Gerçi genç olduğum zamanların kışı da güzeldi; kar henüz kar gibiydi meselâ. Rengi apak, tertemizdi. Heryeri kaplayacak kadar bol yağardı ve bembeyaz bir örtüyle örterdi dünyâmızı.  Kartopu oynamak, kardan adam yapmak kışa mahsus renklerdi. Temiz karla karıştırılan pekmez târifi zor bir lezzet idi. Kış gündüzleri dinginliğin mücessem hâle geldiği zamanlardı. Kış gecele...

Yenişehir Sağlık Koleji - Gençlik Hâtıralarımdan

Resim
Ankara'da Sıhhiye Semtinde, Kurtuluş Parkı'nın batısındaki yolun adı Tuna Caddesi idi. Bu Caddenin üzerinde üç katlı, güney kanadı revaklı uzun bir binâ vardı. Kuzey kanadının güney kanadı ile birleştiği yerde üç kemerli bir girişi olan bu uzunca bina -o zamanki adıyla- Sağlık ve sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı yatılı bir okuldu: Yenişehir Sağlık Koleji. Yenişehir Sağlık Koleji binâsı Bu Okul pek çok açıdan ilkleri barındırırdı. Meselâ, Sağlık ve sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı olarak ilk açılan okul idi. Meselâ ilk kız-erkek karışık okul idi. Meselâ Sağlık Komiserleri Mektebi olarak taa 1946'da açılmıştı... Yenişehir Sağlık Koleji -lise dengi bir okul olmasına rağmen- önemliydi. O kadar ki, zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Okulu ziyâret etmişliği bile olmuş. Benim okuduğum yıllarda, her yılbaşı akşamı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Okulumuza gelir, bize kısa bir konuşma yapar, yeni yılımızı kutlar ve giderdi. Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY Yenişehir Sağlık K...

Bağbozumu - Çocukluk Hâtıralarımdan

Resim
Çocukluğuma ve ilk gençlik yıllarıma dair hâtıralar gittikçe daha çok canlanıyor zihnimde. Ya gençliğe duyulan hasretten ya da o zaman yaşadıklarımızın sâfiyetinden ve güzelliğinden. Her iki hâlde de o hâtıralar daha dün yaşanmış gibi canlı ve renkli; bunların arasında en renklilerinden birisi de bağbozumu. Bağbozumu denildiğinde anlaşılması gereken üzüm bağındaki üzümlerin hasadı ve işlenmesidir. Köyümüzde üzümler ağustos sonu-eylül başında hasat olgunluğuna erişirdi. Eylül başında, bin küsur metre râkımlı köyümüz geceleri hayli serin olmakla birlikte gündüzleri hâlâ sıcak olurdu. Bu yüzden hava iyice ısınmadan çalışmak üzere üzüm bağına oldukça erken gidilirdi. Bağa varıldığında ya güneş henüz doğuyor ya da biraz önce doğmuş, gecenin serinliğinde üzümler de iyice soğumuş olurdu. Bu yüzden bağa vardığımızda ilk işim köyümüzde "hattat" ya da "hatlat" -biraz daha kibarca çavuş üzümü- denilen üzümün çubuğuna koşmak olurdu. Bol sulu,  ince kabuklu, iri tâneli, olgunlaş...

Varolamayan Herşeye Dâir

Avuçlardan çıkan ırmaklar Humması, "Avuçlarından çıkan ırmaklar felâketimi söndürebilseydi" diyen satırlar yazarak  başladı ve senelerce sürdü. Sayhalar, sitemler, ilk baharlar ve ilk yazlar ve derken nice son baharlar gelip geçse de ruhundaki ateş fırtınası dinmedi. Bir yaz gecesi Nippur'un en yüksek zigguratına tırmanacaktı. Yüzüne bakamadan gördüğü kalem parmaklar İnanna-vâri  olacaktı; târifsiz... Zümrüt yeşili bir ışık her yanı kaplayıp herşeyi yıkayacak ve olmazı olur yapacaktı. Hâsılı vuslattan doğan bir vâroluş her yeri saracak ve işte o an yarım asırdır sorduğu "aşk var mı" sorusunun cevâbını bulacaktı. Kuruyan umman Böylece pek çok baharlar geçti. Sayhalar duyulmaz, sitemler umursanmaz, ilk baharlar farkedilmez,  son baharlar hissedilmez oldu. Gençliğin uzaklarda kaldığı bir gün onu gördü." Bak " deyince baktı ve korktu. Eskiden gördüğü umman  yoktu gözlerinin derinlerinde!  O, yüzünden anlamıştı bunu; " Evet, yok " dedi. Ve yıldızl...

Dönüşsüz Yolların Mecbûrî Yolcusu

Resim
Bizi oyalayan elma şekerlerinin câzibesinden kurtulup da kekre gerçeklerle yüzyüze gelince başlıyoruz kendimizle hasbihâle. Hakikat, üzerine resimler çizilmiş örtülerinden kurtuluyor ve olduğu gibi görünüyor. İşte o an anlıyoruz: Dönüşsüz yolların mecbûrî yolcusuyuz. Giderken yolun iki yanında gördüğümüz hiçbirşeye elimiz erişmiyor. Boyunun erişemeyeceği meyvelere imrenerek ve imkânsızlığı hissederek bakan çâresiz çocuklar gibiyiz. Yolda, yeşil vâdiler, mâvi göller ve parlak sarı-kızıl alevleri göklere yükselen yanardağlar görüyoruz; araları ise zifiri siyah. Ve bu yolda tek gece konaklanacak hanlar var. Giriş ve çıkışı ayrı ayrı olan, duvarları erişilmez yüksek. Her han bir öncekinden daha büyük, duvarları daha yüksek. Hanların ve yolda gördüğümüz vahaların isminin yazılı olduğu levhalar ancak geçtikten sonra okunacak şekilde dizilmiş. Hanlara inat her levha bir öncekinden daha küçük… Ve yolda gördüğümüz yeşiller gittikçe rengini kaybediyor.  Asuman maviliğini, çiçekler pembesini...

İtirafı müşkül bir seraba dair itiraflar

Vardılar. Vâr olmuş olmalılar. Vâr olmaları gerekiyordu. Fakat... İhtimâl iklimi şiirlerde değil yaşamanın içindeymiş... Yok'un aynadaki aksi imiş var; altmış yılın yekûnu da hayalât. Şu hayat denilen Tatar içkisinin bin kerre bin sahneli piyesinin son perdesinin zili çalıyor,  haydi seyre, ey hayâllerim ve seraplarım            -ki siz en vefâlı dostlarım oldunuz... Saman kağıda basılmış on kıtalı bir taşra ağıdının hüznünü yaşamak için ey hâzirun! Gelin ve dinleyin! Hayallerimi ve sükutlarını ve dibe çökmüş kurşun gibi acılara dokunun ruhunuzla. Kan kırmızı canfes perde açıldı, şimdi susmak zamanı. Son perdesi başladı yaşamak denilen şu oyunun. Şimdi hüzün zamanı... Var mıydılar? Var olmuş muydular? Var olmaları gerekiyor muydu?

Ne Güzel Hazanlarımız Vardı

 Yermeye kıyamadığımız hüzünlerimiz vardı; hazanlarda serpilen, içimizi titreten... Yağmur çiseltisi, toprak kokusu, bin renkli yapraklar... Elveda diyen meyvelerin bayıltan rayihası... Gittikçe kısalan günlerde bir şeyleri yetiştirmenin, bir yerlere yetişmenin telaşı... Uzak bir iklimden gelen soğukların akşamları hissedilen nefesi... Yağmurun vurduğu camların ardında içilen buğusu tüten çaylar... Nihaventden gelip hicazda eğleşen ve hüzzama doğru hicret eden şarkılar... Hâk ile yeksan olmak üzere dallarla vedalaşan altın renkli yapraklar... Gittikçe artan yalnızlıklar... Velhasıl Ne güzel hazanlarımız vardı, doya doya yaşayamadığımız...

Yağmurlardan sonra

" Yağmurlardan sonra büyürmüş başak " demişti ya Diriliş şâiri, yağmurlu bir yaz gecesinde, yağmur dinip de yıldızlar bulutların arasından  göz kırpmaya başladığında, içimize yağan yağmurlardan sonra neyin büyüdüğü sorusu bir mıh gibi çakılınca aklıma, ihtimaller uç vermeye başladı... Salkım söğütlerin iç gıcıklayıcı yaprak hışırtılarının sofra bezi olduğu gece yarısı sohbet sofraları... Kalbimin, aklımın önünde koştuğu delişmen zamanlar... Sonbahara delicesine vurgun olduğum hüzünbaz yaşlarım... Siyah beyaz Türk filmlerindeki yakıcı şarkıların kalbime kıymık gibi saplandığı yıllar... Sultanıyegâh sirtonun üçüncü hânesine geçemediğim geceler... Erken ikindi vakitlerindeki kalp çarpıntılarım... İhtimallerin peşinde dönüşü olmayan yollara sapmalarım... Kimi zaman bin sebepli kimi zaman sebepsiz bitişler... Kendimden kaçışlarım... Kalbimin derinlerinde uçmaya varmış keşkelerim... Gidip de dönülemeyecek uzaklar... Seslerin duyulamayacağı mesâfeler... İçi içine sığmayan mutlar... ...

Zaman yolculuğu

Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı... Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır... İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara... Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara... Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde. Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine. Sonra haylazlıklarınız ... Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler. Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar. Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler... Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da. Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada. Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz       ...

Kitap - Atatürk'ün Mimarının Anıları - Genç Türkiye İnşa Edilirken

     Avusturya'lı mimar Ernst Arnold Egli'nin hatıralarından Türkiye'ye dâir olanları Türkçe'ye tercüme edildikten sonra oldukça iddialı bir isimle "Atatürk'ün Mimarının Anıları" üst başlığı ile T. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Kitabın alt başlığı ise şöyle: "Genç Türkiye İnşa Edilirken (1927-1940, 1953-1955)" (1)      Bu Kitaba konu edilen Egli'nin Türkiye'ye dâir hatıralarının ontolojik sebebi, 1920'li yılların sonunda Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'ndan çok keskin bir vazgeçiştir. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın büyük mimarlarından Mimar Vedad Tek'in Ankara'dan -âdeta- "kaçmaya zorlanması"ndan sonra, Mimar Kemaleddin bir yandan Tek'in kalan işlerini toparlarken bir yandan da Gazi Muallim Mektebi'ni (2) inşâ ediyordu. Bu esnada Ankara'ya dâvet edilen Egli, Mustafa Kemal'le arasında şöyle bir konuşma geçtiğini belirtmektedir:      "Kemal Paşa bakışlarıyla b...

Yine hazan

Resim
Yine sonbahar geldi. Hangi sebeple bu mevsime son bahar denilmiştir bilemiyorum. Zira bahar  uyanışa açılan bir kapı iken sonbahar, uykuya varış ikliminin menzil hanı gibidir. Bu sebeple "hazan" kelîmesini pek bir sever, bu mevsimin ruhuna pek bir uygun bulurum. Hazan, hüznü de çağrıştırır... Sararan ve ağacını terk ederek toprakla bir olmak üzere yavaşça kendini boşluğa bırakan yapraklar, inceden yağan yağmurlar, kurumuş otların ve sararan yaprakların yağmurla ıslanarak yok oluş yolculuğuna çıkarken bıraktığı o buruk koku, bütün bir tabiatın sarı, turuncu ve kızıl duraklarından geçerek çıktığı yolculuğun ruhta bıraktığı vedâ hissi... Nasıl da alıp ruhunuzu hüzün diyarlarına götürür... Hazanla hüzün arasındaki ses benzerliği nasıl da tenasüplüdür. Bahis hazandan açılınca bir hâtıram geliyor aklıma. Yıllar önce Farsça kursunda iken dersimiz mevsimler idi. Muallime hanım bir yandan bize Farsça öğretirken bir yandan da kendisi bizlerden Türkçe öğreniyordu. Herkese en sevdiğ...

Nostalji

Nostalji kelîmesi için Büyük Türkçe Sözlük'de " Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik, gündedün " karşılığı veriliyor. Kaynaklarda kelîmenin kökünün eski Yunanca'daki nóstos (vatana dönme, sıla) ve  álgos ( acı ) kelîmelerinden geldiği belirtiliyor; dolayısıyla sıla hasreti, sıla hasretinden acı duyma hâlini anlatan bu iki kelîme Fransızca'da " nostalgie " olmuş ve Türkçe'ye bu okunuştan geçmiştir. Hemen hemen herkes geçmişe -az ya da çok- bir hasret duyar. Bu hasret, eski olanın iyi ve güzel oluşundan mı kaynaklanmaktadır acaba?  Yaşadığımız zamana göre geçmişte kalan olayları ve nesneleri vasıflandırırken, geçmiş mânâsında eski sıfatını kullanıyoruz. Dünya nüfusunun gittikçe arttığı, gittikçe daha çok, daha büyük, daha yüksek binalar yapıldığı, daha çok motorlu araç kullanılmaya başlandığı inkâr edilemez bir vakıadır; dolayısıyla nesnelerde bir karmaşıklaşma, çoğalma olması ...

İkindiye methiye

Resim
Yağmurlar Şâir Bahaettin Karakoç'un " Hani beklenmedik yağmurlar vardır, Ansızın bastırıp çabucak giden. " mısralarında dediği gibi, henüz hayâl kurabildiğim zamanların erken yaz ikindilerinde yağmurlar yağardı ve o yağmurlar içimizde damla damla biriken yorgunluğu silerdi. Yağmurla berâber hayat dururdu ve bitişiyle yeniden başlardı yunmuş sokaklarda. Kenger ve keven gülmese de, Ankara'nın kirli havasında rengini kaybetmeye doğru giden yeşiller gülerdi yağmurdan sonra. İçimde bir yer ve isimlendiremediğim bir his de gülerdi... Salkım söğütler Ankara'ya baharın gelmekte olduğunu, Kurtuluş Parkı'ndaki sarı çiçeklerin açmasından anlardım. Patlarcasına hepbirden ve yapraklardan önce açardı. Bahar gelince de erken yazın habercisi salkım söğütler tomurcuklanmaya başlardı. Yeşili, mâsumiyetten başka bir kelîmeyle tavsifi mümkün olmayan salkım söğütlerin tâze yaprakları, ikindi güneşinin altın ışıkları altında havuzun suyuyla cilveleşir, gizli bir lîsanl...