Hâtıralar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hâtıralar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2023 Çarşamba

İtirafı müşkül bir seraba dair itiraflar

Vardılar.

Vâr olmuş olmalılar.

Vâr olmaları gerekiyordu.

Fakat...

İhtimâl iklimi şiirlerde değil yaşamanın içindeymiş...

Yok'un aynadaki aksi imiş var; altmış yılın yekûnu da hayalât.

Şu hayat denilen Tatar içkisinin bin kerre bin sahneli piyesinin son perdesinin zili çalıyor, 

haydi seyre, ey hayâllerim ve seraplarım 

        -ki siz en vefâlı dostlarım oldunuz...

Saman kağıda basılmış on kıtalı bir taşra ağıdının hüznünü yaşamak için ey hâzirun!

Gelin ve dinleyin! Hayallerimi ve sükutlarını

ve dibe çökmüş kurşun gibi acılara dokunun ruhunuzla.

Kan kırmızı canfes perde açıldı, şimdi susmak zamanı.

Son perdesi başladı yaşamak denilen şu oyunun.

Şimdi hüzün zamanı...


Var mıydılar? Var olmuş muydular? Var olmaları gerekiyor muydu?

28 Şubat 2023 Salı

Ne Güzel Hazanlarımız Vardı

 Yermeye kıyamadığımız hüzünlerimiz vardı; hazanlarda serpilen, içimizi titreten...

Yağmur çiseltisi, toprak kokusu, bin renkli yapraklar...

Elveda diyen meyvelerin bayıltan rayihası...

Gittikçe kısalan günlerde bir şeyleri yetiştirmenin, bir yerlere yetişmenin telaşı...

Uzak bir iklimden gelen soğukların akşamları hissedilen nefesi...

Yağmurun vurduğu camların ardında içilen buğusu tüten çaylar...

Nihaventden gelip hicazda eğleşen ve hüzzama doğru hicret eden şarkılar...

Hâk ile yeksan olmak üzere dallarla vedalaşan altın renkli yapraklar...

Gittikçe artan yalnızlıklar...

Velhasıl

Ne güzel hazanlarımız vardı, doya doya yaşayamadığımız...




13 Temmuz 2022 Çarşamba

Yağmurlardan sonra

"Yağmurlardan sonra büyürmüş başak" demişti ya Diriliş şâiri, yağmurlu bir yaz gecesinde, yağmur dinip de yıldızlar bulutların arasından  göz kırpmaya başladığında, içimize yağan yağmurlardan sonra neyin büyüdüğü sorusu bir mıh gibi çakılınca aklıma, ihtimaller uç vermeye başladı...

Salkım söğütlerin iç gıcıklayıcı yaprak hışırtılarının sofra bezi olduğu gece yarısı sohbet sofraları...

Kalbimin, aklımın önünde koştuğu delişmen zamanlar...

Sonbahara delicesine vurgun olduğum hüzünbaz yaşlarım...

Siyah beyaz Türk filmlerindeki yakıcı şarkıların kalbime kıymık gibi saplandığı yıllar...

Sultanıyegâh sirtonun üçüncü hânesine geçemediğim geceler...

Erken ikindi vakitlerindeki kalp çarpıntılarım...

İhtimallerin peşinde dönüşü olmayan yollara sapmalarım...

Kimi zaman bin sebepli kimi zaman sebepsiz bitişler...

Kendimden kaçışlarım...

Kalbimin derinlerinde uçmaya varmış keşkelerim...

Gidip de dönülemeyecek uzaklar...

Seslerin duyulamayacağı mesâfeler...

İçi içine sığmayan mutlar...

Benzi sarartan hüzünler...

Ve hülâsası şiire tahvil olan yaşanmışlıklar...

Daha onlarca şey üşüştü aklıma.

Yağmur, içimizdeki yangın yerinin küllerini yıkadıkça açığa çıkan tahnit edilmiş hatıralar velhâsıl. Notalarına hasret kokuları sinmiş geçmiş zaman şarkıları mırıldanan hatıralar. Kimi milyonlarca ışık yılı mesâfedeki körsen bir yıldız kadar uzak, kimi kurşun geçirmez camekânlarda sergilenen elmaslar kadar değerli ve erişilmez... Hepsi de renkleri solmuş, dili lâl olmuş cennet kuşları gibi tünemişler zamanın dallarına.

İçimize bakan o gizli gözün feri de gittikçe azalıyor ve onlarla aramızdaki sis perdesi her geçen gün daha da kesif bir hâle geliyor; yağmurların boşa yağacağı bir menzile doğru giderken.

6 Ocak 2021 Çarşamba

Zaman yolculuğu

Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı...

Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır...

İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara...

Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara...

Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde.

Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine.

Sonra haylazlıklarınız ...

Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler.

Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar.

Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler...

Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da.

Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada.

Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz

                    de söylemeyemezsiniz...

Günler ve haftalar ve aylar ve yılların ipliğinden örülmüş kozalarda bulursunuz bir şeyleri; canlı amma mahpusdurlar.

Yeşillerin sarardığını, sarıların kirlendiğini, kırmızıların gülmediğini, beyazın masumiyetini yitirdiğini, zamanın gittikçe daha hızlı aktığını, "dur ey geçme zaman" esrikliğini bekleyen bir Mephisto olmadığını anlarsınız.

Zaman geçmiştir.. zamanlar geçmiştir. Küllerle dolu yangın yerinde taa derinlerinde külün, bir küçücük kor parçası... 

Yakar bir yerlerinizi.

Hepsi o kadar...

Zaman denilen törpünün sâdece hücrelerinizi değil ruhunuzu da törpülediğini, içinizde yıllanmış kabuklar olduğunu anlarsınız. Mâzi ile hâlin biribinin yüzüne gülen iki hasım olduğunu da.

Geçmiş geçmiştir. Anlarsınız.

29 Kasım 2019 Cuma

Kitap: Atatürk'ün Mimarının Anıları - Genç Türkiye İnşa Edilirken

     Avusturya'lı mimar Ernst Arnold Egli'nin hatıralarından Türkiye'ye dâir olanları Türkçe'ye tercüme edildikten sonra oldukça iddialı bir isimle "Atatürk'ün Mimarının Anıları" üst başlığı ile T. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Kitabın alt başlığı ise şöyle: "Genç Türkiye İnşa Edilirken (1927-1940, 1953-1955)" (1)
     Bu Kitaba konu edilen Egli'nin Türkiye'ye dâir hatıralarının ontolojik sebebi, 1920'li yılların sonunda Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'ndan çok keskin bir vazgeçiştir. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın büyük mimarlarından Mimar Vedad Tek'in Ankara'dan -âdeta- "kaçmaya zorlanması"ndan sonra, Mimar Kemaleddin bir yandan Tek'in kalan işlerini toparlarken bir yandan da Gazi Muallim Mektebi'ni (2) inşâ ediyordu. Bu esnada Ankara'ya dâvet edilen Egli, Mustafa Kemal'le arasında şöyle bir konuşma geçtiğini belirtmektedir:
     "Kemal Paşa bakışlarıyla beni süzdü, selamladı ve doğrudan konuya girerek bana şunları söyledi: "Profesör, size inşaatına yeni başlanmış olan öğretmen okulunu ve okulun planlarını gösterdiler. Gördükleriniz, modern bir öğretmen okulunu ifade edebiliyor mu?"
Kısa bir duraklamadan sonra cevap verdim: "Ekselans, Kemalettin'le beraber çalışırsak, bina modern bir okul olur." Bunun üzerine Kemal Paşa, "Size bunu sormadım," dedi. "Size şunu sordum: Şu anda gördüğünüz modern bir öğretmen okulu mu?" Bu durumda fikrimi açıkça söylemem gerekiyordu. Projenin modern bir okul olarak görülemeyeceğine hak verdim.
Kemal Paşa, bakana, Necati'ye dönerek, "Planları bir kenara bırakın. Okulu Prof. Egli'nin inşa etmesini istiyorum," dedi." (s. 5)
     Egli, Gazi muallim mektebi işini devraldıktan sonra yaptıklarını da şöyle belirtiyor: "... projenin ana hatlarına ve cephe görünüşüne dokunmadım. Esas itibariyle  koridorların ve sınıfların aşırı ölçüdeki boyutlarını küçülttüm ve inşaat maliyetinde önemli bir tasarruf sağladım." (s.8)
     Kitapta, Egli'nin yaptığı seyahatleri, gözlemleri oldukça yer tutuyor. Ancak tesbitleri kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Mesela, Ankara Erkek Lisesi için talebe yurdu yaparken saçaklar, sütunlu açık holler uyguladığını, birçok Türk arkadaşının yapıyı Türk usûlü bularak beğendiğini, ama kendisinin memnun olmadığını, bu şekilde Türkiye'ye ve ülke insanına yakışan modern ve anıtsal bir mimari tarzına ulaşacağından emin olamadığını (s.13) belirtirken, biraz sonra "Türk evlerinin yapısını çok beğeniyordum. Bu evlerin genel tasarımı ve yapı tarzı çok özel, mekân birleştirmeleri çok şaşırtıcıydı ve her bölümü anlam taşıyordu" (s.80) demektedir.
     Bir anı kitabının, yaşanan ve görülenleri  ve bunlara dair izlenimleri aktarması gerekli iken Egli yaşamadığı, görmediği olaylara dâir fikirlerini de yazmıştır. Gerçekten Egli, "Türkler geçmişte Ermenilerle yaşanan kanlı çatışmalardan sonra Anadolu'da Ermenilerden geriye kalanları imha etmeye girişmişlerdir." (s.272) diyerek temelsiz bir bühtanda bulunmaktan çekinmediği gibi, Türkiye Cumhuriyetinin Millî Eğitim Bakanlığını, -Almanya'dan kaçan bilim insanlarından bahisle- "... bu insanlardan çoğunun içinde bulunduğu güç durumdan faydalanmaktan çekinmedi" (s.59) diye suçlamaktan da çekinmez. Millî Eğitim Bakanlığı'nı yabancı uzmanların güç durumlarından faydalanmakla suçlayan Egli için Türkiye'de çalışmak o kadar kârlıdır ki 10 metre uzunluğunda, 45 metrekare yelkeni, kaptan kabini ve üç yataklı kamaralı bir tekne alabilmiştir. (s.62) Egli bu "tekne"sini Dolmabahçe Sarayı'nın "özel limanında" güvenle muhafaza ettiğini belirtmektedir.
      Egli anılarında, -Atatürk'ün Ankara'da bir semti kasden yaktırdığını iddia etmek (s.141) gibi- haksız ithamlarda bulunmak yanında  pek çok yanlış bilgiye de yer vermiştir. Öyle ki, Kitapta 18 adet dipnot Egli'nin yanlışlarını düzeltmeye ayrılmıştır.(4)  Bir mimar olarak yaptığı hataların en fâhişi Tac Mahal hakkındadır. Babür Şah'ın karısı Mümtaz Mahal için inşa ettirdiği ve Hindistan'ın Agra şehrinde yer alan Tac Mahal için Egli'nin verdiği bilgiler tümüyle yanlıştır: Binanın, Lahor'da yer aldığı ve Bibi Hatun için yapıldığını yazan Egli (s. 274) Erzurum'daki Yakutiye Medresesi için  de "Moğol Camii" der. (s.277)
    Egli olaylar ve tarihler bakımından da isabetsiz  bilgilere yer verir anılarında. Nitekim, Köy Ensitülerini  Adnan Menderes'in kapattığını söyledikten sonra, "Ama şundan hiç kuşkum yok ki eski mektep medrese konsepti yeniliğe, modernleşmeye yine karşı çıkmıştı." (s.245) demektedir. Çeviren, bu kadar önyargıya ve yanlışa dayanamamış olacak ki, şu dipnotu yazmak zorunda hissetmiş kendisini: "Köy Enstitüleri 1946 seçimlerinden sonra Günaltay başkanlığında kurulan CHP hükümeti döneminde, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından programları değiştirilip sıradan eğitim kurumları haline getirilerek fiilen ortadan kaldırılmış; DP döneminde bir süre daha bu şekilde eğitim verdikten sonra 1954'te resmen kapatılmışlardır (ç.n)." (s.245, 60 numaralı dipnot)
     Kitapta, kendi yaptığı binalar için abartılı övgüler düzer Egli. Ankara'da Sıhhiye'deki İsmet Paşa Kız Enstitüsü için "Bu bina uzun süre Ankara'nın en güzel binası olarak kabul edildi, bütün dünyada hakkında yayınlar yapıldı ve beğenildi." (s.36) Ankara Kız Lisesi için "hem okul olarak hem mimari yapı olarak bu bina da çok beğenildi" (s.38) Fuat Bulca evi için "yaptığım planı herkes beğendi" (s.40) demektedir.
     Türkiye'ye ikinci defa bir BM "teknokratı" olarak gelen Egli, Kitapta yerli -  yersiz pek çok defa politik beyanlarda bulunur, pek çok yerde bir "sömürge vâlisi" edasıyla, üstenci bir eda ile -adeta- bizleri azarlar, yer yer de biz "cahil Türklere" dersler verir:
"Erzurum'da bir üniversite kurulmasının, halen mevcut şartlara göre henüz erken olduğu fikrinden kendimi alamıyordum. Beni rahatsız eden ikinci konu ise, inşaatı sürmekte olan şeker fabrikasıyla ilgiliydi." (s.279)
"Politikacılar, dinciler vasıtasıyla ve vergi muafiyetiyle kazanmaya çalıştıkları seçmen kitlesini kullanıyorlardı. Halk herşeyi bilir, hiç hata yapmaz ve her şeye o karar verebilirmiş gibi davranarak, halk dalkavukluğu yapıyorlardı." (s.297)
"Demokrasi kitlelerin oy pusulasıyla ortaya çıkan, tartışılmaz, hatasız, tanrısal bir aydınlanmaydı sanki." (s.297)
     Demokrat Parti iktidarı süresince Türkiye'de 1953 ile 1955 arasında sâdece 2 yıl kalmış olan Egli genelleme yapmaktan, bilmediği konularda fikir beyan etmekten hatta suçlamaktan da geri kalmaz. Nitekim,  "Menderes'in darağacına gitmesinde kötü yönetiminin de payı olmuştu."  (s.279) ve "... ülkede daha sonra ihtilal oldu, büyük ölçüde bir temizlik hareketine girişildi ve birinci derecede suçlu olarak ilan edilen Başbakan Menderes idam edildi." (s.297) diyebilmiş olması bu hususu isbat etmektedir.(3)  
     Bir döneme ışık tutması ve Ernst Egli'nin anlaşılması için faydalı bir kitap olsa da, bu Kitabın "Atatürk'ün Mimarının Anıları" başlığını ne derece hakettiğini sizlere bırakıyorum.
       Benim fikrime gelince, Kitabın sonuna el yazımla şunları yazmışım:
"Mimarlık felsefesi kendisiyle çelişkili, kendisine itibar edilip el üstünde tutulduğunda yöneticileri ululayan, bu olmayınca kulaktan dolma bilgilerle hatta hisleriyle ve hatta garez ile kara çalabilen bir oportünist Egli.
"...
"Şehircilik tarihi yazan adam pek çok hatalı bilgi veriyor. Egli'nin derekesini öğretti bu kitap. 8 Aralık 2014. Saat 23:24 Ankara"
---
(1) EGLİ, A. Ernst, (çev. Güven Göktan Uçer) Genç Türkiye İnşa Edilirken, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, İstanbul.
(2) Şu an Gazi Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılan yapı.
(3) Nitekim, 1927 ilâ 1940 arasındaki 13 yıllık hâtıraları 129 sayfa tutarken, (s.3 - s.131) 1953 ilâ 1955 arasındaki 2 yıla ait hatıraları 164 sayfa tutmaktadır. (s.135 - s.299) Bu fark, 1953-1955 yılına ait hatıralarda yerli yersiz pek çok değerlendirmede bulunmasından kaynaklanmaktadır.
(4) Bu dipnotlar şunlardır: 1, 5, 6, 17, 18, 23, 39, 45, 53, 58, 60, 62, 65, 66, 67, 68, 71 ve 72. dipnotlar.



30 Ekim 2019 Çarşamba

Yine hazan

Yine sonbahar geldi. Hangi sebeple bu mevsime son bahar denilmiştir bilemiyorum. Zira bahar  uyanışa açılan bir kapı iken sonbahar, uykuya varış ikliminin menzil hanı gibidir. Bu sebeple "hazan" kelîmesini pek bir sever, bu mevsimin ruhuna pek bir uygun bulurum.
Hazan, hüznü de çağrıştırır... Sararan ve ağacını terk ederek toprakla bir olmak üzere yavaşça kendini boşluğa bırakan yapraklar, inceden yağan yağmurlar, kurumuş otların ve sararan yaprakların yağmurla ıslanarak yok oluş yolculuğuna çıkarken bıraktığı o buruk koku, bütün bir tabiatın sarı, turuncu ve kızıl duraklarından geçerek çıktığı yolculuğun ruhta bıraktığı vedâ hissi... Nasıl da alıp ruhunuzu hüzün diyarlarına götürür... Hazanla hüzün arasındaki ses benzerliği nasıl da tenasüplüdür.
Bahis hazandan açılınca bir hâtıram geliyor aklıma. Yıllar önce Farsça kursunda iken dersimiz mevsimler idi. Muallime hanım bir yandan bize Farsça öğretirken bir yandan da kendisi bizlerden Türkçe öğreniyordu. Herkese en sevdiği mevsimi soruyordu; sıra bana geldiğinde hiç tereddütsüz "hazan" demiştim. Muallime hanım sebebini sorduğunda Türkçe olarak "Hazan aşkın ve şiirin mevsimidir" deyince muallime "hadi bunu Farsça söyle" dediğinde "Aman efendim, ben bunu Farsça söyleyebilsem bu kursta ne işim var?" demiş; sonra da cümleyi Farsça söylemeyi başarmıştım: Hazan, fasl-ı şiir ü aşk est.
Evet, hazan hüznü, hüzün şiiri çağırıyor; hazan ve hüzün bir araya gelince de aşk ülkesinin sâhillerine yolculuk başlıyor. Sessizce yapılan, hüzünlü bir yolculuk bu. Aşkı arındıran ve ululayan bir yolculuk. Gösterişten uzak, kâle değil hâle müstenit bir aşka vâsıl olan. 
Hatıralar ve eskiler demişken, 1997 yılının Ocak ve mart ayları arasında yazdığım "Bulabildiğim kelîmelerin kifâyetsizliği mahvıma sebep. Gelmeyen akşamlar, bitmeyen geceler" serlevhalı bir şiirimde şöyle yazmışım:

Belki hiç bilemeyeceğiz sonrayı
geç zamanların hükmü herşeyi örtecek
belki bir daha hiç konuşmayacağız.. herşey nemli bir sonbahar günü çürümüş yaprak kokularının derinlerime işlediği bir sonbahar günü, hafif soğuktan ürpererek ıssız bir parkda dolaşdığım bir sonbahar günü kalbimden yüzüme akan bir acı tebessümün özü olarak, bir ömrün ebrûsu olarak kalacak..



Ömrümün kaçıncı hazanı bu, söylemeye dilim varmıyor. Amma her hazan bir öncekinden daha hüzünlü ve daha kıymetli benim için... 
Hoşgeldin hazan.

4 Temmuz 2019 Perşembe

Nostalji

Nostalji kelîmesi için Büyük Türkçe Sözlük'de "Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik, gündedün" karşılığı veriliyor.
Kaynaklarda kelîmenin kökünün eski Yunanca'daki nóstos (vatana dönme, sıla) ve  álgos ( acı ) kelîmelerinden geldiği belirtiliyor; dolayısıyla sıla hasreti, sıla hasretinden acı duyma hâlini anlatan bu iki kelîme Fransızca'da "nostalgie" olmuş ve Türkçe'ye bu okunuştan geçmiştir.
Hemen hemen herkes geçmişe -az ya da çok- bir hasret duyar. Bu hasret, eski olanın iyi ve güzel oluşundan mı kaynaklanmaktadır acaba? 
Yaşadığımız zamana göre geçmişte kalan olayları ve nesneleri vasıflandırırken, geçmiş mânâsında eski sıfatını kullanıyoruz. Dünya nüfusunun gittikçe arttığı, gittikçe daha çok, daha büyük, daha yüksek binalar yapıldığı, daha çok motorlu araç kullanılmaya başlandığı inkâr edilemez bir vakıadır; dolayısıyla nesnelerde bir karmaşıklaşma, çoğalma olması "gelişme"nin bir neticesidir. "Gelişme"nin neticesi olarak da gittikçe tabii alanlar ve ormanlar azalıyor, hayatımız daha gürültülü bir hâle geliyor, görmeye alıştığımız şeyler birer birer yok oluyor. Ve zaman geçtikçe de tanıdıklarımız ölüyor... Bütün bunların bir netîcesi olarak insanların eskiye hasret duymaları da tabii değil midir?
Peki ama sâdece bunlar mı geçmişe duyulan hasretin sebebi? Yoksa daha başka ve derinlerde saklı bir başka sebebi de var mı bu hasretin, bu arayışın? Gâliba var: Umursuz ve dertsiz ve acısız çocukluk günlerimiz... Neredeyse bütün bir dünyanın oyun ekseninde döndüğü, hiçbir maddî kaygımızın olmadığı -veya pek az olduğu- koşup zıplayabildiğimiz, çayırların üzerinde yuvarlanabildiğimiz, toza ve toprağa bulanmaktan korkmadığımız zamanlarımız yâni... Böyle "hedon" damgalı zamanlara ait renklerin, tadların ve kokuların daha sonraki hayatımızda oldukça belirleyici rollere sâhip olması da tabii değil midir? Bunu, kendi tecrübelerimden biliyorum.
Eskiden sıkça görüştüğümüz bir arkadaşım, sebepleri bulmak için geçmişini deştiğini, böylece kendi kendisine psikanaliz uyguladığını söylemişti. Bu noktadan hareketle kendi zevklerimin sebeplerini düşünmeye başladım; meselâ en sevdiğim meyvenin niye şeftali olduğunu.. Bunu anlayabilmek, çözebilmek için geçmişime, çocukluğumun sonlarına doğru bir yolculuk yaptım ve şunun sırrına erdim: Köyümüzde yaz sonunda üzüm hasadı yapılırdı. Yaşça ve boyca küçük olan benim için üzüm bağlarının bir başı ve sonu yoktu; her tarafta üzüm çubukları, çubuklarda üzüm, yine üzüm, yine üzüm ve tepemizde yakıcı güneş vardı. Bana uçsuz bucaksız gelen o üzüm bağında üzümden ve üzüme ait şeylerden boğulacak gibi olurdum. Bir gün, üzüm çubuklarının arasında farklı bir ağaçcık keşfettim. Dallarında yeşilimsi-pembe meyveleri olan bir ağaçcık. Ve o ağacın meyvelerin tadına baktım. Birden dünyamdan üzümün kokusu ve tadı silindi, onun yerine bil(e)mediğim ama üzümden kurtaran bir tad, bir râyiha doldu ağzıma ve sonra bu râhiya bütün bedenimi kapladı, sarıp sarmaladı beni ve mutlu kıldı. Sonraları öğrendim, o ağaçcık bir şeftali idi. Aradan yarım yüzyıl geçti amma ben hâlâ o küçücük şeftalilerin tadını unutamadım ve hayatımın geri kalanında şeftali "sevgili meyvem" oldu.
Kendinize uygulayın bu metodu, zevklerinizin kaynağına inin. Çocukluğunuza... Nostaljiyi yaşayın; aslında hasret duyduğumuzun o çocukluk olduğunu anlayacaksınız. Ve çocukluğunuz geçmişte olduğu için de geçmişe hasret duyduğunuzu.

14 Şubat 2019 Perşembe

İkindiye methiye

Yağmurlar
Şâir Bahaettin Karakoç'un "Hani beklenmedik yağmurlar vardır, Ansızın bastırıp çabucak giden." mısralarında dediği gibi, henüz hayâl kurabildiğim zamanların erken yaz ikindilerinde yağmurlar yağardı ve o yağmurlar içimizde damla damla biriken yorgunluğu silerdi.
Yağmurla berâber hayat dururdu ve bitişiyle yeniden başlardı yunmuş sokaklarda.
Kenger ve keven gülmese de, Ankara'nın kirli havasında rengini kaybetmeye doğru giden yeşiller gülerdi yağmurdan sonra.
İçimde bir yer ve isimlendiremediğim bir his de gülerdi...

Salkım söğütler
Ankara'ya baharın gelmekte olduğunu, Kurtuluş Parkı'ndaki sarı çiçeklerin açmasından anlardım. Patlarcasına hepbirden ve yapraklardan önce açardı.
Bahar gelince de erken yazın habercisi salkım söğütler tomurcuklanmaya başlardı. Yeşili, mâsumiyetten başka bir kelîmeyle tavsifi mümkün olmayan salkım söğütlerin tâze yaprakları, ikindi güneşinin altın ışıkları altında havuzun suyuyla cilveleşir, gizli bir lîsanla bize selâm verirdi.

Beyaz leylâklar
Yenişehir Sağlık Koleji'nin bahçesinde morların yanında beyaz leylâklar da vardı. Ankara'nın kirli havasına nasıl direnirlerdi bilemem amma hep bembeyazlardı;  ikindi güneşinin altunî rengi dahi halel getiremezdi o beyazlığa.
Masallara lâyık beyaz gelinlikler gibi pürüzsüz, kat kat ve dokunmaya kıyılamaz bir güzellikti.
Ah o leylâklar... İç gıcıklayıcı ve başdöndürücü kokularıyla alıp hayâl dünyâsının kuytularına kaçırırlardı ruhumu.
Neredeyse yarım asır sonra bile hayâli içimi aydınlatıyor. Nasıl kıydılar da kestiler!
Beyaz artık müebbeden kirli...



Kurtuluş Parkı
Yenişehir'in sâde akciğeri değil kalbiydi de Kurtuluş Parkı.
Aşka dâir kelîmeler sinmiştir toprağına. Sevgililer orada buluşur, sevgili olmak isteyenler oraya kaçarlardı.
Günün her saati başka bir dünyayı sererdi ayaklarınıza. Sabahları dingin bir bahçe, kuşluk vakti sabırsız âşıklara gezi, öğleleri gölge bahşeden bir hayırhah, ikindileri şiir iklimine kalkan bir vapur gibiydi.
Salkım söğüt dallarının bir anne gibi şefkatle eğildiği havuzunda, ne hâtıraların akisleri gizlidir bir bilseniz...

Ummânım
Anadolunun kuraklığında geçen çocukluğumda, "göl" denilen su birikintilerinde çimmek yerine okumayı seçen tuhaf bir çocuk idim; belki de bu sebeple yüzmeyi bilmem.
Dahası büyük sulara karşı gizli bir korku vardır içimde.
Velhâsıl ben ummânımı yerde değil gökte buldum hep; âsumanın mâviliği, bulutları, güneşin ışıkları benim ummânımın eşkâlini belirledi.
Güneş ikindi vaktinin engin yurduna varınca, benim ummânımda altunî yakamozlar vücut bulur. En münbit hayâl dünyası bu cümbüşün içinde filizlenir.
İkindiye hürmet gerektir.

Vel asr
Hani hayatı bir güne benzetirler; sabahı doğum ve çocukluk, öğlesi ömrün ortası, akşamı ise ölüm diye.
Bu benzetmede ikindi, ömrün ortasının geçildiği, ölüme daha da yaklaşılan kısmına tekâbül etmektedir.
Gençliğin aceleciliğinin bittiği, sonbaharın olgun ve râyihalı meyveleri gibi tecrübenin biriktiği, dünyaya kısmen doymuşluğun hâkim olduğu ömür parçası.
Güneş öğle vakti kadar aydınlatmasa da, ışıkları daha altunîdir, herşeyi daha güzel gösterir.
"Min'el aşk ve halâtihi" sözünün sırrına erilir ikindi vaktinde..
Ve asra yemin edilir.


Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...