22 Nisan 2020 Çarşamba

Bir küçük beyaz martının serencâmı

Girizgâh
ölüdeniz girdaplarının yorgunu
bir geç vakitde denize pek uzak bir kurak vâdide bir küçük martı ile tesadüf etdi geceleyin.. incecik bir daldan damlayacak yağmur damlası gibi ürkekdi martıcık; öylece durdular.. martı, elbisesi tereddüdden bir dikkatle süzüyordu adamı..
kelâmdan başka herşey sükûndu gecenin içinde ve hayâllerden başka; ölüm ânına saklanan hayâllerden..
gece sükûndu.. zifiri sükûn..

***

yorgun yollar her gece o ıssız ve kurak vâdiyi kervansaray eyledi sessizce ve isteyerek ve merakla ve o küçük martıyı görmek umudu ile... martı her gece geldi o ıssız ve kurak vâdiye ve her geçen gün anladı ki bulunduğu daldan kopmakdan korkmuyordu..
ürkekdi martıcık hâlâ, yorgun adama güvenir gibi olsa da..
zamanla adam, martının beyazrengini de gördü gecenin içinde..
sükûn gecelerinin kısa süren serencâmı ve küçük beyaz martının serencamının hikâyesidir bu..

Cihet-i târif
Kalamış'ta akşamın gölgesi
Salacak'da kızkulesinin ışıkları,
Mısırçarşısı'nda safran,
Süleymaniye'de sükûn,
ve Sultanahmet'de hayat gibiydi beyaz martı..

Arz-ı hâl ü hakikat
adam, o vâdideki tereddüd ile bilinmezin hemhâl olduğu bir gece martıya bakıp geç geleceklerin senedi olsun diye demişdi ki:
"Orası bir şairin yalnız gezegenidir, orada sırça köşkler vardır, kolay incinen şeyler..
Beni kıran şeyler yapmayın.. yoksa çok acı çekiyorum o kırılmalardan
 beni "sıradanlık" kırar...
 beni "vefasızlık" kırar...
 beni "şüphe" kırar…
 bir gün uçabilirsiniz, gidebilirsiniz...
 beyaz bir martı olup
 ufukta kaybolabilir
engin denizlere açılıp
 gidebilirsiniz...
 hüzünle bakarım arkanızdan
 amma ses etmem
 ve bir gün
beyaz martıyı hiç göremeyebilirim havada
 içimde bir dal kırılır
 amma yine ses etmem
 kader derim
 mukadderat
 olması gerekendi derim
 olan
 oldu
 ve bir daha o beyaz martının kanat seslerini hiç
 duyamayabilirim
 ve dayanırım buna
 tahammül mülkü yanar amma
 yine de tahammül kalır
yeter ki içimdeki sırça sarayı bilerek yıkmayın...."

Firâke prelüd
“Geç-baharlar ve zamansız İstanbul hayâllerinden
yapılmış bir mâvi kağıda
varlığını resmetdiğinde
bal rengi bir sonbahar ikindisine tahvil olur
zaman
            alıp beni hükmüne..”
olacakdı İstanbul; siz İstanbul olduğunuzda ve ben İstanbul’da olduğumda ve bizim olduğunda İstanbul...
İstanbul Dersaatet'e tahvil olacakdı...
bin kerre bin kerre bin yağmur damlası ağırlığındaydı
İstabul’u Dersaadet yapmanın bedeli
taşıyamam dedi martıcık...
firkat başladı
ateşten bir kar yağışı ile..

Zamansız mektuplar
o ateşten kar altında mektuplar geldi...
kar zamanının vakanüvisi oldu adam ve kayıt düşdü
firkat mevsimine...
...

altı aralık
ilk mektubunu aldım bugün..
o yere gitmek hiç içinden gelmemiş
ne yazacağını da bilmiyormuş
"umarım iyisinizdir" diyordu..
değilim...

sekiz aralık
"merhaba umarım iyisinizdir"
demiş
haber vermek istemiş birşeyleri..

dokuz aralık
"her gün on defa posta yolu gözlüyorum" demiş..
başkaları da vardır posta yolu gözleyen on kerre on defa..

onbeş aralık
bugün mektup yok
ve bugüne kadar..

yirmidört aralık
bugün de mektup yok
ve bugüne kadar
amma bugün o martıyı gördüm
bir dalda dinleniyordu
birkaç dakikalığına
ve sonra âniden uçup kayboldu..

***

mektupsuz geçen günler... haftalar... ay oldu..
hiç dinmedi o kar..

dört şubat
bugün adamın doğum günü..
mektup var postadan
hatır soruyor; "biliyorum belki yine cevap vermeyeceksiniz
amma yinede yeni bir güne merhaba" diyor....

***
hiç dinmedi kar..
İstanbul Dersaadet olmasa da...

8 Nisan 2020 Çarşamba

Temenniler - İki

RÛY-I ZEMÎN
Gelse artık... Yollar kısalsa, zaman aksa ve o gelince dursa yeniden...
Tüm bilinmezler bala bulansa ve yalnızın panzehiri olarak içimin arastasına demir atsa...
Gönül köşkümün başodasına kurulsa ve hiç konuşmadan baksa; âcizi eritene kadar; rûy-ı zemîn deseler bana...
Şart kipini hikâye zamanına tahvil etse...
Geldi diyemese de lâl olan dilim, gönül kuşum fısıldasa her zerreme "geldi" muştusunu...
Ve "gel" dese bana hiç konuşmadan; gel...
Gitsem...
varsam...
yok olsam...

***

AHVALİM
Sen düşüncesi ısıttığı için ruhumu su alan ayakkabılarla yürüdüm kış günü sana giden yolları, üşümeden. Öyle bir şeydin sen, aslında çok şeydin ve hatta herşeydin..
Bütün yollarım sana gidiyordu ve sana erişmek düşüncesi mihmandarım oluyordu meçhul yollarda. Zamanımın ve ruhumun boşlukları seninle doluyordu ve bu tamamlanış ıhlamur kokulu bal hazzı veriyordu cismime.
Tam oluyordum seninle ve tamamsız idim sensiz.
Alıcı kuşlar gibi dönüp duruyordum sen düşüncesinin sonsuz çaplı dâiresinde; gözlerim hep seni arıyordu o mahrem mekanlarda. Ve kan kokusu değil ilkyaz gözlerinden sızan ihtimal pınarının damlalarıydı içimdeki canavarı uyandıran.
Öleceğim sanıyordum umudun köşebaşında seni bulamayınca... En dar tabut oluyordu yokluğun ve zerrelerim dağılıyordu dört bir yana.
Öyle birşeydin işte.
Aslında çok şeydin .
Ve hatta herşeydin...

2 Nisan 2020 Perşembe

Şiir okumaya dâir

Bir yaz gecesi, saat geceyarısını çoktan geçmişti. Mendelssohn'un keman konçertosunu dinlemek istedim.(*) Gecenin zifiri sessizliği kemanın sesi ile dolmuştu. Bir koltuğa oturdum. Başımı çevirmeden arkamdaki kitaplığın şiir rafından rastgele bir kitap aldım. İsmet Özel'in Erbain isimli şiir kitabıydı. Kitabı araladım, Amentü isimli şiir çıktı karşıma, okumaya başladım.

"İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı"

O da ne? Daha önce de defalarca okuduğum bu sözlerin birden "asıl anlamını" kavramıştım!

"damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı"

Satırlarını okurken birden damarlarımdan kelîmeler boşandı.

"Dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmayacak"
diyordu şâir ve bu satırlarını okuduğumda pek çok şeyi kolayca anlamıştım..
Okudum... okudum... yaşadım...

"ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim."

Ne diyor şâir anladım, ne yaşamış bildim, ne hissetmiş duydum..
Amentü şiirini işte o an okumuş olduğumu anladım.
Peki ne olmuştu da bunca zamandır okuduğum bir şiiri ancak anlayabilmiştim? Gece, gecenin zifiri sessizliği, müzik beni şâirle rezonansa getirmiş, şâirin duyguları bana geçmişti. Evet, rezonanstı bu...
Hani telleri çifter olan çalgılar vardır, bağlama gibi, ud gibi. Her bir tel çifti eşit ölçüde gerilir. Bu tel çiftlerinden birisine mızrapla dokunursanız o tel titreşir ve ses verir; ama kendisiyle eşit derecede gerilmiş diğer teli de titreştirerek. İşte budur rezonans. Eğer tel çiftleri eşit derecede gerilmemişlerse , aynı dalgaboyunda değillerse rezonans oluşmaz. Demek ki şiiri tam mânâsıyla anlayabilmek için şâiriyle aynı duygu ikliminde bulunmak gerekiyordu...
Size de olmaz mı bu? Bir şiiri her okuyuşunuzda aynı hisleri mi yaşarsınız? Bâzen bulunduğunuz zamandan ve mekandan ayrıldığınızı, kendinizi şiirin anlattığı zamanda ve mekânda bulduğunuzu hissetmediniz mi hiç? Eğer bu hiç vâki olmamışsa o zaman şiire şiir olarak yaklaşmıyorsunuz, tümdengelimci bir yaklaşımla "başkalarının ne söylediği filtresi" altında kelîmeler topluluğu okuyorsunuz demektir; oysa şiir okumak için zihnin tabula rasa olması gereklidir.

---
(*) Felix Mendelssohn Bartholdy, Mi Minör, Op. 64

Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...