İnsan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnsan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2024 Cumartesi

Sîretler ve Sûretler - Gri Türkiyeli

Nisbeten zengin, seküler, şehirli ve de "modern" insanlarımız için "beyaz Türk" deniliyor ya, beyazı-zencisi ile hernekadar sentetik ve gerçeklikten uzak bir sınıflandırma olsa da bir sınıflandırma da ben yapayım istedim.  Bu arada, "Türk" kelîmesinin kötü, yanlış ve aşağılayıcı bir nitelendirmeye tâbi tutulmasını doğru bulmadığım için Türkiyeli demeyi münâsip buldum. Buyrun size "Gri Türkiyeli"

Lahmacunu bir "alt seviye" yiyeceği olarak görür. Ama İtalyanların "pizza"sını pek bir âfiyetle mideye indirir.

Sucuk ve pastırma denilince "ıyyy" diye bir ses çıkararak yenilemez bir şey olarak vasıflandırır ama salam, sosis ve jambon olunca bayılarak yer.

Kebap denilince "yahu şehirleri kebap kokularıyla doldurdular" diye şikayet eder ama yağda kızartılan tavuk eti ve -közde değil- alevde pişirilen hamburger köftesi söz konusu olunca yumulur.

Kurufasulyeyi "halk yiyeceği" olarak görür ama içinde fasulye ezmesi olan "bean burger"i yalamadan yutar.

Baklavaya burun kıvırır ama hamuru yağda kızartıp üzerine şeker serpilerek yapılan "donut"ı lüpletir.

Tulum peynirini, çömlek peynirini bilmez ama "parmesan"ı ve "mozzarella"yı pek bir bilir.

Arabesk müziği acıların müziği diye aşağılar ama sevmese de dinlemek zorunda olduğu "blues" müziğin "blue"sunun hüzün anlamına geldiğinden bîhaberdir.

Yandan çarklıyı ve kakuleyi bilmez ama "mocha"yı ve "latte"yi bilir.

Bize ve bu toprağa ait şeyleri alaturka diyerek küçümser. Ya "alaturka"nın Türk usûlü, tarzı  olduğunu bilmeden yapar bunu ya da Türk'e karşı içindeki bastırılmış düşmanlığından.

Hiçbir bayram namazında câmiye yolu düşmemiştir ama noel ayininde İsitklal Caddesindeki kilisede görülmüşlüğü vardır.

Kendisi gibi düşünmeyeni dışlar, ötekileştirir. Demokrasi "kendisi gibiler" için geçerli bir şeydir. Laikliğin ne olduğunu bilmeden "laik", demokrasinin ne olduğunu bilmeden "demokrat"tır. Velhasıl okumadan, bilmeden fikir sâhibidir.

Türkçe'ye Arapça ve Farsça'dan girmiş ve artık Türkçeleşmiş kelîmelere karşı ırkçı bir düşmanlık içindedir ama batı lisanlarından girmiş kelîmelere karşı bir anne şefkati içindedir. Yetmez, yeni kelîmeler sokmaya çalışır.

Bomboş beynini ve pusulasız ruhunu markalı şeylerle ve afili görüşünüyle gizler. Muhtevaya değil biçime önem verir.

Bir veya birkaç konuda allâme olduğu imajı hâkimdir. Bu imajını kaybetmemek ve cehâletini gizlemek için kendisine soru sorulmasına izin vermez, gerektiğinde hastalıklı bir saldırganlık sergilemekten çekinmez.

Gri Türkiyeli'nin âmentüsü "Biz adam olmayız abi!"dir.

12 Aralık 2021 Pazar

Anlamayın Beni

 Sizlerden beni anlamanızı beklemiyorum!

"Sizler"den kasdım, hepsi biribirine benzeyen alelâde insanlar...

"Sizler"den kasdım,  münevver olmayı değil aydın görülmeyi tercih edenler...

"Sizler"den kasdım, cilâlı imaj devrinin prototipleri...

"Sizler"den kasdım, birkaç yüz kelîmeyle konuşmaya çalışanlar...

"Sizler"den kasdım, tahammülün yerine hoşgörüyü ikâme etmeye çalışanlar...

"Sizler"den kasdım, şiirden ve müzikden hazzetmeyenler...

"Sizler"den kasdım, susmayı olgunluk sayanlar...

"Sizler"den kasdım, molla demeleri için ağır olanlar...

"Sizler"den kasdım, status quo'nun yılmaz bekçileri...

"Sizler"den kasdım, bırakın evinde kütüphânesi olmayı kitaba para vermeyi israf sayanlar...

"Sizler"den kasdım, kendisini yerleştirdiği yere göre fikrî şablona sâhip olanlar...

"Sizler"den kasdım, "Güneşi ceketinin astarı içinde kaybedenler"... (1)

"Sizler"den kasdım, bilgi sâhibi olmadan fikir sâhibi olanlar...

"Sizler"den kasdım, mazrufa değil zarfa bakanlar...

"Sizler"den kasdım, hayattaki tek gâyesi keseyi doldurmak olanlar...

"Sizler"den kasdım "norm"a uygun insanlar...

Şimdi anlıyorum ki sizlerden  beni anlamanızı beklemek ham hayâl imiş; hem de en başından beri...

---

(1) İfâde, Sultan'üş şuara Necip Fazıl Kısakürek'e aittir.

10 Aralık 2021 Cuma

ADOY'dan İzlenimler - 2) ADOY Gezegeni nasıl bir yer

 Adoy gezegeninden en genel bilgiler

"Adoy gezegenine nasıl gittim" serlevhalı yazımdan sonra ilginç mesajlar aldım. 
Bâzı okuyucular, "astral seyahat" konusuna inanmakta güçlük çektiklerini belirtirken bâzı okuyucular da Adoy gezegeninin nasıl bir yer olduğunu anlatmamı istiyorlar.
"Astral seyahat" konusu, ancak bu alanda yapılacak ileri mental ve psişik tecrübelerle anlaşılabilecek ve "kâl"den ziyâde "hâl"e dâir bir konu olduğundan, kelîmelerle ifade edilmesi oldukça zor. İleride bu konuda birkaç kelâm edeceğim. Şimdi, bugüne kadar kadar yaptığım astral seyahatlerde Adoy gezegeni hakkında öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dünyadan birazcık küçük bir gezegen Adoy. Çapı 10 bin kilometre. Dünya yön sistemine göre düşünürsek, kuzey ve güney yarıkürelerinde birer büyük kıta var. Kuzeydeki kıtanın adı Sözenob, güneydekinin adı ise Söfakob. Bu iki kıtanın ortasında ise Ateş Denizi bulunuyor.
Bu kıtalarda, idare sistemi farklı çeşitli devletler bulunuyor. İdareciler bâzı devletlerde seçimle işbaşına gelirken bazı devletlerde monarşik bir sistem bulunuyor.
Sözenob kıtasındaki devletler Söfakob kıtasındaki devletlere göre çok daha zengin. Bunun sebeplerini ileride yapacağım astral seyahatlerde öğrendiğimde sizlerle paylaşacağım.
Adoy'da atmosfer Dünyadakine oldukça yakın. Sâdece karbondioksit oranı Dünyadakinden daha yüksek. Öğrendiğime göre yıllar içinde atmosferdeki karbondioksit oranı gittikçe artıyormuş. Bu yüzden nefes almak dünyadakinden daha zor. Atmosferin rengi kızılımsı bir mâvi. Atmosferden gelen kızıl ışık, denizleri de kızıl gösteriyor. Bu sebeple de iki kıtanın arasındaki denize Ateş Denizi denilmiş.
Adoy'da hava oldukça sıcak. Buna atmosferdeki karbondioksit oranının yüksekliği sebep oluyormuş. Sıcaklık sebebiyle evler yer altına -âdeta gömülerek- yapılmış. Bir evin varlığına tek işaret bir bekçi kulübesini andıran giriş kapısı. Bu kapıdan aşağıya inilerek evlere ulaşılıyor. Karbondioksit artışına bağlı olarak gittikçe artan hava sıcaklığı yüzünden bitkiler ancak kapalı yerlerde suni ışık altında ve sıcaklığı düşürülmüş ortamda yetişebiliyor. Gezegende hiç ağaç yok.
Adoy'un ışık ve sıcaklık kaynağı Ar dedikleri bir yıldız. Ar yıldızı, ömrünün sonlarına yaklaşmış ve kızıl dev olma yolunda. Bu yüzden -bizim Güneşimize göre- hem çok büyük görünüyor ve hem de ışığı kızıla çalıyor.
İşte böyle bir yer Adoy.
Mâvi gökyüzüne ve denizlere alışan biz dünyalılar için oldukça garip bir yer. Sizlere yemyeşil ormanları, masmavi suları, berrak âsumanı anlatmak isterdim; ama Adoy'un gerçeği bu.
Öğrendikçe yazacağım.

25 Kasım 2021 Perşembe

Sîretler ve Sûretler - Mut Emici

 Hani bir çocuk filminde "ruh emici"ler vardı. Kendi ruhları olmadığı için yakaladığı insanların ruhunu emiyorlardı. İşte mut emiciler de başkalarının mutluluğunu emerek mutsuzluklarını gidermeye çalışırlar; zira kendilerinde mutlu olabilecekleri hiç birşeyleri yoktur.

Mut emici, mutlu insan görmeye dayanamaz; zira kendisi hiç mutlu olmamıştır. Bunun için çeşitli yollarla mutlu insanların mutluluklarını yıkmaya, yok etmeye çalışır. Mutlu insanların sâhip olduklarını küçümser, kulp takmaya çalışır, kötüler, gerekirse iftira atmakdan dahi çekinmez. Yeter ki mutlu olan mutluluğunu kaybetsin.

Asla sâhip olamadığı mutluluğun yokluğu ruhunu zifiri karartmış, yüreğini garez gömüğünün bataklığı hâline getirmiş velhâsıl iç dünyası çirkinliğin zifti ile kaplamıştır. Dahası sîretinin çirkinliği sûretine de vurmuştur. Bu sebeple sûreten güzel olanlara dayanamaz. Mut emici çirkindir. 

Sûreten güzel olmadığından kendisini soyut niteliklerle vasıflandırarak egosunu tatmin etmeye çalışır. Bunun için etraflarında sürekli kendini ululayacak, hiç birisi sûreten kendisinden güzel olmayan bir bağımlılar güruhu barındırır ve bu güruhu kaybetmemek için elinden geleni yapar. Mut emici kibirli ve komplekslidir. 

Benmerkezciliğinin bir sonucu olarak sâhip olamadıklarını önce önemsiz göstermeye çalışarak küçümser,  sonra alay eder. Hep ön planda olmak ister. Eğer başarılı olamazsa önce kendini ortamdan soyutlayarak karşısındakilere değer vermediğini göstermek ister, sonra sudan bahanelerle maraza çıkarır ve ortamı terkeder. Mut emici hasistir.

Kendisinin sâhip olmadığı hiçbir bilgi önemli değildir.  Dolayısıyla mut emici için gerçek değil doğru önemlidir, kendi doğrusu. Kendi doğrusunu da açık bir şekilde dile getirmez, getiremez. Dile getirmez; zirâ bildiğinin basit olduğunun bilinmesini istemez. Bunun için üç-beş bilgi kırıntısını şişirir, süsler, meslekî jargonlara boğar, sofizmin şâhikasına çıkar. Mugalatada kimse eline su dökemez. Düşünür ki karşısındaki söylediklerini ne kadar az anlarsa o kadar bilgili olduğunu zannedecektir. Dile getiremez; zirâ güzellik kıtlığı ikliminde yaşamaktan dolayı belâgata da yabancıdır. Mut emici câhildir. 

İçinden geçenleri asla yüze söylemez; samimiyeti bir sürüngen soğukluğundadır. Arkadan konuşmak, kendi güruhu hâricindekileri kötülemek vazgeçemediği gıdasıdır. Mut emici mürâîdir. 

Hiç mutlu olmayan ve olamayacak olan, acınası bir psiko ve sosyo patolojiyle muztarip bu kimselerle yolunuz dilerim hiç kesişmez.

23 Kasım 2021 Salı

ADOY'dan İzlenimler - 1) ADOY Gezegeni'ne nasıl gittim

 Şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım seneler önce "astral seyahat" diye birşeyden bahsetmişti. Arkadaşım, kendisini tâbi tuttuğu belli bir eğitimle bu kâbiliyeti kazandığını, artık istediği zaman bir nevi trans hâline geçerek astral seyahate çıkabildiğini, böylece istediği yere gidebildiğini söylemişti. Başta oldukça tuhaf hatta saçma gelen bu fikir, zihnimin geri plânını hep meşgul etti. Okumaya araştırmaya başladım.

Bu arada, ilginç bir kitap okudum.

1949 Almanya doğumlu Michaela isimli bir genç kız, babasının işi gereği geldiği Türkiye'de bir Türk'e âşık olup evlenir ve müslüman olur. İsmi de  Michaela Mihriban Özelsel olur. Daha sonra, özel hayatındaki hâdiselerden kaynaklı bâzı hissî sıkıntıları sebebiyle halvete girmeye karar verir, çeşitli teşebbüslerden sonra buna muvaffak da olur. İstanbul'da bir evde yaşadığı 40 günlük "hâlveti"nden yola çıkarak kaleme aldığı "Halvette 40 gün - Psikolog Dervişenin Halvet Günlüğü ve Bilimsel Çözümlemesi" adlı kitapta (*) fevkalade ilginç bilgiler vardı. Kitabın arka kapağında şunlar yazıyordu:

"1990 başlarında, Üsküdar'da, derme çatma, birkaç katlı bir apartmanda, soğuk ve eşyasız bir odada dünyayla ilişki görünürde kesilirken, belki de asıl hayat su yüzüne çıkar; beden latifleşir, ruh genişler, saplantı nevrozları çözülmeye durur. İnsan, asıl hayat ve maceranın içine gömülür.. Çocukluktan evliliğe, akademik bilgiye kadar pek çok şey gözden geçirilir. Ama artık bir iç gözdür bu bakan."

Kitabın, 2. bölümünde verilen ve fizyoloji ile nörolojinin ve endokrinolojinin etkileşiminin nelere yol açacağı konusundaki bilgiler oldukça ilginç idi. Bundan sonra daha çok okumaya, araştırmaya, küçük öz-denemeler yapmaya başladım. Aradan yıllar geçti.

Bu denemeler esnâsında bir gün sanki bir duvar yıkıldı ve başka yerlere gidebildiğimi gördüm. Evet, astral seyahatin ne olduğunu anlamıştım. Böylece bir çok yerleri gezdikten sonra, dünya dışına çıkılıp çıkılamayacağını düşünmeye başladım. Bir gün bir duvar değil amma bir sur yıkıldı ve bir solucan deliği (**) vasıtasıyla dünyanın dışına seyahat yapabilmeyi de keşfettim. Bu seyahatlerimde pek çok ilginç yerler gördüm. Ancak bunlardan birisi, üzerinde canlıların yaşadığı Adoy adlı bir gezegen, dünyaya çok benzeyen bir yerdi.

Atmosferi, iklimi, yaşayan canlıları, dilleri, inançlarıyla Dünyanın ikizi sanki.

Neler gördüm bu Gezegende neler... Bu gezegende görüp duyduklarımı sizlerle paylaşmak istedim. İstedim ki tuhaf şeylerin sâdece bizim dünyamıza mahsus olmadığını göstereyim de bir nebze olsun rahatlayın.

----

(*) ÖZELSEL, Michaela Mihriban, Halvette 40 Gün, Kaknüs Y., 2b., İstanbul, 2003.

(**) Solucan deliği: (Einstein–Rosen köprüsü ya da Einstein–Rosen solucan deliği) Uzay zamandaki farklı noktaları birbirine bağlayan spekülatif bir yapıdır. 1935 yılında Albert Einstein ve Nathan Rosen, Genel Görelilik kuramını kullanarak uzay-zaman içerisinde köprülerin varolduğu önermesinde bulunmuşlardır.

( https://tr.wikipedia.org/wiki/Solucan_deli%C4%9Fi )

5 Kasım 2021 Cuma

Sîretler ve Sûretler - "Kaave" Bıçkını

 Bu tip, "kahvehâne" veya -genel kullanım olarak kısaltılmış şekliyle- "kahve" demek yerine çoğunlukla böyle telaffuz eder bu kelîmeyi; başka hususlarda yaptığı yanlışlar gibi.

Bir sahne canlandırın hayalinizde: Bir kahvehânede pişbirik oynayan dört kişi. İskambil kağıtları dağıtılır, masadakilerden birisi elindeki dört kağıttan birisin ayırarak masanın üstüne kapalı olarak bırakır. Bunu yaparken de "Aha bunu ayırıyorum" der çok bilmiş bir edâ ve sîretine yapışık bir kibir ile. Eğer o elde  ezkazâ o kağıdın değer olarak aynısı atılır ise yere, yere kağıt ayıran kişi, -kağıdı masaya vururken çok ses çıksın diye- orta parmağını hafifçe sivrilterek vurduğu yumruk eşliğinde ayırdığı kağıdı "Ben demiştim" diyerek atar. Bunu yaparken, kendince büyük bir is yapmış olmanın, ne kadar usta olduğunun, ne kadar bilge olduğunun işareti yüzüne yayılan müstekreh bir sırıtmada kendini ele verir.

Peki ya ayırdığı kağıdın eş değeri atılmaz ise o elde? Bizim bıçkın hiç bir şey olmamış gibi atar ayırdığı kağıdı yere; bunu yaparken zaman zaman "vay çıkmadı görüyor musun" diyerek kendini -kendince-sağlama almaya çalıştığı da olur. Bütün kazançlar kendi özelliğinin sonucudur bu tipin; bütün kayıplar da başkalarının. Kazancını, başarısını, üstünlüğünü adeta göze sokarcasına abartarak ilan eder. Başarısızlığını ânında unutur ve başkalarının hatırlamaması, hatırlatmaması için de elinden geleni yapar. Eğer hatırlatılacak olur ise, kendi dışındaki faktörleri suçlayarak meseleyi geçiştirmeye çalışır. Yapamazsa azıcık çirkinleşir, olayı pejoratize ederek kapatmaya çalışır. Bunda da başarılı olmaz ise karşısındakine açık izafe ederek, çamur atarak ve saldırarak olaydan sıyrılmaya çalışır.

Kaave bıçkını, okumaz; duyduğu ile amel eder. Kendi çıkarlarına uygun olan herşey doğrudur, bunun için üst perdeden atarak çatır çatır tartışır. Yanlışını ortaya koyarsanız önce alay ederek sizi küçümsemeye ve böylece yanlışını kapatmaya çalışır. Yapamaz ise duyduğu ve işine gelen herşeyi mutlak gerçek gibi dayatmaya çalışır. Bunda da başarılı olmaz ise bedeninden de küçük aklına gelen her yola başvurmaktan çekinmez.

Kaave bıçkını eğer erkek ise dünyasının sacayakları para, futbol, araba ve kadındır. Eğer kadın ise -evet, bu tipin kadınları da vardır- internet alışveriş siteleri, evlerde yapılan "besi" ve altın günleri, dedikodu ve erkeklerden şikayettir.

Kültürel bir endişesi yoktur. Kendince bir aşk anlayışı hâricinde mücerret şeylerden hazzetmez. Münevverâne her faaliyet gereksiz ve hatta zararlıdır onun için.

Güç eşittir haktır. Kendisine zarar vermeyen şeyler hakkında düşünmez bile.

Etrafımızda en sık rastlayacağımız tiptir bu.

Bakın göreceksiniz.

31 Ekim 2021 Pazar

Sîretler ve Sûretler

Beşir AYVAZOĞLU'nun bir kitabının adı "Sîretler ve Sûretler". Kitapta muhtelif şahıslar anlatılmış; sâdece sûretiyle değil sîretiyle.

Kubbealtı Lugatinde, sîret (ﺳﻴﺮﺕ) için  "Bir kimsenin ahlâkı, seciyesi, karakteri, dışa akseden davranışı. Karşıtı: SÛRET"  açıklaması; sûret için (ﺻﻮﺭﺕ) "Gözün ilk bakışta gördüğü şey, dış görünüş, şekil, biçim.", "Yüz, çehre, surat." ve  "Bir varlığın dıştan görünen, beş duyu ile bilinen yönü." açıklaması yapılıyor.

Her insan sûretiyle ve sîretiyle ayrı birer dünya olsa da, İbn-i Haldun'un Mukaddime'sinde belirtdiği üzere insanın yaşadığı yerin insan davranışları üzerinde etkileri olduğu da bir gerçektir. Ayrıca, taklid edici özelliği de dikkate alınınca insanları belirli sîret kalıplarında ele almak mümkün hâle gelir. 

İnsanlar, bir yandan hayatlarını idâme ettirmek için çabalarken bir yandan da diğer insanları -az ya da çok- gözler, belli çıkarımlar yapar ve hatta belli insan grupları tesbit eder. Sınıflandırmak, -bir problem çözme aracı olarak- insanın anlamasını kolaylaştırır ve zihnen rahat ettirir. Herne kadar her insanın ayrı birer dünya olduğuna inansam da, yukarıda belirttiğim sebeple, belirli bakımlardan insanların sîreten gruplanabileceğine de inanırım.

Sırası geldikçe sîreten grupladığım insan tiplerinden misaller vermeye çalışacağım. 

Sîretler ve sûretler serlevhalı yazıları okudukça kendinizden, arkadaşlarınızdan, tanıdıklarınızdan kesitler bulacaksınız. Maksadım, isim vermeden birisini / birilerini yermek, lekelemek ya da ululamak değil. Uçarı bir talebe olduğum için "tercübelerden ders almak" adlı ders bir kulağımdan girip diğerinden çıkıp gitti uzun zaman boyunca; taa ki darbımesel olarak  -adeta mücessemleşerek-  içimin yumuşak yerlerine batıncaya kadar. Tembel öğrenci lügâtıyla "çift dikiş" yaparak öğrendiklerimi aktarmanın zekat mesâbesinde olduğunu düşünüyorum ve 60 yılın bohçasını açıyorum.

23 Mart 2021 Salı

Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi...

 Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi. Böyle demiş Halil Cibran. Ne kadar da doğru. Çok tâze bir yaprak dökümü vesîlesiyle bu sözün doğruluğu bir defa daha tebeyyün etti.

Otuzbeş yaşı "yolun yarısı" olarak belirtip kırkaltı yaşında terk-i diyar eden şâirin dediği gibi;

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Hayatının ortalarında tanımıştım onu. Aynı Bakanlıkta çalışıyorduk. Ortak bir zevkimizin olduğu söylenince tanışmıştık. Bu tanışıklığımız hep sürdü.

İlâhiyat fakültesinden terk idi. Arapça ve Farsça öğrenmenin zorluğundan bıraktığını söylerdi mektebi; bir yandan da Arapça öğrenmeye çalışarak. Bâzı Arapça kelîmelerin etimolojisinden, sözlük mânâlarından bahsetse de hiç öğrenemedi Arapça'yı.

Dine karşı alâkası nev-i şahsına münhasır idi. İslâma ne bir oryantalist gibi, ne de alelâde bir müslüman gibi bakardı; İslâm konusunda verilen hükümlere skeptik bir yaklaşımı vardı.

Hep bir kitap yazmak istedi. Yazamadı.

Hiç para-pul derdinde ve peşinde olmadı. Neredeyse bütün emekli maaşını hayvanlara, özellikle de çok sevdiği kedilere harcadı. Hayvan sevgisinin ve merhametinin şâhikası idi.

Evet, ölüm herşeyi değiştirdi. Ağacımızdan bir yaprak daha düştü. Gittikçe artıyor yalnızlığımız...

Rabbim merhametiyle muamele etsin.


13 Ekim 2020 Salı

Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı

Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm.

Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı.

Alın sanal ortamları, anlık haberleşme programlarını... her an her yerde her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her anımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyor. 

Ama gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Gerçek ortaya çıktığında aklınızla dalga geçildiğini, zekânıza hakaret edildiğini anlayabiliyorsunuz.

Mario Puzo'nun aynı adlı romanından sinemeye aktarılan The Godfather (Baba) filminden bir sahne geliyor aklıma.

Baba Don Corleone'nin büyük oğlu Sony, damadı Carlo'nun yardakçılığı ile pusuya düşürülerek öldürülür. Don Corleone'nin küçük oğlu Michael, babası öldükten sonra önce bütün mafia ailelerinin babalarını öldürtür. Sonra da eniştesi Carlo'yu sigaya çeker. Aşağıda görüntüleri bulunan bu sahnede Michael der ki Carlo'ya "Only do not tell me you're innocent. because it insults my intelligence that makes me very angry.". Yâni "Sâdece bana mâsum olduğunu söyleme; çünkü bu benim zekâma hakaret etmektir ve bu beni çok kızdırır"




Carlo, Michael'ın zekasına hakâret etmeyi göze alamaz ve ölüme gider. 
Elbette bizler insan öldürmüyoruz. Yalanlar, sâhiplerini yaşayan ölülere tahvil ediyor; kendileri farketmeseler de...

7 Ocak 2020 Salı

Gözlerde yağmur bulutları olmalı

Sabah işe gitmek için servisin geliş saatini beklerken, birkaç dakika vakit geçirmek için televizyonu açtım. Bundan 40 yıl öncesini konu alan bir dizi film vardı. Üç çocuk babası, emekli bir adam, kanepede uyanınca, kendisine dargın olduğu hâlde, hasta olduğu için gece boyunca başında bekleyen karısını görür yanında. Ona sevgiyle, sitayişle ve mahçup şöyle der: "Sen geldin ya, sen varsın ya çok daha iyiyim. Sen olmayınca ne evin ne de bizim düzenimiz kalmamıştı." Bunları dinleyip seyrederken gözlerimde yağmur bulutları gezdiğini farkettim. Bir şeyi daha farkettim: Öylesine ruhsuz, öylesine hissiz, öylesine maddiyatçı bir hâle gelmişiz ki, şu iki hissî, samimi söz gözlerimizi dolduruyor.
Biz ne zaman bu duruma düştük? Nasıl olup da değerlerimizi önemsiz saydık, yok farzettik, unuttuk.. Merhamet, sevgi, saygı, yardım, iyilik, nezaket, nezahet, irfan ne zaman el oldular bize...
Kuş evleri yapan bir anlayıştan hayvanları insanlık dışı bir şekilde işkenceyle öldürüp bunun görüntülerini "sosyal medya" denilen çöplükte paylaşmak bataklığına nasıl geldik..
Katolik zulmünden kaçan Musevilere kucak açmak derecesinden, ölüm korkusundan ülkemize sığınan müslümanları kovmaktan bahseden derekeye nasıl düştük..
Aşk gibi bütün çirkinliklerden âzade bir kelimeyi, "magazin ünlüleri"nin gayrı-meşru münasebetlerini  meşru gösterebilmek için "aşk yapmak" olarak vasıflandırmak hamakatına nasıl düştük...
Cehaletinden utanmadığı gibi gülerek karşılayan bir nesli nasıl eğittik...
İhtiyar birisi yanında ayakta zor dururken yayılarak oturan gençliği nasıl mankurtlaştırdık...
Nasıl, nasıl bu hâle geldik?
Ölüme, zulme, adaletsizliğe, ahlâksızlığa karşı bu kadar vurdumduymaz olmayı nasıl "başardık"!
Hayır, bu gidiş iyi bir gidiş değil. Bu hâl, hâl değil.
Bir güzel söz, bir sıcak sevgi buğusu içini titretmeli. Gözlerinde yağmur bulutları olmalı "insan"ın.
Eğer o bulutlar sizin diyara hiç uğramıyorsa ruhsuz bir şey gibi yok oluşu beklemekten başka bir şey kalmamıştır sizin için; ölüm bile.



1 Kasım 2019 Cuma

İkigai


Hector Garcia ve Francesc Mirales tarafından kaleme alınan "IKIGAI Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı" isimli bir kitap var.
Kitapta ikigai'nin -basitçe- "hep meşgul kalarak mutlu olma" olarak çevrilebileceği belirtildikten sonra,  -yukarıda görüntüsü bulunan Japonca yazı karakterlerinden bahisle- "yaşam", "adamdan sayılmak", "ilk olmak", "zarif" karşılıkları da veriliyor.
Kitabı okudukça anlıyorsunuz ki ikigai kişiden kişiye değişiyor ve onu hayata bağlayan amacı, şeyi ifâde ediyor.
Yazarlar, Japonya'nın Okinawa adasında yer alan ve uzun yaşayan insanların bulunduğu bir köye de giderek, bu insanların yaşama biçimlerini  ve beslenme alışkanlıklarını da incelemişler.
Sıklıkla uzak doğu dinleri ve felsefelerine ait kimi mefhum ve uygulamaları da ele alan kitapta sağlıklı ve mutlu yaşamak için komprime bâzı ipuçları da veriliyor: 
Şunlar öneriliyor:

Hayata bağlanın.
Emekli olmayın.
Midenizin sadece yüzde 80'ini doldurun.
Biribirine bağlı arkadaş gruplarınız olsun.
Araba kullanmak yerine yürüyüş yapın.
Zihinsel egzersiz yapın.
Stresi azaltın.
Fizikî egzersiz yapın; günde en az 20 dakika yürüyün.
Abur-cuburu kesin
Doğru miktarda (7 ilâ 9 saat) uyuyun. Az uyku dinlenememenize sebep olur, çoğu sizi uyuşuk yapar.
Çocuklarla veyâ evcil hayvanlarla oynayın.
30 yaş sonrası daha fazla kalsiyum alın.
Alkol ve tütünden uzak durun.
Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın, sofradan tam doymadan kalkın, boş duranı Allah da sevmez gibi prensipler olarak bizim kültürümüzde de mevcut olan bu kurallar, insanı ontolojisine âşina hâle getiriyor.

Diğer taraftan, Kitapta yer alan "rajio taisou", "yoga", "tai chi", "çigong", "shiatsu" gibi belli hareket ve postür esaslı çalışmaların sağlığa iyi gelmesinden de bahsediliyor. Bunları okuyunca aklıma hemen Micaela Mihriban Özelsel'in "Halvette 40 Gün - Psikolog Dervişenin Halvet Günlüğü ve Bilimsel Çözümlemesi" adlı kitabı geldi.
Bir kilinik psikolog olan Micaela Mihriban Özelsel, bizzat yaşadığı olaylardan yola çıkarak dua, inanış, kundalini, zikir gibi mefhum ve müessesleri inceliyor ve inanış ile hayat arasında, hareket ile genelde fizyoloji özelde endokrinoloji arasındaki bağları ilmî olarak ortaya koyuyordu. 
Özelsel, kitabında "kendi kendini gerçekleştiren kehanet" mefhumunu da ele alarak, inanmanın sonuçlarını ilmî bir şekilde tartışıyordu. Bilimsel psikolojik bir yaklaşımla ortaya konulan hususlar en yalın hâli ile bir insanın neye inandığının o insanın hayatı bakımından fevkalade öneme sâhip olduğunu ve onu şekillendirdiğini ortaya koyuyordu.
 Dolayısı ile uzak doğu kaynaklı hareketlerin  sağlıkla ve inanışların hayatla ve mutlulukla ilgisi inkâr edilemez. Eğer kişi kendisini hayata bağlayan, mutlu eden meşguliyetini ikigaisi yapmışsa, buna inanmışsa bu inanmanın o kişiyi sâdece mutlu etmekle kalmayacağı, biyolojik seviyede olumlu sonuçlar da doğuracağı bir sır değildir.
Eğer hayata dokunmak, yaşamaktan zevk almak istiyorsanız yapılması gereken ikigainizi belirlemek  ya da daha doğru bir ifâde ile bulmak olmalıdır. Bunun önşartı da kendinizi tanımaktan geçiyor. Nasıl yaşadığınızda daha mutlu oluyorsunuz, neyi veyâ neleri yaptığınızda zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bunu bulmalı ve onu ikigainiz yapmalısınız.
Mutlu yaşamak istiyorsanız tabii.. Anlığın ötesinde bütüncül bir mutluluk.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Aziz dostum

Hukuk Fakültesinin ilk senesiydi; o devasa "anfi"de yüzlerce kişi arasında biribirimizi görmüş, biribirimize yaklaşmaya başlamıştık. Diğer öğrencilere benzemiyorduk; zira ikimiz de Devlet memuruyduk. Her ikimiz de sağlık kolejini yatılı okumuştuk ve aynı Bakanlığın farklı kuruluşlarında çalışıyorduk. Ve elbette her ikimiz de -memur hâlimizle- öğrenciliğe pek de uyum sağlayamamıştık. En büyük ortak noktamız zamanla ortaya çıktı: Her ikimiz de hukuktan çok edebiyatı seviyorduk. Kaç defa "bırakalım şu hukuk fakültesini, gidip edebiyat okuyalım" dedik...
Ertesi gün ceza usûl hukuku final sınavına gireceğimiz günün akşamı onun evinde "hadi derse başlamadan azıcık şiir okuyalım" diyerek daldığımız şiir bahçesinde gecenin geç vakitlerine kadar dolaşınca "artık bu saatten sonra ders çalışılmaz" deyip yatmış ve elbette ertesi gün yapılan sınavdan "çakmıştık."
Baktık bırakamıyoruz hukuk fakültesini, "o zaman okul bitince şu ders notlarını okulun bahçesinde yakalım" diyerek yeni bir avuntu bulduk ve bu avuntuyla bitirdik okulu. Amma,"eylem yaptığımızı sanarak tutuklanmak" korkusuyla bu düşüncemizi de gerçekleştiremedik; sadece hatırlayınca tebessüm sebebi oldu bu düşünce, o kadar.
Her ikimiz de şiir yazdığımız için biribirimize şiirlerimizi okurduk; bir müddet ayrı kaldıktan sonra bir araya geldiğimizde ilk sorduğumuz soru "yeni şiir var mı olurdu"
Şiirin azgın dalgalarının tersine onun dünyası hep dingin idi. Hiç öfkelendiğini görmedim, her dâim munis, her dâim anlayışlı, her dâim mütebessim idi. Engin kültürü ile konuştuğunu dinletir, sâkin ses tonuyla dinleyicisini âdeta hipnotize eder, sükûnet diyarına yolculuk yaptırırdı.
Mizahî bir tarafı da vardı. Gülmeyi ve güldürmeyi severdi. O anlatınca en sıradan fıkra  fevalâde komik gelirdi dinleyene.
Pek sık görüşürdük önceleri. Yaşımızın onlar hânesi beşi geçmeye başlayınca mesâfeler bize daha uzun gelmeye başladı sanki. Gittikçe daha az görüşür olduk; amma o hep aziz dostum olarak kalacak.

10 Nisan 2019 Çarşamba

Özüne sâhip bir hâkim ve bir gezgin

10 nisan 2019 tarihinde "Özüne sahip bir hâkim" başlığı altında aşağıdaki yazıyı yazmış idim:
"Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenci iken aynı hastahanede çalışıyorduk; birimiz laboratuvar teknisyeni, diğerimiz röntgen teknisyeni olarak.
Her dâim pozitif, neşeli birisiydi. Okulu bitirince hâkimlik sınavlarına girip hâkim oldu. Ama o hep aynı insandı. Bir gün Kızılay'da karşılaştık, büyücek bir çanta taşıyordu; taze üzümden iğne ipliğe varıncaya dek pek çok şey vardı bu çantada. Ritüelleri umursamaz ve kompleksiz birisiydi.
En son İstanbul'da çalışamaya başladı. Mezun edildiğimiz Yenişehir Sağlık Koleji mezunlarının buluşmasında Bodrum'da karşılaştık sonra. Herkesin âla-yı vâla ile masadan masaya geçerek zaman geçirdiği bu buluşmada ben Mausoleum, antik tiyatro ve Bodrum Sualtı ve  Arkeoloji müzesinde zaman geçirirken, hâkim arkadaşımın da Bodrum'daki târihi yerleri dolaştığını öğrendim. Bu vesile ile  sanata, sanat târihine dair sohbetlerimiz oldu, onun fırsat buldukça bir öğrenci turist gibi gezginlik yaptığını öğrendim, mutlu oldum.
Zaman zaman köyünde çekilmiş resimlerini gönderirdi. Ya tarlada, ya bir ağacın başında sanki o köyden hiç ayrılmamış gibi çalışırken, tabiatla hem-hâl olmuşken görürdüm onu. Zaman zaman da yazdığı yazıları gönderirdi. Köyünü, köyünde geçen çocukluğunu, hayvanları, bitkileri anlattığı, buram buram Anadolu ve tabiat ve mâsumiyet kokan yazılarını...
Sonra ondaki öğrenme merâkı her dâim diri, her zaman güçlü idi. Pek çok konuya ilgi duyuyordu; eski eserlere, sanata, sanat târihine, filolojiye; Arapça ve ilahiyat dâhil.
Bir çalışmam için mimar Vedat Tek'in çocuklarına ulaşmam gerekiyordu. Bir müddet araştırdıktan sonra, Vedat Tek'in Nişantaşı'ndaki evinin alt katında Tek'in kızı Selime Yekta Işıtan'a ait bir lokanta olduğu bilgisine ulaşınca, hemen bu hâkim arkadaşı arayıp yardım istediğimde hiç düşünmeden ilk cumartesi gününü bu işe hasretmişti.
Evet, hâkim olmuştu, adalet dağıtıyordu. Ama özünü hiç kaybetmemiş, hiç aşağılık duygularının esiri olmamıştı.. Hâkimlik yaptığı adliyedeki bir duruşmasına, çocuklu bir avukatın çocuğuyla geldiğini bana övünerek anlatmıştı; zira bu ona göre insanî bir şeydi ve insan olmak herşeyden önce geliyordu.
Bir gün köyleri gezeriz onunla diye düşünüyorum; hayvanları ve otları severek."
***


Aradan beş yıl ve on gün geçtikten sonra bugün bu yazının başlığına "ve bir gezgin" ibârelerini ekledim. Zira:
Hani Evliya Çelebinin rüyasında Hz. Muhammed'i görüp "Şefaat ya Resulullah" demek isterken içindeki gezmek arzusundan dolayı "Seyahat ya Resulullah" demesi gibi, Ondaki gezmek arzusu da bu hâkimi, hâkimlikten emekli olup neredeyse bütün vaktini gezmeye hasretmesine sebep oldu.
Dur durak dinlemeden, yorulmadan, çevre şartlarına aldırmadan sâdece Türkiye'yi değil onlarca ülkeyi gezdi. Gezerken sâdece gezdiği mekanları değil insanları tanımaya da önem verdiğini son kitabı olan "Çobanın Yolculuğu"ndan anlıyoruz. Gerçekten her yaştan, her kültürden, her meslekten insanlarla sıcacık  ilişkiler kurduğunun isbatı bir tarhana çorbasının buğusu gibi tütüyor satırlarında. Onun tarzı abartısız,  süslemesiz, hilesiz, ailenizin bir ferdiyle sohbet ediyormuşçasına içten. Gezmenin aynı zamanda "bilmek" demek olduğunun künhüne varmış ve hezarfen bir anlayış seviyesine ulaşmak için çeşitli alanlarda öğrenim görmüş ve gören birisi.
Beş yıl önce yazdığım gibi bir gün köyleri onunla gezmek isteği hâlâ temenni listemde üst sıralarda.
Yolu hep açık olsun.


Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...