Kayıtlar

Geçmiş Zaman Olur ki etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Ihlamur

Resim
Rahmetli dayımın evinde ıhlamur hiç noksan olmazdı. Hatta diyebilirim ki dayımın evine girdiğimde aldığım ilk koku ıhlamur kokusu olurdu. Sobanın üstündeki kalaylı bir bakır çaydanlıkta ıhlamur kaynar, büyükçe cam bardaklara dökülen ıhlamur suyunun rengi tıpkı yukarıdaki resimdeki gibi olurdu. Bu sudan bir bardak da bana doldurulup, içine "Turhal şekeri" de atılınca dünyalar benim olurdu. Esâsen iklim olarak ıhlamur ağcının büyümesi için elverişli olmasına rağmen ne köyümüzde, ne de çevre köylerde ve şehirde ıhlamur yetiştirilmediğinden olsa gerek, kokusuyla lâtif, suyunun tadıyla leziz bu aziz bitki çocuk dünyama oldukça egzotik gelirdi. Sanki masallardan çalınmış gibiydi... Çocukluğumun koklu hâfızasına sinmiş bu râyiha sebebiyle midir bilinmez, ıhlamuru pek bir severim. Ihlamur ağacıyla ilk resmî tanışmam yirmili yaşlarımda iken Yüksek İhtisas Hastanesi'nde çalışırken gerçekleşti. Bu Hastane Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin hemen doğusunda idi. Hastaneye gitmek için ...

Yenişehir Sağlık Koleji - Gençlik Hâtıralarımdan

Resim
Ankara'da Sıhhiye Semtinde, Kurtuluş Parkı'nın batısındaki yolun adı Tuna Caddesi idi. Bu Caddenin üzerinde üç katlı, güney kanadı revaklı uzun bir binâ vardı. Kuzey kanadının güney kanadı ile birleştiği yerde üç kemerli bir girişi olan bu uzunca bina -o zamanki adıyla- Sağlık ve sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı yatılı bir okuldu: Yenişehir Sağlık Koleji. Yenişehir Sağlık Koleji binâsı Bu Okul pek çok açıdan ilkleri barındırırdı. Meselâ, Sağlık ve sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı olarak ilk açılan okul idi. Meselâ ilk kız-erkek karışık okul idi. Meselâ Sağlık Komiserleri Mektebi olarak taa 1946'da açılmıştı... Yenişehir Sağlık Koleji -lise dengi bir okul olmasına rağmen- önemliydi. O kadar ki, zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Okulu ziyâret etmişliği bile olmuş. Benim okuduğum yıllarda, her yılbaşı akşamı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Okulumuza gelir, bize kısa bir konuşma yapar, yeni yılımızı kutlar ve giderdi. Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY Yenişehir Sağlık K...

Bağbozumu - Çocukluk Hâtıralarımdan

Resim
Çocukluğuma ve ilk gençlik yıllarıma dair hâtıralar gittikçe daha çok canlanıyor zihnimde. Ya gençliğe duyulan hasretten ya da o zaman yaşadıklarımızın sâfiyetinden ve güzelliğinden. Her iki hâlde de o hâtıralar daha dün yaşanmış gibi canlı ve renkli; bunların arasında en renklilerinden birisi de bağbozumu. Bağbozumu denildiğinde anlaşılması gereken üzüm bağındaki üzümlerin hasadı ve işlenmesidir. Köyümüzde üzümler ağustos sonu-eylül başında hasat olgunluğuna erişirdi. Eylül başında, bin küsur metre râkımlı köyümüz geceleri hayli serin olmakla birlikte gündüzleri hâlâ sıcak olurdu. Bu yüzden hava iyice ısınmadan çalışmak üzere üzüm bağına oldukça erken gidilirdi. Bağa varıldığında ya güneş henüz doğuyor ya da biraz önce doğmuş, gecenin serinliğinde üzümler de iyice soğumuş olurdu. Bu yüzden bağa vardığımızda ilk işim köyümüzde "hattat" ya da "hatlat" -biraz daha kibarca çavuş üzümü- denilen üzümün çubuğuna koşmak olurdu. Bol sulu,  ince kabuklu, iri tâneli, olgunlaş...

Olmazların Resmî Geçidi

 Babası anlatmıştı...  Henüz tan yerinin ağarmadığı bir erken vakitte karanlığın içinde karşısına çıkan kan kırmızı fistanlı kadının upuzun sarı saçları vardı. Sudan geçemeyince yıldırımvâri ve göz kamaştıran bir ateşe tahvil oldu kadın ve kamaşmışlıkdan neşet eden sekâret hâli ile bütün semayı kuşların kapladığını gördü. Olmazın resmî geçidini icra ediyorlardı sıra sıra ve zurba zurba. Henüz tan yeri ağarmamıştı oysa. Onun karşısına kan kırmızı fistanlı ve sarı saçlı ve ateşe tahvil olan bir kadın çıkmasa da bir başka ateşin sekâretine mahkûm olmuştu. Ve bu hâl içinde beş duyusunun beyni ile bağını kesecek herşey makbûl idi; en çok da tütün. Sanki dumanları beynini kör bir noktada bırakıyordu ve o noktaya hakikatin gölgesi bile düşmüyordu. Sonra isyan kuşları geçiyordu ruhunun âsumanından, her birinin nisyan kuşu olmasını istediği. Olmuyordu...  Ona ait değilmiş gibi gelen elleriyle kalp gözünü kapatamıyordu. Gönül dili lâl olmuştu. Yavaşça batıyordu çaresizlik balçığına...

Kâl gibi hâl de dolandırmış fakiri

 Komedi filmlerinin hisli, romantik sahnelerinde bile gözlerine yağmur bulutları üşüşen birisiyim ben. Ruhu eski asırlarda kalmış, bu zamanlar için modası geçmiş, içi cam kırıklarıyla dolu, yalnız. Bilseniz sevgiye dâir başucu kitabımda neler vardı neler... Vefâyı var zannederdim mesela; dostlar vefâlı olur diye bilirdim. Sevgi ve vefâ anne ile çocuğu gibiydiler. Ve ahde vefâyı âmentü bilirdim. Nezâket ve nezâheti olmazsa olmaz bilirdim sonra. Niyetler, yayla pınarları gibi berrak ve temiz derdim. Dil hep doğru söyler, Dost kırmaz, dost incitmez zannederdim.  *** Heyhat...  Ömrün kahır ekseriyeti geçince anladım bâzı şeyleri! Vefâ bir semt adıymış hep söyledikleri gibi. Dilin kemiğinin olmadığı mıh gibi çakıldı beynime.  Dostların saklı bohçalarında hasedi gördüm; o dostlar ki gerçek güzeli balçıkla sıvamak ve kendi çirkinlerini güzel gibi gösterebilmek için elleri balçığa bulanmıştı. Sen derken bile ben diyen diller, hakikati saklamak için kaçırılan gözler gördüm......

Kayıplarımız

Ne güzel insanlarımız vardı, merhametli. Kuş evleri yapan... Ne güzel insanlarımız vardı, yardımsever. Komşusu açken tok yatmayan... Ne güzel insanlarımız vardı, hayırhah,  âcizler için vakıflar kuran... Ne güzel insanlarımız vardı, dünyayı kendisine emanet olarak gören... Ne güzel insanlarımız vardı, hayvanları seven, ağaçlar diken... Önce birer birer pir-i fâni oldular sonra dar-ı bekâya göçtüler. Büyüklerini düşünmeyen gençlerimiz, hayvanlara eziyet eden, paradan başka değeri olmayan insanlarımız var şimdi. Tek kıstası madde olan, açgözlü, bencil. *** Ne güzel evlerimiz vardı, bahçeli. Bahçesinde meyve ağaçları olan.. Ne güzel evlerimiz vardı, sığındığımız. Ailenin büyükleri ve küçüklerinin bir arada olduğu... Ne güzel evlerimiz vardı, ferahladığımız . Gölgeli, serin sofaları, mahrem avluları olan... Ne güzel evlerimiz vardı, kerpiçten, taştan, tahtadan. Hımışı, bağdadileri olan... Ne güzel evlerimiz vardı, huzur veren, yuva olan... Önce birer birer terkedildiler, sonra ya yıkıl...

Ne Güzel Hazanlarımız Vardı

 Yermeye kıyamadığımız hüzünlerimiz vardı; hazanlarda serpilen, içimizi titreten... Yağmur çiseltisi, toprak kokusu, bin renkli yapraklar... Elveda diyen meyvelerin bayıltan rayihası... Gittikçe kısalan günlerde bir şeyleri yetiştirmenin, bir yerlere yetişmenin telaşı... Uzak bir iklimden gelen soğukların akşamları hissedilen nefesi... Yağmurun vurduğu camların ardında içilen buğusu tüten çaylar... Nihaventden gelip hicazda eğleşen ve hüzzama doğru hicret eden şarkılar... Hâk ile yeksan olmak üzere dallarla vedalaşan altın renkli yapraklar... Gittikçe artan yalnızlıklar... Velhasıl Ne güzel hazanlarımız vardı, doya doya yaşayamadığımız...

Yağmurlardan sonra

" Yağmurlardan sonra büyürmüş başak " demişti ya Diriliş şâiri, yağmurlu bir yaz gecesinde, yağmur dinip de yıldızlar bulutların arasından  göz kırpmaya başladığında, içimize yağan yağmurlardan sonra neyin büyüdüğü sorusu bir mıh gibi çakılınca aklıma, ihtimaller uç vermeye başladı... Salkım söğütlerin iç gıcıklayıcı yaprak hışırtılarının sofra bezi olduğu gece yarısı sohbet sofraları... Kalbimin, aklımın önünde koştuğu delişmen zamanlar... Sonbahara delicesine vurgun olduğum hüzünbaz yaşlarım... Siyah beyaz Türk filmlerindeki yakıcı şarkıların kalbime kıymık gibi saplandığı yıllar... Sultanıyegâh sirtonun üçüncü hânesine geçemediğim geceler... Erken ikindi vakitlerindeki kalp çarpıntılarım... İhtimallerin peşinde dönüşü olmayan yollara sapmalarım... Kimi zaman bin sebepli kimi zaman sebepsiz bitişler... Kendimden kaçışlarım... Kalbimin derinlerinde uçmaya varmış keşkelerim... Gidip de dönülemeyecek uzaklar... Seslerin duyulamayacağı mesâfeler... İçi içine sığmayan mutlar... ...

Kat-ı Zeban

 Hadi, çocukluğunun bakkal dükkanında farzet kendini. Nemli bisküvi kokusunu hisset.  Sonra kopya kalemiyle semaya çizilmiş devâsa resimler girsin rüyana.  Akşam üstü oyunlarını terketmenin zorluğu sarsın içini. Bir yanda seni tatlı bir ökse gibi çeken oyun diğer yanda seni gerçeğe çağıran ses. Oyun arkadaşlarının kurnazlıkları, çocukça hesapları, benmerkezci hasetleri...  Ve sen kendini anlatamayan çocuk. Yok, hayır.. çocukluğunun bakkal dükkanlarından çık ve seni evinden uzak bir gurbete götüren o şehirlerarası otobüsün mazot kokulu iklimine sığın. Yok artık o bakkal dükkanları. Sararmaya yüz tutmuş başakların arasında çocukluğa baş kaldıran koşuşturmalar da. O başakların boy verdiği tarlalar otların istilâsına uğramış, o tarlaların olduğu köy ışığı sönen bir lamba gibi şimdi. Sonra ikindi vaktinin sersemletici ikliminde gezilen havuz başları da. Mâviden yeşile kayan ummanlar da. Şimdi ikindiler siyah-beyaz işlere hasredilmiş hâlde ve ummanların hayâli dahi fersah ...

Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi...

 Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi. Böyle demiş Halil Cibran. Ne kadar da doğru. Çok tâze bir yaprak dökümü vesîlesiyle bu sözün doğruluğu bir defa daha tebeyyün etti. Otuzbeş yaşı "yolun yarısı" olarak belirtip kırkaltı yaşında terk-i diyar eden şâirin dediği gibi; Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. Hayatının ortalarında tanımıştım onu. Aynı Bakanlıkta çalışıyorduk. Ortak bir zevkimizin olduğu söylenince tanışmıştık. Bu tanışıklığımız hep sürdü. İlâhiyat fakültesinden terk idi. Arapça ve Farsça öğrenmenin zorluğundan bıraktığını söylerdi mektebi; bir yandan da Arapça öğrenmeye çalışarak. Bâzı Arapça kelîmelerin etimolojisinden, sözlük mânâlarından bahsetse de hiç öğrenemedi Arapça'yı. Dine karşı alâkası nev-i şahsına münhasır idi. İslâma ne bir oryantalist gibi, ne de alelâde bir müslüman gibi bakardı; İslâm konusunda verilen hükümlere skeptik bir yaklaşımı vardı. Hep bir kitap yazmak istedi. Yazamadı. Hiç para-pul derdinde ve pe...

Vazgeçmeye senfoni

Yak artık gemilerini. Bırak herşey burada kalsın, şu zamanda. Geçmiş zamanları ve o zamanların hüküm sürdüğü mekânları özleme. Bütün sonralar kahrolsun, yalnız şu an önemli de ya da carpe diem . Çöz artık gönül kuşunu. Bırak gitsin... Olmadı işte, olamadı. Şâir " Sende, ben, imkansızlığı seviyorum " demiş ya, sen de böyle söyle ve bunu tembihle kalbine. Hayır, imkânsızlığı da sevme, olurları çağır uzaklardan. Hep öğüt verirler ya, dinle onları. Tutması zor olsa da dinle. Sonra gönül sürgününü bitir ve sıradanlığın hüküm sürdüğü zamanlara gel amma zinhar giyme o libası. Dönüp bakma ardına. Kırılsın, dökülsün, yansın, bitsin. Unut olmazları. Parmak uçlarındaki ağrının ilacı olmadı mı yıllar! Zaman silmedi mi ruhundaki izleri! Şimdi kendi taburcu raporunu yaz yıllardır beklemekten gevremiş o saman kağıda... Amma çocuk, gönlündeki çıbandan kork yalnızca ve onu kor demirle dağla ki şirpençe olmasın. Sükuttan başka dostunun olmadığı beyan olunduğunda kalbine " Şîrler pençe-i k...

Opus 1/C

 Pembe, eflâtun ve mor renkli sislerle yer yer silinmiş Dersaadet hayâlleri üşüştü gecenin bir vakti içime. Ve birden nîce âhu gözlü güzellerin nazârına mazhar olmuş ıhlamurların kokusunu hissettim sanki... Hepsinin ortasında nâzenin bir el ve hezar-his ve âteşin gözler vardı; yine içimi ısıtan... Sonra söylenmemiş ve belki de hiç söylenemeyecek sözler döküldü bir avuç kor gibi rûhuma. Sustum ve sustu, yıllar evvel olduğu gibi. Kafamdaki isfithamlar bir derece daha ziyade oldu. Sezai Karakoç'un dediği gibi "ya ben bulutları anlamıyorum ya bulutlar benden bir şey bekler"... Belki de fazlaca korkağım ya da fazlaca cesur.. Belki de fazlaca şüpheciyim ya da fazlaca vurdumduymaz... Belki de yanılmaların batağındayım ya da fazlaca anlamaz... Kafamda binbir soru... Yıllar yıllar önce yazdığım bir şiirimde demişdim ki "Menâif-i âmme için bana kat-ı zeban gerekdir." Susmalı mıyım ya da daha çok mu konuşmalıyım... Ben kimim, neredeyim, nereye varmak istiyorum... Yeni şii...

Zaman yolculuğu

Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı... Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır... İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara... Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara... Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde. Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine. Sonra haylazlıklarınız ... Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler. Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar. Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler... Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da. Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada. Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz       ...

Af için sözler

Bir karınca ordusu gibi gelen       ve bir akıncı gibi giden, kaçan ölümcesine birden -h â yır ben bir yalancıyım- gene bir karınca gibi giden, kopan Gelme demediğim ve gitme diyemediğim     -esbâb-ı mûcibesi meçhûl- Sükûn ve celâlle tereddüdü yaşatan     -ki önceden de tanırdım- Sığındığım ve kızdığım ve bildiğim ve bilemediğim Olur ve olmazların meydana gelmeye korktuğu ey kısacası sebeb-i tereddüdüm ve dost-u bîteklifim Tuz ve ekmek hakkından başka Limon ve ıhlamur hakkı dahi aramızda bulunan Dostum ve yoldaşım -çün, pek uzak ve pek kısa yollara birlikte gittiğimiz- Yanlış zamanda ve yanlış mekânda tanıdığım Beraber güldüğüm ehl-i dilim Dağlar ve ovalar ardındaki dost kerre dost Anlıyor ve biliyoruz Öyle değil mi? Yaşanmış üç beş buruk zam â nı Geçmiş bir zamandan  ve bir boşluktan yaşanmamışlıktan daha başka bir isimle anacağız      değil mi? Henüz bilinmeyen ve kadîm zamanlard...

Zaman bizden aldı bütün sırrını

Âsumanî atlasa bir ucundan safran dökdüğü saatlerde güneşin İçimin binrenkli kağıdına gözlerimle çizerdim sûretleri eskiden.. oysa tebeşirle çizilmiş bir resim gibi sûretin ... sûretin ki siyah üstüne beyaz hem ve bilmemek zehriyle müzeyyen ve hem her ân silinmek ihtimâliyle yaralı.. Varılmaz menziller gibi olsa da bilmek Seni bulmak ümîdi Ve sensin zannıyla bakdım bütün yüzlere.. Yüzler şeklini kaybederken her dönemeçde eskiden Şimdi her köşe başının yükü bir ihtimal bulmak.. İhtimâlin kapısı hep aralık olurdu eskiden ve nârin bir el silerdi “yasak” kelîmesini ân’ın lügâtinden... Zaman bizden aldı bütün sırrını .. Her nisan ipek bohçalarda rüzgar bulurdum eskiden Rüzgar ki ayandı             yüzler gibi Serindi... Gelmeyeni beklemek ihtimâli tutuşturdu da Şimdi Nemrut ateşiyle yanmakda nisan.. Sorma, bu aynı nisan mı diye değil.. Demek zaman bizden aldı bütün sırrını... B...

Çıkılmamış yolların nihâyeti

O beni bekleyedursun tül yapraklarının düşmesinden korkarak, ben ona şiir yazmak için gece ülkesine sığındım. En uzununu, en öldürücüsünü, en güzelini, en aşk olanını hayatımın şiirini yazmak için bir gönüllü sürgüne çıktım.  Ya o yok ya ben görmüyorum... "Onsuzluk" makâmındayım çocuk. Perspektifsiz ortaçağ gravürleri gibi sathî, yersinia’lı zamanlar gibi hayatsız onsuzluk; “ölüme üç var” zamanlardayım. Ehemmiyetsizlik makamıdır vardığım, neye yarar erişmek.. Ne akkuşların kanadı ve ne demirden kuşlar almadı beni; götürmedi bilmenin yokluk diyârına. Seninle bir günü özlemek düşüncesinden başka müebbed hicrimi tatdırmadı hiçbir şey. Günlerce öteden nefesini hissetmek kadar hiçbir şey zehir ve panzehir olmadı ruhumun uçsuz bucaksız hummasına.. 29 nisan 2006 günlerden cumartesi Ve bugün bir macginitiea wyomingensis yaprağı gördüm çok milyon yıllık, bana senin hayalinle dantelli geleceği düşündürdü hudutsuz..  29 nisanı 30 nisana bağlayan gecenin sabah...

Bir küçük beyaz martının serencâmı

Girizgâh ölüdeniz girdaplarının yorgunu bir geç vakitde denize pek uzak bir kurak vâdide bir küçük martı ile tesadüf etdi geceleyin.. incecik bir daldan damlayacak yağmur damlası gibi ürkekdi martıcık; öylece durdular.. martı, elbisesi tereddüdden bir dikkatle süzüyordu adamı.. kelâmdan başka herşey sükûndu gecenin içinde ve hayâllerden başka; ölüm ânına saklanan hayâllerden.. gece sükûndu.. zifiri sükûn.. *** yorgun yollar her gece o ıssız ve kurak vâdiyi kervansaray eyledi sessizce ve isteyerek ve merakla ve o küçük martıyı görmek umudu ile... martı her gece geldi o ıssız ve kurak vâdiye ve her geçen gün anladı ki bulunduğu daldan kopmakdan korkmuyordu.. ürkekdi martıcık hâlâ, yorgun adama güvenir gibi olsa da.. zamanla adam, martının beyazrengini de gördü gecenin içinde.. sükûn gecelerinin kısa süren serencâmı ve küçük beyaz martının serencamının hikâyesidir bu.. Cihet-i târif Kalamış'ta akşamın gölgesi Salacak'da kızkulesinin ışıkları, Mısırçarşısı'nda s...

Kış başlarken

Hangi sebeple vazgeçilmez bir aşk duyuyorum ona bilmiyorum; uzun zamandan beri böyle. Ama bitti işte. Sonbahardı, hazandı derken bitti. Yağmurlar gitti ve kar geldi. Neler geliyor aklıma hazan denildiğinde bir bilseniz... Çocukluğum geliyor mesela. Sarının binbir tonunun kahverengiye ve toprak rengine yolculuğu geliyor. Sıcacık bir soba başında geçirilecek zamanlara hazırlanmak geliyor. Ayvaların serhoş edici kokuları geliyor. İncecik yağan yağmurda babamın ceketinin altına beni saklaması geliyor. Sonra çocukluktan gençliğe geçiş zamanlarımın bana hazanla hüznü sevdirmesi geliyor aklıma. Gurbetle ilk aşkın yakıcı vâdisindeki yağmurlara iptilam geliyor. Kurtuluş Parkının sonbahar elbiseli hâli geliyor. Nihâyet hayatımın sonbaharında kendimi kandırışlarım geliyor. Bunlar bir film şeridi gibi geçerken içimden, uzaklardan acemkürdî bir vazgeçiş şarkısı çalınıyor kulağıma. Farzet bir rüyaydı, uyandım bitti Farzet bir hayaldi kayboldu gitti Farzet gözlerim bir oyun etti İki gö...

Nostalji

Nostalji kelîmesi için Büyük Türkçe Sözlük'de " Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik, gündedün " karşılığı veriliyor. Kaynaklarda kelîmenin kökünün eski Yunanca'daki nóstos (vatana dönme, sıla) ve  álgos ( acı ) kelîmelerinden geldiği belirtiliyor; dolayısıyla sıla hasreti, sıla hasretinden acı duyma hâlini anlatan bu iki kelîme Fransızca'da " nostalgie " olmuş ve Türkçe'ye bu okunuştan geçmiştir. Hemen hemen herkes geçmişe -az ya da çok- bir hasret duyar. Bu hasret, eski olanın iyi ve güzel oluşundan mı kaynaklanmaktadır acaba?  Yaşadığımız zamana göre geçmişte kalan olayları ve nesneleri vasıflandırırken, geçmiş mânâsında eski sıfatını kullanıyoruz. Dünya nüfusunun gittikçe arttığı, gittikçe daha çok, daha büyük, daha yüksek binalar yapıldığı, daha çok motorlu araç kullanılmaya başlandığı inkâr edilemez bir vakıadır; dolayısıyla nesnelerde bir karmaşıklaşma, çoğalma olması ...

Tagaddî

Başlığı okuduğunuzda İtalyanca bir kelîme olduğunu düşünüyorsunuz değil mi? Ben de öyle düşünmüş idim; ama değilmiş. Çok değil onbeş yirmi yıl önce Ankara bu kadar "genişlememiş", bu kadar yayılmamıştı. Meselâ, birkaç ünlü otobüs firmasının kendilerine ait terminalleri vardı ve bu terminaller Eskişehir yolunun Ankara'ya eriştiği noktada idi. Bunlardan birisi şu an Armada alışveriş merkezinin hemen batısında şimdi Mövenpick otelinin olduğu yerde, diğeri de yolun karşısında idi; ki bugün hâlâ duruyor. Bu ikinci özel terminalin doğusunda -yanlış hatırlamıyorsam- tek katlı bir binada bir lokanta vardı ve ismi de "Tagaddi" idi. Gelip geçerken bu lokantanın ismini her okuduğumda ismi İtalyanca zanneder, Türkçe yerine bir başka lîsanda bir isim koydukları için işletmenin sâhiplerine kızgınlık duyardım.   Ne kadar yanılmışım... Yıllar sonra tagaddî kelîmesinin "gıda" kelîmesinden gelen ve gıdalanmak, beslenmek mânâsına gelen bir kelîme olduğunu öğrendim. ...