Geçmiş Zaman Olur ki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Geçmiş Zaman Olur ki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2024 Pazartesi

Kâl gibi hâl de dolandırmış fakiri

 Komedi filmlerinin hisli, romantik sahnelerinde bile gözlerine yağmur bulutları üşüşen birisiyim ben.

Ruhu eski asırlarda kalmış, bu zamanlar için modası geçmiş, içi cam kırıklarıyla dolu, yalnız.

Bilseniz sevgiye dâir başucu kitabımda neler vardı neler...

Vefâyı var zannederdim mesela; dostlar vefâlı olur diye bilirdim.

Sevgi ve vefâ anne ile çocuğu gibiydiler.

Ve ahde vefâyı âmentü bilirdim.

Nezâket ve nezâheti olmazsa olmaz bilirdim sonra.

Niyetler, yayla pınarları gibi berrak ve temiz derdim.

Dil hep doğru söyler,

Dost kırmaz, dost incitmez zannederdim. 

***

Heyhat... 

Ömrün kahır ekseriyeti geçince anladım bâzı şeyleri!

Vefâ bir semt adıymış hep söyledikleri gibi.

Dilin kemiğinin olmadığı mıh gibi çakıldı beynime. 

Dostların saklı bohçalarında hasedi gördüm; o dostlar ki gerçek güzeli balçıkla sıvamak ve kendi çirkinlerini güzel gibi gösterebilmek için elleri balçığa bulanmıştı.

Sen derken bile ben diyen diller, hakikati saklamak için kaçırılan gözler gördüm...

Anladım ki bu zamanın sözleri gibi gözleri de çok zaman önce vedâlaşmış gerçekle.

Gökkuşağının henüz kirlenmediği zamanlara ait ne varsa uzak bir iklimde müebbeden nefyedildiler.

Ve ne hazindir ki bu sürgün kervanının muhafızları arasında tanıdık simalar vardı!

***

Anladım yaşadığım zamanların hülasasını.

Ruhun pusulası iflas edeli hayli zaman olmuş.

Kâl gibi hâl de dolandırmış fakiri. 

Baharlar çiçeksiz artık. Gölgeler serinletmiyor...

***

 Komedi filmlerinin hisli, romantik sahnelerinde bile gözlerine yağmur bulutları üşüşen birisiyim ben demiştim hani; o bulutlar gittikçe daha sık uğrar oldular feri azalan gözlerime.


18 Temmuz 2023 Salı

Kayıplarımız

Ne güzel insanlarımız vardı, merhametli. Kuş evleri yapan...

Ne güzel insanlarımız vardı, yardımsever. Komşusu açken tok yatmayan...

Ne güzel insanlarımız vardı, hayırhah,  âcizler için vakıflar kuran...

Ne güzel insanlarımız vardı, dünyayı kendisine emanet olarak gören...

Ne güzel insanlarımız vardı, hayvanları seven, ağaçlar diken...

Önce birer birer pir-i fâni oldular sonra dar-ı bekâya göçtüler.

Büyüklerini düşünmeyen gençlerimiz, hayvanlara eziyet eden, paradan başka değeri olmayan insanlarımız var şimdi. Tek kıstası madde olan, açgözlü, bencil.

***

Ne güzel evlerimiz vardı, bahçeli. Bahçesinde meyve ağaçları olan..

Ne güzel evlerimiz vardı, sığındığımız. Ailenin büyükleri ve küçüklerinin bir arada olduğu...

Ne güzel evlerimiz vardı, ferahladığımız . Gölgeli, serin sofaları, mahrem avluları olan...

Ne güzel evlerimiz vardı, kerpiçten, taştan, tahtadan. Hımışı, bağdadileri olan...

Ne güzel evlerimiz vardı, huzur veren, yuva olan...

Önce birer birer terkedildiler, sonra ya yıkıldılar ya da arsa olarak satıldılar.

Bahçesiz, sofasız, bağdadisiz, avlusuz rezidanslarımız var şimdi. Beton, çelik ve seramikle özü kurutulmuş. En yakın aile fertlerinin ayrı ayrı yaşadığı.

***

Ne güzel lisanımız vardı, kış gününü bahar letafetiyle târif edebilen...

Ne güzel lisanımız vardı, yeşillikler içinde akan derenin şırıltısını mücesemmleştiren...

Ne güzel lisanımız vardı, şiirin şiiri olan...

Ne güzel lisanımız vardı, ana sütü gibi temiz ve bizim olan...

Ne güzel lisanımız vardı, bütün nesillerin biribirini anladığı...

Önce birer birer kelimeler düşman ilan edildiler, unutturuldular sonra da yerine ya kelime uydurdular ya da batıdan kelimeler soktular.

Üç neslin biribirini anlamadığı, birkaç yüz kelimeyle meram anlatılmaya çalışılan kupkuru bir dil var şimdi. 

Güzelliklerimizi, hasletlerimizi birer birer yok ediyor ve gittikçe kurumuş dere yataklarına dönüyoruz.. Velhâsıl iyi ve güzel ne varsa yitiriyoruz.





28 Şubat 2023 Salı

Ne Güzel Hazanlarımız Vardı

 Yermeye kıyamadığımız hüzünlerimiz vardı; hazanlarda serpilen, içimizi titreten...

Yağmur çiseltisi, toprak kokusu, bin renkli yapraklar...

Elveda diyen meyvelerin bayıltan rayihası...

Gittikçe kısalan günlerde bir şeyleri yetiştirmenin, bir yerlere yetişmenin telaşı...

Uzak bir iklimden gelen soğukların akşamları hissedilen nefesi...

Yağmurun vurduğu camların ardında içilen buğusu tüten çaylar...

Nihaventden gelip hicazda eğleşen ve hüzzama doğru hicret eden şarkılar...

Hâk ile yeksan olmak üzere dallarla vedalaşan altın renkli yapraklar...

Gittikçe artan yalnızlıklar...

Velhasıl

Ne güzel hazanlarımız vardı, doya doya yaşayamadığımız...




13 Temmuz 2022 Çarşamba

Yağmurlardan sonra

"Yağmurlardan sonra büyürmüş başak" demişti ya Diriliş şâiri, yağmurlu bir yaz gecesinde, yağmur dinip de yıldızlar bulutların arasından  göz kırpmaya başladığında, içimize yağan yağmurlardan sonra neyin büyüdüğü sorusu bir mıh gibi çakılınca aklıma, ihtimaller uç vermeye başladı...

Salkım söğütlerin iç gıcıklayıcı yaprak hışırtılarının sofra bezi olduğu gece yarısı sohbet sofraları...

Kalbimin, aklımın önünde koştuğu delişmen zamanlar...

Sonbahara delicesine vurgun olduğum hüzünbaz yaşlarım...

Siyah beyaz Türk filmlerindeki yakıcı şarkıların kalbime kıymık gibi saplandığı yıllar...

Sultanıyegâh sirtonun üçüncü hânesine geçemediğim geceler...

Erken ikindi vakitlerindeki kalp çarpıntılarım...

İhtimallerin peşinde dönüşü olmayan yollara sapmalarım...

Kimi zaman bin sebepli kimi zaman sebepsiz bitişler...

Kendimden kaçışlarım...

Kalbimin derinlerinde uçmaya varmış keşkelerim...

Gidip de dönülemeyecek uzaklar...

Seslerin duyulamayacağı mesâfeler...

İçi içine sığmayan mutlar...

Benzi sarartan hüzünler...

Ve hülâsası şiire tahvil olan yaşanmışlıklar...

Daha onlarca şey üşüştü aklıma.

Yağmur, içimizdeki yangın yerinin küllerini yıkadıkça açığa çıkan tahnit edilmiş hatıralar velhâsıl. Notalarına hasret kokuları sinmiş geçmiş zaman şarkıları mırıldanan hatıralar. Kimi milyonlarca ışık yılı mesâfedeki körsen bir yıldız kadar uzak, kimi kurşun geçirmez camekânlarda sergilenen elmaslar kadar değerli ve erişilmez... Hepsi de renkleri solmuş, dili lâl olmuş cennet kuşları gibi tünemişler zamanın dallarına.

İçimize bakan o gizli gözün feri de gittikçe azalıyor ve onlarla aramızdaki sis perdesi her geçen gün daha da kesif bir hâle geliyor; yağmurların boşa yağacağı bir menzile doğru giderken.

26 Kasım 2021 Cuma

Kat-ı Zeban

 Hadi, çocukluğunun bakkal dükkanında farzet kendini. Nemli bisküvi kokusunu hisset. 

Sonra kopya kalemiyle semaya çizilmiş devâsa resimler girsin rüyana. 

Akşam üstü oyunlarını terketmenin zorluğu sarsın içini. Bir yanda seni tatlı bir ökse gibi çeken oyun diğer yanda seni gerçeğe çağıran ses. Oyun arkadaşlarının kurnazlıkları, çocukça hesapları, benmerkezci hasetleri... 

Ve sen kendini anlatamayan çocuk.

Yok, hayır.. çocukluğunun bakkal dükkanlarından çık ve seni evinden uzak bir gurbete götüren o şehirlerarası otobüsün mazot kokulu iklimine sığın.

Yok artık o bakkal dükkanları.

Sararmaya yüz tutmuş başakların arasında çocukluğa baş kaldıran koşuşturmalar da. O başakların boy verdiği tarlalar otların istilâsına uğramış, o tarlaların olduğu köy ışığı sönen bir lamba gibi şimdi.

Sonra ikindi vaktinin sersemletici ikliminde gezilen havuz başları da. Mâviden yeşile kayan ummanlar da. Şimdi ikindiler siyah-beyaz işlere hasredilmiş hâlde ve ummanların hayâli dahi fersah fersah ötelerde...

Saklanan küçücük yâdigârlar yitiklerin birer cüzü şimdi. Sorsam hatırlanmaz belki de, o kadar yitik, o kadar eski, o kadar yokmuşlar...

Avuçlardan çıkan ırmaklar ırak bir iklimin sam yeliyle kurumuş ve artık gözlerde yağmur bulutları gezmiyor... Duygular şimdi maktûl...

Bu kurak vâdide bir tek şiir kalmıştı hayatta; zaman denilen kaatil ona da uğradı ve nihâyet şiir de öldü.

Yokların muhasebesi de yok.

Ve menaif-i âmme için kat-ı zeban dahi yok.


Zeyl: Hem-zebân dahi olmadığı hususu işbu lâyihaya zeyl ve beyan olunur.

Hâşiye: İşbu lâyihanın anlaşılamaması hâlinde kamusa müracaata gerek yoktur. Anlaşılamıyorsa anlamak için çaba sarfetmek beyhudedir.

23 Mart 2021 Salı

Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi...

 Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi. Böyle demiş Halil Cibran. Ne kadar da doğru. Çok tâze bir yaprak dökümü vesîlesiyle bu sözün doğruluğu bir defa daha tebeyyün etti.

Otuzbeş yaşı "yolun yarısı" olarak belirtip kırkaltı yaşında terk-i diyar eden şâirin dediği gibi;

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Hayatının ortalarında tanımıştım onu. Aynı Bakanlıkta çalışıyorduk. Ortak bir zevkimizin olduğu söylenince tanışmıştık. Bu tanışıklığımız hep sürdü.

İlâhiyat fakültesinden terk idi. Arapça ve Farsça öğrenmenin zorluğundan bıraktığını söylerdi mektebi; bir yandan da Arapça öğrenmeye çalışarak. Bâzı Arapça kelîmelerin etimolojisinden, sözlük mânâlarından bahsetse de hiç öğrenemedi Arapça'yı.

Dine karşı alâkası nev-i şahsına münhasır idi. İslâma ne bir oryantalist gibi, ne de alelâde bir müslüman gibi bakardı; İslâm konusunda verilen hükümlere skeptik bir yaklaşımı vardı.

Hep bir kitap yazmak istedi. Yazamadı.

Hiç para-pul derdinde ve peşinde olmadı. Neredeyse bütün emekli maaşını hayvanlara, özellikle de çok sevdiği kedilere harcadı. Hayvan sevgisinin ve merhametinin şâhikası idi.

Evet, ölüm herşeyi değiştirdi. Ağacımızdan bir yaprak daha düştü. Gittikçe artıyor yalnızlığımız...

Rabbim merhametiyle muamele etsin.


12 Şubat 2021 Cuma

Vazgeçmeye senfoni

Yak artık gemilerini.

Bırak herşey burada kalsın, şu zamanda. Geçmiş zamanları ve o zamanların hüküm sürdüğü mekânları özleme. Bütün sonralar kahrolsun, yalnız şu an önemli de ya da carpe diem.

Çöz artık gönül kuşunu.

Bırak gitsin...

Olmadı işte, olamadı. Şâir "Sende, ben, imkansızlığı seviyorum" demiş ya, sen de böyle söyle ve bunu tembihle kalbine.

Hayır, imkânsızlığı da sevme, olurları çağır uzaklardan.

Hep öğüt verirler ya, dinle onları. Tutması zor olsa da dinle.

Sonra gönül sürgününü bitir ve sıradanlığın hüküm sürdüğü zamanlara gel amma zinhar giyme o libası.

Dönüp bakma ardına.


Kırılsın, dökülsün, yansın, bitsin.

Unut olmazları.


Parmak uçlarındaki ağrının ilacı olmadı mı yıllar! Zaman silmedi mi ruhundaki izleri!

Şimdi kendi taburcu raporunu yaz yıllardır beklemekten gevremiş o saman kağıda... Amma çocuk, gönlündeki çıbandan kork yalnızca ve onu kor demirle dağla ki şirpençe olmasın.

Sükuttan başka dostunun olmadığı beyan olunduğunda kalbine "Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân" de ve zebûn olduğunu da unut.

3 Şubat 2021 Çarşamba

Opus 1/C

 Pembe, eflâtun ve mor renkli sislerle yer yer silinmiş Dersaadet hayâlleri üşüştü gecenin bir vakti içime.

Ve birden nîce âhu gözlü güzellerin nazârına mazhar olmuş ıhlamurların kokusunu hissettim sanki... Hepsinin ortasında nâzenin bir el ve hezar-his ve âteşin gözler vardı; yine içimi ısıtan...

Sonra söylenmemiş ve belki de hiç söylenemeyecek sözler döküldü bir avuç kor gibi rûhuma.

Sustum ve sustu, yıllar evvel olduğu gibi. Kafamdaki isfithamlar bir derece daha ziyade oldu. Sezai Karakoç'un dediği gibi "ya ben bulutları anlamıyorum ya bulutlar benden bir şey bekler"... Belki de fazlaca korkağım ya da fazlaca cesur.. Belki de fazlaca şüpheciyim ya da fazlaca vurdumduymaz... Belki de yanılmaların batağındayım ya da fazlaca anlamaz... Kafamda binbir soru... Yıllar yıllar önce yazdığım bir şiirimde demişdim ki "Menâif-i âmme için bana kat-ı zeban gerekdir." Susmalı mıyım ya da daha çok mu konuşmalıyım... Ben kimim, neredeyim, nereye varmak istiyorum... Yeni şiirler mi yazmalıyım kendime dâir yoksa şiir ikliminden müebbeden hicre mi mahkûm eylemeliyim kendimi... Bil(e)miyorum.

Ihlamur yaprakları sarardı da içimi hazan rengine boyadı.

Sustum ve sustu. Yıllar evvel olduğu gibi.

(Opus 1/C'nin sonu)



6 Ocak 2021 Çarşamba

Zaman yolculuğu

Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı...

Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır...

İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara...

Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara...

Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde.

Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine.

Sonra haylazlıklarınız ...

Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler.

Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar.

Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler...

Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da.

Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada.

Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz

                    de söylemeyemezsiniz...

Günler ve haftalar ve aylar ve yılların ipliğinden örülmüş kozalarda bulursunuz bir şeyleri; canlı amma mahpusdurlar.

Yeşillerin sarardığını, sarıların kirlendiğini, kırmızıların gülmediğini, beyazın masumiyetini yitirdiğini, zamanın gittikçe daha hızlı aktığını, "dur ey geçme zaman" esrikliğini bekleyen bir Mephisto olmadığını anlarsınız.

Zaman geçmiştir.. zamanlar geçmiştir. Küllerle dolu yangın yerinde taa derinlerinde külün, bir küçücük kor parçası... 

Yakar bir yerlerinizi.

Hepsi o kadar...

Zaman denilen törpünün sâdece hücrelerinizi değil ruhunuzu da törpülediğini, içinizde yıllanmış kabuklar olduğunu anlarsınız. Mâzi ile hâlin biribinin yüzüne gülen iki hasım olduğunu da.

Geçmiş geçmiştir. Anlarsınız.

6 Temmuz 2020 Pazartesi

Af için sözler


Bir karınca ordusu gibi gelen
      ve bir akıncı gibi giden, kaçan
ölümcesine birden
-hâyır ben bir yalancıyım-
gene bir karınca gibi giden, kopan
Gelme demediğim ve gitme diyemediğim
    -esbâb-ı mûcibesi meçhûl-
Sükûn ve celâlle tereddüdü yaşatan
    -ki önceden de tanırdım-
Sığındığım ve kızdığım ve bildiğim ve bilemediğim
Olur ve olmazların meydana gelmeye korktuğu ey
kısacası sebeb-i tereddüdüm ve dost-u bîteklifim
Tuz ve ekmek hakkından başka
Limon ve ıhlamur hakkı dahi aramızda bulunan
Dostum ve yoldaşım
-çün, pek uzak ve pek kısa yollara birlikte gittiğimiz-
Yanlış zamanda ve yanlış mekânda tanıdığım
Beraber güldüğüm ehl-i dilim
Dağlar ve ovalar ardındaki dost kerre dost
Anlıyor ve biliyoruz
Öyle değil mi?
Yaşanmış üç beş buruk zamâ
Geçmiş bir zamandan 
ve bir boşluktan
yaşanmamışlıktan daha başka bir isimle anacağız
    değil mi?
Henüz bilinmeyen ve kadîm zamanlardan beri hiç bilinmemiş bir isimle
Bir sıcaklık olarak, bir sessizlik
ve kekre bir güzellik olarak...
Velhâsıl öyle ya da böyle
-anlatabilmek de zâten şart değil-
Bir kaç damla su gibi bir şey belki de?
Ya da sessizlik gibi...
Anlayabildiğimiz bir şeylerimiz olacak
Sebeb-i tereddüdüm, ehl-i dilim, yoldaşım
Olmaz zamanda bir mühr-ü hâfi bir yerlerde duracak
İçimde bir yerlerde bir kesilmiş damardan
Bir yerlere hep boşluk dolacak..

20 Haziran 2020 Cumartesi

Zaman bizden aldı bütün sırrını


Âsumanî atlasa bir ucundan safran dökdüğü saatlerde güneşin
İçimin binrenkli kağıdına gözlerimle çizerdim sûretleri eskiden..
oysa tebeşirle çizilmiş bir resim gibi sûretin ...
sûretin ki siyah üstüne beyaz hem
ve bilmemek zehriyle müzeyyen
ve hem
her ân silinmek ihtimâliyle yaralı..

Varılmaz menziller gibi olsa da bilmek
Seni bulmak ümîdi
Ve sensin zannıyla bakdım bütün yüzlere..
Yüzler şeklini kaybederken her dönemeçde eskiden
Şimdi her köşe başının yükü bir ihtimal bulmak..

İhtimâlin kapısı hep aralık olurdu eskiden
ve nârin bir el silerdi
“yasak” kelîmesini ân’ın lügâtinden...

Zaman bizden aldı bütün sırrını ..
Her nisan
ipek bohçalarda rüzgar bulurdum eskiden
Rüzgar ki ayandı
            yüzler gibi
Serindi...

Gelmeyeni beklemek ihtimâli tutuşturdu da
Şimdi Nemrut ateşiyle yanmakda nisan..
Sorma, bu aynı nisan mı diye
değil..

Demek zaman bizden aldı bütün sırrını...
Bilmezim şimdi.


20 Mayıs 2020 Çarşamba

Çıkılmamış yolların nihâyeti


O beni bekleyedursun tül yapraklarının düşmesinden korkarak, ben ona şiir yazmak için gece ülkesine sığındım. En uzununu, en öldürücüsünü, en güzelini, en aşk olanını hayatımın şiirini yazmak için bir gönüllü sürgüne çıktım. 
Ya o yok ya ben görmüyorum...

"Onsuzluk" makâmındayım çocuk. Perspektifsiz ortaçağ gravürleri gibi sathî, yersinia’lı zamanlar gibi hayatsız onsuzluk; “ölüme üç var” zamanlardayım. Ehemmiyetsizlik makamıdır vardığım, neye yarar erişmek..

Ne akkuşların kanadı ve ne demirden kuşlar almadı beni; götürmedi bilmenin yokluk diyârına. Seninle bir günü özlemek düşüncesinden başka müebbed hicrimi tatdırmadı hiçbir şey. Günlerce öteden nefesini hissetmek kadar hiçbir şey zehir ve panzehir olmadı ruhumun uçsuz bucaksız hummasına..

29 nisan 2006 günlerden cumartesi
Ve bugün bir macginitiea wyomingensis yaprağı gördüm çok milyon yıllık, bana senin hayalinle dantelli geleceği düşündürdü hudutsuz.. 

29 nisanı 30 nisana bağlayan gecenin sabaha karşı sıfır ikisi.
Bir ağacın kuytusuna saklanıp zifiri sessiz, seni gözledim usulca. Göremedim hâlâ badem çiçekleri var mıydı saçlarında...
Kalbimin bir ince yerinde bir hayırsız damar çatladı ve kan sızdı geceye..

22 Nisan 2020 Çarşamba

Bir küçük beyaz martının serencâmı

Girizgâh
ölüdeniz girdaplarının yorgunu
bir geç vakitde denize pek uzak bir kurak vâdide bir küçük martı ile tesadüf etdi geceleyin.. incecik bir daldan damlayacak yağmur damlası gibi ürkekdi martıcık; öylece durdular.. martı, elbisesi tereddüdden bir dikkatle süzüyordu adamı..
kelâmdan başka herşey sükûndu gecenin içinde ve hayâllerden başka; ölüm ânına saklanan hayâllerden..
gece sükûndu.. zifiri sükûn..

***

yorgun yollar her gece o ıssız ve kurak vâdiyi kervansaray eyledi sessizce ve isteyerek ve merakla ve o küçük martıyı görmek umudu ile... martı her gece geldi o ıssız ve kurak vâdiye ve her geçen gün anladı ki bulunduğu daldan kopmakdan korkmuyordu..
ürkekdi martıcık hâlâ, yorgun adama güvenir gibi olsa da..
zamanla adam, martının beyazrengini de gördü gecenin içinde..
sükûn gecelerinin kısa süren serencâmı ve küçük beyaz martının serencamının hikâyesidir bu..

Cihet-i târif
Kalamış'ta akşamın gölgesi
Salacak'da kızkulesinin ışıkları,
Mısırçarşısı'nda safran,
Süleymaniye'de sükûn,
ve Sultanahmet'de hayat gibiydi beyaz martı..

Arz-ı hâl ü hakikat
adam, o vâdideki tereddüd ile bilinmezin hemhâl olduğu bir gece martıya bakıp geç geleceklerin senedi olsun diye demişdi ki:
"Orası bir şairin yalnız gezegenidir, orada sırça köşkler vardır, kolay incinen şeyler..
Beni kıran şeyler yapmayın.. yoksa çok acı çekiyorum o kırılmalardan
 beni "sıradanlık" kırar...
 beni "vefasızlık" kırar...
 beni "şüphe" kırar…
 bir gün uçabilirsiniz, gidebilirsiniz...
 beyaz bir martı olup
 ufukta kaybolabilir
engin denizlere açılıp
 gidebilirsiniz...
 hüzünle bakarım arkanızdan
 amma ses etmem
 ve bir gün
beyaz martıyı hiç göremeyebilirim havada
 içimde bir dal kırılır
 amma yine ses etmem
 kader derim
 mukadderat
 olması gerekendi derim
 olan
 oldu
 ve bir daha o beyaz martının kanat seslerini hiç
 duyamayabilirim
 ve dayanırım buna
 tahammül mülkü yanar amma
 yine de tahammül kalır
yeter ki içimdeki sırça sarayı bilerek yıkmayın...."

Firâke prelüd
“Geç-baharlar ve zamansız İstanbul hayâllerinden
yapılmış bir mâvi kağıda
varlığını resmetdiğinde
bal rengi bir sonbahar ikindisine tahvil olur
zaman
            alıp beni hükmüne..”
olacakdı İstanbul; siz İstanbul olduğunuzda ve ben İstanbul’da olduğumda ve bizim olduğunda İstanbul...
İstanbul Dersaatet'e tahvil olacakdı...
bin kerre bin kerre bin yağmur damlası ağırlığındaydı
İstabul’u Dersaadet yapmanın bedeli
taşıyamam dedi martıcık...
firkat başladı
ateşten bir kar yağışı ile..

Zamansız mektuplar
o ateşten kar altında mektuplar geldi...
kar zamanının vakanüvisi oldu adam ve kayıt düşdü
firkat mevsimine...
...

altı aralık
ilk mektubunu aldım bugün..
o yere gitmek hiç içinden gelmemiş
ne yazacağını da bilmiyormuş
"umarım iyisinizdir" diyordu..
değilim...

sekiz aralık
"merhaba umarım iyisinizdir"
demiş
haber vermek istemiş birşeyleri..

dokuz aralık
"her gün on defa posta yolu gözlüyorum" demiş..
başkaları da vardır posta yolu gözleyen on kerre on defa..

onbeş aralık
bugün mektup yok
ve bugüne kadar..

yirmidört aralık
bugün de mektup yok
ve bugüne kadar
amma bugün o martıyı gördüm
bir dalda dinleniyordu
birkaç dakikalığına
ve sonra âniden uçup kayboldu..

***

mektupsuz geçen günler... haftalar... ay oldu..
hiç dinmedi o kar..

dört şubat
bugün adamın doğum günü..
mektup var postadan
hatır soruyor; "biliyorum belki yine cevap vermeyeceksiniz
amma yinede yeni bir güne merhaba" diyor....

***
hiç dinmedi kar..
İstanbul Dersaadet olmasa da...

9 Aralık 2019 Pazartesi

Kış başlarken

Hangi sebeple vazgeçilmez bir aşk duyuyorum ona bilmiyorum; uzun zamandan beri böyle. Ama bitti işte. Sonbahardı, hazandı derken bitti. Yağmurlar gitti ve kar geldi.
Neler geliyor aklıma hazan denildiğinde bir bilseniz...
Çocukluğum geliyor mesela.
Sarının binbir tonunun kahverengiye ve toprak rengine yolculuğu geliyor.
Sıcacık bir soba başında geçirilecek zamanlara hazırlanmak geliyor.
Ayvaların serhoş edici kokuları geliyor.
İncecik yağan yağmurda babamın ceketinin altına beni saklaması geliyor.
Sonra çocukluktan gençliğe geçiş zamanlarımın bana hazanla hüznü sevdirmesi geliyor aklıma. Gurbetle ilk aşkın yakıcı vâdisindeki yağmurlara iptilam geliyor.
Kurtuluş Parkının sonbahar elbiseli hâli geliyor.
Nihâyet hayatımın sonbaharında kendimi kandırışlarım geliyor.
Bunlar bir film şeridi gibi geçerken içimden, uzaklardan acemkürdî bir vazgeçiş şarkısı çalınıyor kulağıma.

Farzet bir rüyaydı, uyandım bitti
Farzet bir hayaldi kayboldu gitti
Farzet gözlerim bir oyun etti
İki gözüm seni görmedi farzet. (*)

Gençlik yıllarımda, o sonbaharına yaklaşırken tanıdığım rahmetli Necdet Tokatlıoğlu geliyor aklıma. Son olarak İstanbul'a giden bir uçakta yaptığımız kısacık sohbet geliyor. Sonra zemherinin mechul ülkesine göçü merhumun.

Anlıyorum ki her vazgeçişin bir şarkısı olmuyor.
Kasım biterken hazanın sona erdiğini bilmek gerek. Bâzen bir ara veriş bitişin ihtarnamesini getirir. Belki de ara verişlerden mülhemdir aralık ay'ının ismi.
Aralık gelince hazan biter ve hazanla birlikte kimi umutlar, kimi bekleyişler... Gerçek ruhunuzu ısıran bir soğuk olur da hakikatlerin içtimasında arzı endam eder.
Kış başlıyordur, anlarsınız.

---

(*) Güftesi Ali Tekintüre'ye, bestesi Necdet Tokatlıoğlu'na ait acemkürdî makamında şarkı.

4 Temmuz 2019 Perşembe

Nostalji

Nostalji kelîmesi için Büyük Türkçe Sözlük'de "Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik, gündedün" karşılığı veriliyor.
Kaynaklarda kelîmenin kökünün eski Yunanca'daki nóstos (vatana dönme, sıla) ve  álgos ( acı ) kelîmelerinden geldiği belirtiliyor; dolayısıyla sıla hasreti, sıla hasretinden acı duyma hâlini anlatan bu iki kelîme Fransızca'da "nostalgie" olmuş ve Türkçe'ye bu okunuştan geçmiştir.
Hemen hemen herkes geçmişe -az ya da çok- bir hasret duyar. Bu hasret, eski olanın iyi ve güzel oluşundan mı kaynaklanmaktadır acaba? 
Yaşadığımız zamana göre geçmişte kalan olayları ve nesneleri vasıflandırırken, geçmiş mânâsında eski sıfatını kullanıyoruz. Dünya nüfusunun gittikçe arttığı, gittikçe daha çok, daha büyük, daha yüksek binalar yapıldığı, daha çok motorlu araç kullanılmaya başlandığı inkâr edilemez bir vakıadır; dolayısıyla nesnelerde bir karmaşıklaşma, çoğalma olması "gelişme"nin bir neticesidir. "Gelişme"nin neticesi olarak da gittikçe tabii alanlar ve ormanlar azalıyor, hayatımız daha gürültülü bir hâle geliyor, görmeye alıştığımız şeyler birer birer yok oluyor. Ve zaman geçtikçe de tanıdıklarımız ölüyor... Bütün bunların bir netîcesi olarak insanların eskiye hasret duymaları da tabii değil midir?
Peki ama sâdece bunlar mı geçmişe duyulan hasretin sebebi? Yoksa daha başka ve derinlerde saklı bir başka sebebi de var mı bu hasretin, bu arayışın? Gâliba var: Umursuz ve dertsiz ve acısız çocukluk günlerimiz... Neredeyse bütün bir dünyanın oyun ekseninde döndüğü, hiçbir maddî kaygımızın olmadığı -veya pek az olduğu- koşup zıplayabildiğimiz, çayırların üzerinde yuvarlanabildiğimiz, toza ve toprağa bulanmaktan korkmadığımız zamanlarımız yâni... Böyle "hedon" damgalı zamanlara ait renklerin, tadların ve kokuların daha sonraki hayatımızda oldukça belirleyici rollere sâhip olması da tabii değil midir? Bunu, kendi tecrübelerimden biliyorum.
Eskiden sıkça görüştüğümüz bir arkadaşım, sebepleri bulmak için geçmişini deştiğini, böylece kendi kendisine psikanaliz uyguladığını söylemişti. Bu noktadan hareketle kendi zevklerimin sebeplerini düşünmeye başladım; meselâ en sevdiğim meyvenin niye şeftali olduğunu.. Bunu anlayabilmek, çözebilmek için geçmişime, çocukluğumun sonlarına doğru bir yolculuk yaptım ve şunun sırrına erdim: Köyümüzde yaz sonunda üzüm hasadı yapılırdı. Yaşça ve boyca küçük olan benim için üzüm bağlarının bir başı ve sonu yoktu; her tarafta üzüm çubukları, çubuklarda üzüm, yine üzüm, yine üzüm ve tepemizde yakıcı güneş vardı. Bana uçsuz bucaksız gelen o üzüm bağında üzümden ve üzüme ait şeylerden boğulacak gibi olurdum. Bir gün, üzüm çubuklarının arasında farklı bir ağaçcık keşfettim. Dallarında yeşilimsi-pembe meyveleri olan bir ağaçcık. Ve o ağacın meyvelerin tadına baktım. Birden dünyamdan üzümün kokusu ve tadı silindi, onun yerine bil(e)mediğim ama üzümden kurtaran bir tad, bir râyiha doldu ağzıma ve sonra bu râhiya bütün bedenimi kapladı, sarıp sarmaladı beni ve mutlu kıldı. Sonraları öğrendim, o ağaçcık bir şeftali idi. Aradan yarım yüzyıl geçti amma ben hâlâ o küçücük şeftalilerin tadını unutamadım ve hayatımın geri kalanında şeftali "sevgili meyvem" oldu.
Kendinize uygulayın bu metodu, zevklerinizin kaynağına inin. Çocukluğunuza... Nostaljiyi yaşayın; aslında hasret duyduğumuzun o çocukluk olduğunu anlayacaksınız. Ve çocukluğunuz geçmişte olduğu için de geçmişe hasret duyduğunuzu.

29 Haziran 2019 Cumartesi

Tagaddî

Başlığı okuduğunuzda İtalyanca bir kelîme olduğunu düşünüyorsunuz değil mi? Ben de öyle düşünmüş idim; ama değilmiş.
Çok değil onbeş yirmi yıl önce Ankara bu kadar "genişlememiş", bu kadar yayılmamıştı. Meselâ, birkaç ünlü otobüs firmasının kendilerine ait terminalleri vardı ve bu terminaller Eskişehir yolunun Ankara'ya eriştiği noktada idi. Bunlardan birisi şu an Armada alışveriş merkezinin hemen batısında şimdi Mövenpick otelinin olduğu yerde, diğeri de yolun karşısında idi; ki bugün hâlâ duruyor. Bu ikinci özel terminalin doğusunda -yanlış hatırlamıyorsam- tek katlı bir binada bir lokanta vardı ve ismi de "Tagaddi" idi. Gelip geçerken bu lokantanın ismini her okuduğumda ismi İtalyanca zanneder, Türkçe yerine bir başka lîsanda bir isim koydukları için işletmenin sâhiplerine kızgınlık duyardım.   Ne kadar yanılmışım... Yıllar sonra tagaddî kelîmesinin "gıda" kelîmesinden gelen ve gıdalanmak, beslenmek mânâsına gelen bir kelîme olduğunu öğrendim.
Ankara'daki pek çok eski şey gibi bu lokanta da yok artık; onun yerinde başka "modern" binalar var;  çok katlı, çok çıkıntılı, bina ismi ve dükkanlarının ismi tamamıyla yabancı "ticarî şaheserler" ...  Bir de bu lokantanın karşısında, Armada alışveriş merkezinin hemen doğusunda bahçesinde ulu ağaçlar olan iki katlı eski bir ev vardı. Şimdi yerinde beton ve raylar var. Bu evin ve o çevrenin hâtırası hâlâ hayalimi süsler; kaybolan diğer pek çok şey gibi...
Tekrar tadaddîye dönecek olursak, kulağa hoş gelen bir kelîme olduğu gibi, lokantasına bu ismi verenlere zamanında hiç araştırmadan, bilmeden ve önyargıyla kızgınlığımın bir kefâreti olarak yemek ve lokantalarla ilgili yazdıklarımı bu başlık altında toplamaya karar verdim.

14 Şubat 2019 Perşembe

İkindiye methiye

Yağmurlar
Şâir Bahaettin Karakoç'un "Hani beklenmedik yağmurlar vardır, Ansızın bastırıp çabucak giden." mısralarında dediği gibi, henüz hayâl kurabildiğim zamanların erken yaz ikindilerinde yağmurlar yağardı ve o yağmurlar içimizde damla damla biriken yorgunluğu silerdi.
Yağmurla berâber hayat dururdu ve bitişiyle yeniden başlardı yunmuş sokaklarda.
Kenger ve keven gülmese de, Ankara'nın kirli havasında rengini kaybetmeye doğru giden yeşiller gülerdi yağmurdan sonra.
İçimde bir yer ve isimlendiremediğim bir his de gülerdi...

Salkım söğütler
Ankara'ya baharın gelmekte olduğunu, Kurtuluş Parkı'ndaki sarı çiçeklerin açmasından anlardım. Patlarcasına hepbirden ve yapraklardan önce açardı.
Bahar gelince de erken yazın habercisi salkım söğütler tomurcuklanmaya başlardı. Yeşili, mâsumiyetten başka bir kelîmeyle tavsifi mümkün olmayan salkım söğütlerin tâze yaprakları, ikindi güneşinin altın ışıkları altında havuzun suyuyla cilveleşir, gizli bir lîsanla bize selâm verirdi.

Beyaz leylâklar
Yenişehir Sağlık Koleji'nin bahçesinde morların yanında beyaz leylâklar da vardı. Ankara'nın kirli havasına nasıl direnirlerdi bilemem amma hep bembeyazlardı;  ikindi güneşinin altunî rengi dahi halel getiremezdi o beyazlığa.
Masallara lâyık beyaz gelinlikler gibi pürüzsüz, kat kat ve dokunmaya kıyılamaz bir güzellikti.
Ah o leylâklar... İç gıcıklayıcı ve başdöndürücü kokularıyla alıp hayâl dünyâsının kuytularına kaçırırlardı ruhumu.
Neredeyse yarım asır sonra bile hayâli içimi aydınlatıyor. Nasıl kıydılar da kestiler!
Beyaz artık müebbeden kirli...



Kurtuluş Parkı
Yenişehir'in sâde akciğeri değil kalbiydi de Kurtuluş Parkı.
Aşka dâir kelîmeler sinmiştir toprağına. Sevgililer orada buluşur, sevgili olmak isteyenler oraya kaçarlardı.
Günün her saati başka bir dünyayı sererdi ayaklarınıza. Sabahları dingin bir bahçe, kuşluk vakti sabırsız âşıklara gezi, öğleleri gölge bahşeden bir hayırhah, ikindileri şiir iklimine kalkan bir vapur gibiydi.
Salkım söğüt dallarının bir anne gibi şefkatle eğildiği havuzunda, ne hâtıraların akisleri gizlidir bir bilseniz...

Ummânım
Anadolunun kuraklığında geçen çocukluğumda, "göl" denilen su birikintilerinde çimmek yerine okumayı seçen tuhaf bir çocuk idim; belki de bu sebeple yüzmeyi bilmem.
Dahası büyük sulara karşı gizli bir korku vardır içimde.
Velhâsıl ben ummânımı yerde değil gökte buldum hep; âsumanın mâviliği, bulutları, güneşin ışıkları benim ummânımın eşkâlini belirledi.
Güneş ikindi vaktinin engin yurduna varınca, benim ummânımda altunî yakamozlar vücut bulur. En münbit hayâl dünyası bu cümbüşün içinde filizlenir.
İkindiye hürmet gerektir.

Vel asr
Hani hayatı bir güne benzetirler; sabahı doğum ve çocukluk, öğlesi ömrün ortası, akşamı ise ölüm diye.
Bu benzetmede ikindi, ömrün ortasının geçildiği, ölüme daha da yaklaşılan kısmına tekâbül etmektedir.
Gençliğin aceleciliğinin bittiği, sonbaharın olgun ve râyihalı meyveleri gibi tecrübenin biriktiği, dünyaya kısmen doymuşluğun hâkim olduğu ömür parçası.
Güneş öğle vakti kadar aydınlatmasa da, ışıkları daha altunîdir, herşeyi daha güzel gösterir.
"Min'el aşk ve halâtihi" sözünün sırrına erilir ikindi vaktinde..
Ve asra yemin edilir.


23 Ocak 2019 Çarşamba

Yıllar öncesinden esintiler - Köyümün karları

Ankara'da yatılı okuduğum yıllarda, yarıyıl tatillerinde köyüme giderdim. Köye yağan kar -Ankara'nın kirli-beyaz kar'ına inat- devasa bembeyaz yorganını örtmüş olurdu bütün köye. O zamanlar çok kar yağardı; öyle ki bir sabah uyanıp dışarı çıkmak için evin kapısını açtığımızda karşımızda sâdece kar görmüştük.  Gece boyu yağan kar, evimizin kuzey tarafını tamamen doldurmuştu ve babam bir kürekle karda bir tünel açmıştı da öyle çıkabilmiştik dışarıya. Göz alabildiğince beyaz bir örtüyle çevrelenmişti bütün köy. Bu dingin beyazlığın içinde patika hâlinde yollar, sobalardan çıkan yanmış atıklar ve ağaç gövdelerinin karartısı görülürdü sâdece.

Pencereden, karlı tabiatın hiç sonu yokmuş gibi görünürdü ve ben bu sonsuzluk hissi içinde divana uzanırdım. Dışarıda zifiri sessizlik varken sobada yanan odunların çıtırtısını duymak ruhumu ısıtırdı. Sonra sobanın üzerindeki tencerelerden ve güğümden gelen hafif tıkırtı ve fokurtularla annemin sıcaklığı, babamın güveni birleşince hissettiğim huzur ve mutluluk  bütün ruhumu sarıp sarmalar, beni asûde ülkemin kralı yapardı. Sonraları hiç tadamadığım bu esrik hâl ile bin renkli uyku diyarına uçardım usulca.  O divandaki bir saatlik uyku öyle dinlendirirdi ki ruhumu ve bedenimi, her uyanışta esenliğin mücessemleştiğini hissederdim...

Neden sonra annemin sesiyle fırından yeni çıkmış leziz çöreklerin dâvektâr kokusunun kapladığı bir zamana uyanırdım. Pek sevdiğimi bildiğinden annem çöreğin hamuruna kendi yaptığı sucuktan parçalar koyar, yağlı fırın tepsisinde nar gibi kızaran sıcacık çöreği ardımdan atlı kovalıyormuşçasına indirirdim mideye. Hiçbir şehrin, hiçbir dükkânın böreği de çöreği de o tadı vermiyor, veremiyor.. Hiçbirinde o lezzeti bulamadım yıllar içinde; belki de eskilerin dediği gibi o zamanlar "ağzımın tadı yerindeydi", kimbilir... Aradan geçen kırk yıl o lezzeti unutturamadı.

Yiyeceğimiz, içeceğimiz, sevgimiz, kızgınlığımız velhâsıl herşeyimiz kar gibi saf ve lekesizdi. Evet, salam ve sosis bilmezdik, hamburger yoktu yemek listemizde, hardal ve ketçap da öyle. Kolanın ismi bile duyulmamıştı ve kahve denildiğinde sâdece Türk kahvesi anlaşılırdı. Kaplarımız kalaylı bakırdı ve henüz teflonla, titanyumla, petle karşılaşmamıştık. Cheesecake ve donut yıldızlar kadar uzaktı bilinirliğe...

Unumuz henüz, tam buğday, tam tahıl ve kepekli şizofrenisiyle mâlûl değildi. Domates, biber, patlıcan yaz sebzesi olmaktan vazgeçmemişlerdi daha. Et, kurutulmuş veya kavrulmuş hâldeydi ve derin dondurucu tatsızlığına düçar olmamıştı. Elbebek-gülbebek korunan üç-beş yaz meyvesi hususi zamanlar veya misafir için saklanırdı. Hilesiz peynirler çömleklerde olgunlaşıp sararır, hiç duyulmamış rokfor, gravyer, gouda kelimeleri, duyulsa bile "neyi ifade ettikleri bilinmez" vasfından çıkamazlardı. Trans yağ, doymuş yağ, doymamış yağ, soya yağı, kolza yağı, palm yağı en âlim ve en âriflerin bile taacüb edecekleri lakırdılardı. Zira yağ denilince akla sadeyağ gelirdi; "vita" istilası başlayıncaya kadar.

Sütün uzun ya da kısa ömürlüsü olmazdı; süt henüz sağılmış bir şeydi zira. Yoğurdun kaymaklısı, homojenizesi, çileklisi, "doğal"ı da olmazdı... Pre mi pro mu bilmezdik amma bütün yoğurtlar probiyotikti. Köftürde glikoz şurubu var mı acaba diye bir soru akla gelmezdi. Bal gerçek bal mı sorusu akla ziyandı. Su, çeşmeden içilir, şişedeki bir şey ancak ilaç olabilirdi; ya da zehir.

Dolar kuru tâkip etmezdi kimse. Borsa hiç duyulmamıştı. Banka, duyulan ve bilinen fakat uzak durulan bir yerdi. Para, evet önemliydi ama herşey değildi. Yardım kelimesi henüz dünyamıza yabancılaşmamıştı. Komşular biribirinden birşeyler ister, istenen şey verilir amma karşılığı beklenilmezdi.

Henüz elektriğin olmadığı zamanlarda gaz lambasının körsen ışığında biribirimizi şimdinin göz kamaştıran lambalarının aydınlattığından daha iyi görürdük.
Büyük radyolar vardı, bütün bir köyde üç beş tâne belki. Gâzi dedemlerin de -dedemin maaşı sebebiyle- bir "pilipis" radyosu vardı mesela. "Acans" saatlerinde büyüklerin başına toplaşıp dinledikleri, ibre ekranında bütün yabancı şehir isimlerinin Türkçe yazıldığı radyolar. Televizyon, eskilerin "Bi gün bir iradiyo icat olunacaamış, içinde adamlar gorünecaamiş"(*) dedikleri, daha yenilerin duydukları ama hiç kimsenin görmediği bir şeydi.
Pazara kamyon kasasında gidilir, sabah serinliğinde o kasada mâruz kalınan rüzgarla üşünür, yine de kimse "nolacak bu memleketin hâli" demezdi...

***

Bir gün köye gelen adamlar yol boyu çukurlar kazmaya başladılar. Sonra o çukurlara beton direkler diktiler ve o direklerin üstüne de parlak teller döşediler. "Aletdirik"(**) denilen birşey geliyordu köye. Bir gün o direklere aralıklı olarak taktıkları lambaların parıldadığını gördük. Evlerin damına metal borudan direkler dikip yoldan geçen tellere bağladılar ve evlerde de "aletdirikli" lambalar yanmaya başladı.
"Alamancılar", naylon mintan getirdiler köye ve naylon gocuk..
Sonra "çanta radyolar" geldi. Eski radyolara göre küçücüktüler. Herkesin bir radyosu oldu. Derken televizyon da geldi. Damlara dikilen antenleriyle, akşam başlayıp gece biten yayınlarıyla, salı akşamları Türk filmi, cumartesi geceleri Amerikan filmleriyle ve daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz bir sürü şeyle...

Ve "dizi"ler başladı, işi gücü bırakıp dizileri tâkip etmeye başladık. "Oturmaya gitmek" tâbir olunan ve sohbet edilen komşu ziyaretleri televizyon seyir akşamlarına döndü. Herkesin televizyonu olunca da hepten evlerimize kapandık.

Sadece Amerika'yı değil, San Fransisco'nun sokaklarını bile öğrendik, insanların her biraraya geldiklerinde ellerinde hep içki bardakları görür olduk. Ensest ilişkilerin de yer aldığı Dallas dizisiyle yatıp kalktık.. Kanallar çoğaldı, renkli oldu yayınlar; hiç kesilmez oldu.. Ahlâka aykırı ilişkiler "aşk yaşamak" diye beynimize kazındı.

Velhâsıl köyün karları da önce kirli beyaz oldu, sonra yağmamaya başladı. Köyümüz ve bizler hep berâber kirlendik, mâsumiyetimizi kaybettik...

Herşeye rağmen sobanın fırınında pişmiş patateslerin sıcak buğusu tütüyor hâla hayâllerimde..

---
Meraklısı için notlar:
(*) "Bir gün bir radyo icat olunacakmış, içinde adamlar görünecekmiş" cümlesinin Nevşehir ağzı ile söylenişi.
(**) Elektirik
Köftür: Üzüm suyundan yapılan kalınca pestil.
Pilipis: Philips
Acans: Ajans, haber bülteni.


17 Ocak 2019 Perşembe

Çocukluk hatıralarımdan - Ebemkuşağı

Bir uzak köyünde Anadolunun, ‎ılık bahar yağmurları‎ndan sonra -ki genelde ikindileri yağard‎ı o köyde  yağmurlar- ebemku‏şağı kurulurdu semâya boydan boya…
Bir korku, bir sevinç, bir heyecan, bir ihtişam, bir merak velhâsı‎l insan olmaya dair bütün hisler kaplardı‎ içimi nöbetle‏şe ve ayn‎ı anda.
Korkard‎ım ona yaklaş‏mak düş‏üncesinden amma içimde bir "uzak diyar tutkunu" onun alt‎ından geçmeyi kurardı‎ hep o ikindi zamanları‎nda.
Geçmeyi ve gitmeyi ve görmeyi ve bilmeyi..
İşte o anlarda içimde kurulurdu ebemku‏şakları; reng-a-renk olurdu ruhum, pembeler sarardı‎ heyecanı‎, mâviler korkuyu, yeş‏il gidiş‏i ve k‎ırmızı‎ biti‏şi.
Ve hepsi birarada içimi anlat‎ırdı; ü‏şürdüm ve yanard‎ım ve ‎ıslan‎ırd‎ım ve çatlardı‎m kurulukdan ve korkard‎ım ve herş‏eyi silerdim ve ebemku‏şağı‎ olurdum bütün olmazlara inat…
Ebemku‏şağı‎ olurdum... ömrü onun ömrü kadar..
Derdim ki "Hadi gel, kaç!
Kaçal‎ım..."

***

Yıllar geçdi.. o uzak köye ben de uzağım artık.
Çocukluğumun ebemkuşakları, bütün renkleri doldurup heybelerine hicret ettiler bilmediğim bir diyara.
Amma kaçmak makâmı hep benimle kaldı. Zeman seksendokuz imiş ve akkuşlar beklemişim kaçmak için; heyhat gelmemişler... "olur yok.. mümkîn yok.. ihtimâl yok.." diye şiirler yazmışım...
"hep kaçmak makâmını hayâle memur bedenim
çakılıp kaldı
bu zindan zemine
cüce odalara açılan
büyük kapılar da yok Yageder
beni bulamazsın karşında…

ses yok.. eşyâ yok.. mekân yok.." 

diyen şiirler...
Son dönemeçte bütün renklerin soluklaşıp siyaha tahvil olduğu ân kaçacağım biliyorum... dön(e)memek üzere.

7 Kasım 2018 Çarşamba

Sonbahar

Bâzı şeyleri neden daha çok severiz? Bu soruya bulduğum cevap "daha çok sevdiklerimizin çocukluğumuza ait renkler, tadlar veya kokular taşımasından" oldu... Zira -pek çoğumuz için- çocukluk, neredeyse hiçbir derdimizin olmadığı mutluluk çağımızdır; benim için öyleydi.

Sonbahar da böyle değil midir? Hadi çocukluğunuza ait sonbaharları düşünün. Yeşilden sarıya, sarıdan turuncuya, turuncudan kızıla, kızıldan kahverengiye doğru uçuşan renkleri, dökülen yaprakların havada uçuşmasını, olgunlaşmış meyvelerin imrendiren renklerini, baş döndüren kokularını.. 

Kendi çocukluğumun sonbaharlarını düşünüyorum da...

Yemyeşil yaprakların sarıya usulcacık kaçışlarını.. Her sabah bahçemizin renginin farklılaşmasını.. Sarının kızıla tahvilini.. Yaprakların  beklenmedik zamanlarda ansızın dallarını terkedişlerini, havada uçuşmalarını, toprağa sarı-turuncu bir yorgan serişlerini..
Annemin, dökülen yaprakları süpürerek meydana getirdiği gazel yığınının üzerine kendimi bırakınca yumuşacık yapraklara gömülüşümü.. Sararan yaprakların o kendine has kokusu, serinliği ve yumuşaklığı ile beni sarıp-sarmalamasını.. Yapraklarla hemhâl oluşumu..

Dallardaki elmaların, kurukalem resimlerde kırmızı kalemle çizilen çiçeklere benzeyen ihtişamını..  Armutların toplanıp buğday deposundaki zahirelerin içine gömülüşünü.. Gömülen armutların sarardıkça günden güne artan, bütün evi kaplayan ve insana mutluluk aşılayan kokusunu..

Dikenli bir deyneğe takılarak tavana asılan hevenklik üzüm salkımlarını..

Üzümlerin şırasının çıkarılmasını.. bir torbadan gece boyu süzülen şıranın gecenin ayazı ile buz gibi oluşunu.. sabah, kalaylı leğenin üzerine eğilerek o buz gibi şıradan kana kana içişimi..

Pekmez kaynatılmasını.. Bana devasa gelen o kocaman leğenin altındaki ocağın masal dünyasının ejderhalarının nefesini andıran kocaman alevlerini.. şıranın pekmeze dönüşürken çıkardığı iç yakıcı kokuları.. pekmez leğenine atılan ayvaların hiç bir şeyle ölçülemeyen o mayhoş tatlı lezzetini..

Raflara dizilen kavunların, buğday deposundaki armutların, tahta kasalardaki elmaların, asılı üzümlerin gittikçe artan ve biribirisine karışan o târifsiz râyihalarını..

Yapraklara düşen çiylerin o berrak pırıltılarını..

Üşümeye başlayışımı..

Annemin daha sıkı giyinmem için gittikçe artan ısrarlarını..

Gözlerimde yağmur bulutları gezdirerek hatırlıyorum.

Her sonbahar büyük buluşmaya biraz daha yakınlaştırsa da...

Bahtiyar Vahapzade'nin "Annem Öldü mü" şiirinde söylediği gibi
Gün olur akşam…
Vakit geçer sen benden uzaklaşırsın
Ben sana günbegün yakınlaşırım…

Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...