18 Aralık 2018 Salı

Ah şu kelimeler



Yıllar önce Dil ve Târih - Coğrafya Fakültesi'nde asistan olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Birkaç asistan aynı odayı paylaşıyorlardı. Asistanların saygılı hâllerinden önemli birisi olduğunu anladığım yaşça büyük, tok sesli bir beyefendi birşeyler anlatıyordu. Bir köşeye ilişip ben de dinlemeye başladım. Sonradan profesör Mustafa Kafalı olduğunu öğrendiğim hoca, lîsan (*) konusunda konuşuyordu.
Kafalı hoca, lîsanları ihtiyaçların doğurduğundan bahisle örnekler vermişti; bâzılarını hâlâ hatırlarım. Evet, Ceneviz, Venedik gibi İtalyan şehir devletçiklerinin denizcilikle olan uğraşıları sebebiyle bugün bile pek çok denizcilik terimi İtalyanca idi. Arapların deveye ihtiyaçları sebebiyle Arpaça'da onlarca deve ile ilgili kelime vardı. Keza Türklerin hayatında atın önemi sebebiyle Türkçe'de atla ilgili onlarca kelime yok muydu?
Evet, lîsanı ihtiyaçlar şekillendiriyordu. Lîsanlar, başka lîsanlardan kelimeler alıyor, kelimeler veriyordu. İngilizce'deki pek çok kelime Farsça'dan gelmiyor muydu? Mesela, kardeş anlamındaki "brother" kelimesi Farsça "birader"den, anne anlamındaki "mother" kelimesi "mader"den, baba anlamındaki "father" kelimesi "peder"den, kız evlat anlamındaki "doughter" kelimesi "duhter"den, yıldız anlamındaki "star" kelimesi "sitare"den gelmiyor muydu? Türkçe yoğurt kelimesi İngilizceye yoghurt olarak geçmemiş miydi?

Yıllar boyunca hep bu anlayışla baktım lîsana ve Türkçeye. Bir kelimenin kökünün nerede olduğuna bakmadan Türk insanının o kelimeyi anlayıp anlamadığı, kullanıp kullanmadığı önemli oldu benim için. Meselâ tren kelimesi Fransızca'dan gelmekle birlikte, Türkçe'de öylesine benimsenmiştir ki türkülerimize bile girmiştir, "kara tren gelmez m'ola" diye. O hâlde tren kelimesi Türkçe'dir  artık. Mesela çay kelimesi. Çince "ça'" kökünden gelen bu kelime o kadar bizden olmuştur ki "Türk çayı" bile vardır.  Semaver kelimesi Rusça samovar kelimesinden gelmektedir. Aşk Arapça'dan.
Bu kelimelerin köküne bakarak kim onların Türkçe olmadığını söyleyebilir ki! Harf, köken temelli bir lîsan anlayışının, insanların kafatasını ölçerek Türk olup olmadıklarını anlamaktan farkı nedir ki?
Velhâsıl insanlarımız bir kelimeyi anlıyor, kullanıyorlarsa o kelime Türkçedir; ve Türkçenin ne özü ne de üveyi yoktur.
Aynı zamanda kültürün nesilden nesile taşıyıcısı da olduğundan, lîsanı ihtiyaç yokken değiştirmeye çalışmanın kültürel bir kopuşu da beraberinde getireceğini unutmamak gerekiyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 yılında Memleketimizi ziyarete gelen İsveç Veliahdı Prens Güstav Adolf şerefine Çankaya Köşkü’nde verilen ziyafette yaptığı 158 kelimelik konuşmasında (**) geçen ve "öztürkçe" olduğu söylenen tükel özgü, süerdem, yaltırık, özenc, ıssı, kıldac,  anıklanmak, baysal, söyünc, genlik, gönenç, tüzün kelimelerini kaç kişi anlamakta hatta bilmektedir? Nitekim, Gazi de sonraki yıllarda öztürkçeden Türkçe'ye geri gelmiştir.

Bizzat yaşadığım bir hâdiseyi de belirtmeden geçemeyeceğim.
Bilebildiğimiz doğum târihine göre 94 yaşında vefat eden rahmetli babam, hayatta iken torununun torununu görüp konuşmuştu. Tam beş nesil! Babam "cevap" dediğinde torununun torunu anlıyordu, torununun torunu "imkânsız" dediğinde de babam. Şimdilerde cevap yerine yanıt demek moda oldu.
Lîsan, insanlar arasında anlaşmayı ve iletişimi sağlamak üzere bir araç olduğuna göre, beş neslin iletişimini sağlayan cevap kelimesinin yerine "yanıt" demek nedendir? Torununun torunu babama yanıt deseydi babam ne anlardı? Hangi ihtiyaç "yanıt" kelimesini doğurmuştur? Hiç bilemedim, bulamadım..
Sırf Arapça veya Farsça kökenli diye Türkçe'den kelime atmanın Türk kültürüne ve kültür mirasına neticelerini görmeye başladık ve bu gidişle daha da şiddetle görmeye devam edeceğiz. Öyle ki, çok değil 70 yıl önce yazılmış bir metni anlamakta bugünkü nesil zorluk çeker hâle getirildi. Özleşme denilen anlayış Türkçeyi gittikçe daha fakir bir hâle getirmektedir. Bugün sarih, vâzıh, müstehcen, münhal, âşikâr, küşade, alenî, bâriz kelimelerinin hepsinin yerine sadece "açık" kelimesini kullanıyoruz. Oysa sarih: berrak, net, anlamı açık; vâzıh: apaçık ve net olan; müstehcen: çirkin sayılan, ayıp; münhal: boş, doldurulmamış; küşâde: açık, açılmış; alenî: gizli olmayan, açık ve aşikâr olan; bâriz: ortaya çıkan, açıkta olan anlamlarına gelmektedir ve hepsinin kullanılma yeri ayrıdır.
Bakın şu cümlelere:
Bu konu gayet sarih.
Konuyu gayet vâzıh bir şekilde ortaya koydu.
Bu film çok müstehcen.
Bu kadro münhal.
Yalan söyleyenin kim olduğu alenî.
Bu kişinin hileci olduğu bâriz.
Her birisinde başka bir renk var. Bu renkleri teke indirmenin bizi fakirleştireceği âşikar.
Şu hususu hiç unutmamak gerekiyor: Biz Türkçe oldukça varız.

( * Dil, bir organı; Türkçe, Arapça vs. ise konuşulanları ifade ettiği için konuşulan kelimeler topluluğuna dil yerine lîsan demeyi tercih ediyorum.)
(** Bu konuşmanın tam metnini http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/isvec-krali-ve-turkiye-isvec-iliskileri-hakkinda-konusma adresinde bulabilirsiniz.)

Cehâlet

Eskiler, cehâletin üç türünü târif etmişler: Cehl-i basit, cehl-i mürekkeb ve cehl-i mîkab.
Bunlardan cehl-i basit, adından da anlaşılacağı üzere cehaletin en basit hâli olup, bir şeyi bilmeyenler  için kullanılır. İkinci tür cehl-i mürekkeb, iki derekeli bir cehaleti anlatır ve bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyenleri tavsif eder. Cehl-i mîkaba gelince; âdeta cehaletin üç boyutlu hâlini ifade eden bu târif bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen amma biliyorum zannedenler için kullanılır.

Cehl-i basitten muztarip olan, bilmediği için susar ve hatta bilmediğini öğrenme isteği gösterebileceği için mâzur görülebilir. Cehl-i mürekkebin pençesindeki kişi, ceheletinden habersiz olduğu için öğrenmek de istemez ve cehâletin kalıcılığını sağlayarak zararını böylece ortaya koyar. Ya cehl-i mîkabın gayya kuyusuna düşen?! Câhili olduğu konuları biliyorum zanneden bu kişi türü, her bakımdan en büyük zararları verir. Gerçekten, cehl-i mürekkeb vebâsına yakalanmış kişi, bilmediklerini biliyorum zannetdiğinden  cehaletinin farkında olamaz ve böylece hem cehaletinin sürmesini sağlar, hem de yanlışları ile çevresini karartır.

Etrafınızda böylelerini görmüşsünüzdür. Her konuda bilgileri vardır, her konuda ahkâm keserler, en doğrusunu onlar bilmektedirler... Böylelerinin yanlışlarını da düzeltemezsiniz, zira bilmediklerini biliyorum zannetdiklerinden yanlış yapmadıklarından da emindirler.

Bu cehâlet türlerine, okumamış ya da çok az okumuş kişilerde rastlanabileceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zira televizyonlarda, gazetelerde bakıyorsunuz isminin başında bir takım akademik titrleri olan eşhas, uzmanı olmadıkları konularda en iyisini onlar biliyormuşçasına ahkâm kesmektedirler. Örnek mi? Mühendislik dışı her alanda derya-deniz tarihçileri, dinler târihinde uzman jeologları her gün televizyonlarda görmüyor muyuz!

Oysa, bu "hoca"ların kendi alanlarını "bilen" meslek erbabı yetiştirmeleri gerekmiyor mu(ydu)?
Bırakın uzak târihini yakın târihini bile bilemeyen kişiler yetiştirdiler.. Hâlen videosunu internette bulup seyredebilirsiniz, bir kaç yıl önce bir televizyon kanalında sunucu, vatandaşlara "Mısır piramitleri Türkiye'den kaçırılmış. Nasıl kaçırılmış olabilir?" sorusunu soruyor ve cevaplarını alıyordu. Deniz yoluyla diyenler mi arasınız, gümrükte adamı vardır diyenler mi.. Hele bir genç vardı ki, bu kaçakçılık konusunu "enine-boyuna" ve kendinden çok emin bir şekilde irdeledikten sonra ne yapılması gerektiği konusunda ahkâm kesiyordu. En sonunda televizyon sunucusu o gence sormuştu, "mesleğiniz nedir?" diye. Neydi genç adamın mesleği biliyor musunuz? Tarih öğretmeni!

Oysa bilmiyorum demek bir zayıflık değil, erdemdir. Bilmediğini bilen insan öğrenir. Öğrenen insan yanlışı söylemez. Ne demiş eskiler "Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz."




Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...