Sanat Târihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sanat Târihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2024 Çarşamba

Mardin

Benim de mezunları arasında bulunduğum Yenişehir Sağlık Koleji(*) mezunlarından bir kısmının katıldığı birkaç günlük bir gezi vesilesi ile Mardin'de idim. 

 Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yeralan Mardin tarihi çok eskilere kadar giden çok-kültürlü ve çok dinli bir şehir.

Mardin ve civarı, -bütün sıcak iklimli ve verimli topraklara sâhip yerlerde olduğu gibi- paleolotik, neolitik ve kalkolitik dönemlerden kalıntılara sahiptir. Mardin ve civarı, historik zamanlarda önce Asur, Hitit ve Urartu egemenliğine geçmiştir. M.S. 7. yüzyılda müslüman Arapların eline geçmiş, Emevî ve Abbasî dönemlerinde El-Cezire vilâyetinin bir parçası olmuştur. 1085 yılında Selçuklu, 1103 yılında Türkmen Artuklu beyliği egemenliğine girer Mardin. Artuklular son dönemlerinde Eyyubî ve Anadolu Selçuklularına tâbi olmuşlar, bilahare Moğol İlhanlı devletinin eline geçen Mardin 14. yüzyılın sonlarında Timur ordularınca ele geçirilmiş, 15. yüyzyıl başlarında ise Artukluların son bulmasıyla Karakoyunlu devletinin eline geçen şehir bu yüzyılın ortalarında bu defa Akkoyunluların hâkimiyetine girmiş, nihayet 1517 yılında Osmanlı İmparatorluğununa dâhil olmuştur.

Kale eteklerinde Mardin (Mardin Büyükşehir Belediyesi sayfasından)

Şehir, zirvesinde Mardin Kalesi'nin bulunduğu Mazı Dağının güney eteklerinde kurulmuştur. Dağ eteğinin tabii eğiminden dolayı evler biribirinin önünü kapatmaz ve böylece havadar evlerde yaşamak mümkün olur. Bu evlerin arasında daracık sokaklar vardır. Dağ eteğine paralel sokaklar kemerli, yerine göre tonuzlu geçitlerle devam ederken, dağ eteğine dikine sokaklar merdivenlidir.
Dağ eteğinde kurulan şehir eski Mardin olup, yeni yerleşimler daha aşağıdaki düzlüklerdedir.

   
   Dar sokaklar

  
Tonozlu ve kemerli sokaklar

Evlerin yapımında, civardaki taş ocaklarından çıkarılan ve rengi saman sarısından kızıl kahverengiye kadar değişen tonlarda taş kullanılmıştır. Taşlar, alt katlarda ve sokaklarda kaba yonu taşı, üst katlarda kesme taş olarak kullanılmıştır. Genellikle iki katlı ve avlu içerisindeki bu evlerin alt katlarında zaman zaman tonozlu bir sokak geçidi görmek mümkündür. Evin ana girişi kapısını süslü ve taçkapı şeklinde biçimlendirilmiş olarak görmek de mümkündür.
Süslü bir ana giriş kapısı


Pencereler, birer sağır kemerle çerçevelenmiş, altta büyük ve üstte oldukça küçük iki  adet açıklıklı, dikine dikdörtgen şeklindedir. 
Gerek pencere gerekse kapı çerçevelerinde umumiyetle sivri kemer, pencere kenarlarında ise beşik  kemer, kaş kemer ve üst parçası kaş kemer olmak üzere üç parçalı kemer formları tercih edilmiştir.



Üç katlı evlerde, zaman zaman orta katın adeta bir eyvanmışçasına düzenlendiğini görmek de mümkündür.
Evlerin ikinci katındaki oda sayısı giriş katına göre daha az tutulmuş, kalan boşluk, sıcak iklimde acık havada  oturmak üzere  bir teras olarak düzenlenmiştir. Bu terasların kenarları engin bir duvar veya taş sütunce ve parmaklıklarla çevrelenmiş, zaman zaman da konsollu çıkmalarla zenginleştirilip genişletilmiştir.

Dam üstü konsollu teras

İnanç-Kültür
Mardin'de müslümanlar ve hırıstiyanlar birarada yaşamaktadır.
Müslümanlara ait başta minaresi ve dilimli kubbesiyle Mardin'in simgesi hâline gelmiş Ulu Cami 1176 yılında Artuklu hükümdarı Kutbettin İlgazi zamanında inşa edilmiş. Kayıtlara göre iki minareli olan bu camiin şu an ayakta olan süslü minaresi 19. yüzyılda yapılmıştır.
Latifiye Camii 1317'de Artuklu hükümdarı Abdüllatif bin Abdullah tarafından, Melik Mahmut Camii 1312-1317 yılları arasında Artuklu hükümdarı Melik Salih Tarafından yaptırılmış olup, Pamuk Camiinin 11. yüzyılda, Reyhaniye ve Azap Camiinin Camii 16. yüzyılda, Halife Camiinin 18. yüzyılda yapıldığı belirtilmektedir.
Ayrıca, 13. yüzyıl başlarında Artuklu hükümdarı Melik Nasreddin Artuk Aslan tarafından yaptırıldığı düşünülen Şehidiye Külliyesi'nde de bir cami bulunmaktadır.
Mesken Mahallesi'nde bulunan Eminüddin Külliyesi, Anadolunun ilk külliyelerinden olup, cami, medrese, çeşme, hamam ve şifahaneden oluşan bir Artuklu eseridir.
Mardin medreseler bakımından da zengindir. Gerçekten şehirde bulunan medreseler şunlardır:
Kasımıye Medresesi (Artuklu), Zinciriye Medresesi (Artuklu), Şah Sultan Hatun Medresesi (Akkoyunlu), Melik Mansur Medresesi (Artuklu), Altunboğa Medresesi, Cihangir Bey Zaviyesi (Akkoyunlu), Hatuniye Medresesi (Sitti Radviyye Medresesi) (Artuklu).    
Mardin Ulu Cami

Şehidiye Külliyesi
Artuklulardan beri taş kubbelerde dıştan dilimli bir biçim yerleşmiştir. Dilimli kubbeler hâricinde taş işçiliğindeki motifler, kimi dönem ve anlayışların heterojen bir bileşimi olarak görünmektedir. Bunda Selçuklu,  Artuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu ve hatta İlhanlı geleneklerinin etkili olduğu düşünülmektedir.
Hıristiyanlar hemen hemen tamamıyla Süryanilerden meydana gelmektedir.
Süryani ismi konusuna kısaca temas etmek gerekirse: Bu ismin kral Suros’a dayandığı, Asurluların ülkesi anlamındaki Grekçe Surya kelimesinden geldiği, hırıstiyanlığı kabûl eden Aramilerin pagan Aramilerden kendilerini ayırmak için kendilerine Süryoye dedikleri ve kelimenin buradan geldiği gibi görüşler bulunmaktadır.  Süryanilerin büyük çoğunluğu ortodoks olup, Roma katolik kilisesine bağlı olanlar "Keldani" olarak adlandırılmakta ve kiliselerine de "Keldani kilisesi" denilmektedir. Şehir merkezinde MS 4. ilâ 5. yüzyyıla tarihlenen Mar Hırmız Keldani kilisesi bulunmaktadır. Ortodoks Süryanilere ait büyük iki ibadethane ise MS 4. yüzyılda yapılmış olan Deyrulzaferan (Mor Hananyo) ve Mor Gabriel manastırları olup, Deyrulzaferan Manastırı Mardin’in 4 kilometre doğusunda, Mor Gabriel Manastırı ise Midyat ilçesinin 23 kilometre güneydoğusunda bulunmaktadır.

Mar Hırmız Keldani Kilisesi


Deyrulzaferan (Mor Hananyo) Manastırı)

Mor Gabriel Manastırı

Şehirde bir Ermeni Kilisesi bulunsa da Ermeni nüfusun bulunmadığı söylenmektedir.
(Belirtilen cami ve kiliselere ait ayrıntılı bilgi ve fotograflar başka yazılarda yer alacaktır.)

Tagaddi (**)
Mardin'de güneydoğu'ya has yemekler var. Kaburga dolması, bir tür kapalı lahmacun olan sembusek, ırok olarak adlandırılan içli köfte, yağlıca kıymadan yapılan ve şişte pişirilen Mardin kebabı, hamuruna kıyma eklenmiş etli ekmek ve fırında yapıaln Mardin tepsi güveci başlıca yemekler. Burada bahsolunan Mardin yemeklerine ait daha teferruatlı bilgiyi Tarihi Sultan Sofrası - Mardin başlıklı yazıda bulabilirsiniz.

Kibe denile işkembe dolması satılan lokantalar gördümse de, işkembe ve işkembeden yapılan yemekler ancak temizliği konusunda tam olarak emin olduğum yerlerde yiyebileceğim bir yemek olduğundan yemeyi düşünmedim.
Diğer taraftan  alluciye denilen erik yahnisi, firkiye denilen badem çağlası ile pişirilen et yemeği gibi  Mardin'e ait daha sofitsitke yemeklerin olduğu belirtilse de, kısa süreli gezimde rastlamak mümkün olmadı. 
Tatlı olarak harire denilen pekmez peltesini de denemedim.Zingil olarak kaynaklarda belirtilen tatlının izine rastlamam ise mümkün olmadı. Tatlı bahsinde Mardin'e özgü çivit mâvisi renkli bâdem şekerini de belirtmek gerekiyor. Badem şekerinin bu renginin sebebini sorduğumda lahor ağacı cevabını aldımsa da doğru bilginin lahor çividi olduğunu düşünüyorum.
Güneydoğuya ait mırra ve Süryani kahvesi içecek olarak muhakkak tadılması gereken lezzetlerdendir. Her iki kahve türü de kakule ile koku ve tad verilmiş çifte kavrulmuş kahve çekirdeklerinden yapılmaktadır.

Temizlik
Mardin'den bahsederken, şehrin temizliğine dâir bir iki kelam etmeden olmaz. Mardin'i ziyaret ettiğim 2024 yılı Nisan ayında geceden sokakta bırakılan çöplerin ancak ertesi sabah gün doğduktan çok sonra toplandığına şâhit oldum. Gece boyunca sokak hayvanları tarafından parçalanan çöpler temizlik açısından son derece nahoş bir durum sergiliyordu.
Sokaklarda çöpler

Eski Mardin'den muhtelif görünümler



Eski Mardin'de gece sokaklar








---
(*) Yenişehir Sağlık Koleji: 1946 yılında  Sağlık Komiserleri Mektebi olarak kurulmuş, 1961 yılında ismi Yenişehir Sağlık Koleji olarak değiştirilmiş, bütün Türkiye'den seçme sınavı ile öğrenci alan ve kız-erkek yatılı öğrenim veren Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir okul idi.
Seçme öğretmen kadrosu ile öğretim veren bu okulu Cumhurbaşkanının ziyaret etmişliği bile vardır.
Aşağıdaki fotograf bu ziyarete aittir.

(**) TAGADDİ konusunda Tagaddi başlıklı yazıma bakabilirsiniz.

7 Mart 2024 Perşembe

Bozyazı - Mersin

Mersin'e bağlı ve Türkiye'nin neredeyse en güneyinde yer alan, Akdenizin kenarındaki bu küçük ilçe  ismiyle gayrı-müsemma bir yer; zira mâvinin kenarında yeşilliğin hüküm sürdüğü bir yer burası.

Bozyazı Belediyesi'nin internet sayfasında yer alan bilgilere göre burasının M.Ö.3.binyılda Luwi kavimlerinin yaşadığı Tarhundaşşa Kralığının sınırları içinde bulunduğu,  Asurlular zamanında bölgeye Queadı adının verildiği, M.Ö.7.yy.da bir Samos kolonisi olduğu, 7.ve 6.yy.da Fenikelilerle ticaret yapan önemli bir liman kenti olduğu, daha sonra Roma döneminde Kommagene Krallığına verildiği, M.S.260’dan sonra kıyıların Pers ordularının eline geçtiği, bilahare Doğu Roma egemenliğinde kaldığı, nihayet 1228'de 1. Alaaddin Keykubat zamanında Selçukluların ve daha sonra Karamanoğulları’nın hâkimiyetine girdiği, 1487 yılından itibaren de Osmanlı topraklarına katıldığı belirtilmektedir.

Bu bilgilere göre Nagidos yerleşiminin, Akdeniz deniz ticâret yolu üzerinde bir yer olması hasebiyle kozmopolit bir yapıda olması gerektir.

Bozyazı - Doğu tarafından şehrin görünümü

Paşabeleni Tepesi

Paşabeleni Tepesi'nden Nagidos Adası

Şehrin merkezinde yer alan ve Paşabeleni adı verilen tepede ve bu tepenin karşısında yer alan küçük adada Nagidos antik kenti kalıntıları bulunmaktadır. Kimileri savunma refleksiyle açıklasa da, eski yerleşim yerlerinin yüksek tepe yamaçlarında olmasını, eskilerin hayatın özüne bizlerden daha yakın oluşuyla açıklamayı daha doğru buluyorum. Zira, tepe yamaçlarında evler biribirinin önünü kapatmaz. Böylece her bir ev güneşten, rüzgardan ve manzaradan faydalanmış olur. Bir de şimdiki Bozyazı yerleşmesine bakıyorum da... Dağların çevrelediği bir düzlükte yapılan evler ne denizi görebiliyor, ne yakıcı yaz sıcağında rüzgar alabiliyor. Üstüne üstlük verimli tarım arazileri betonla kaplanıyor. Oysa bu düzlüğe hâkim tepelerin yamaçlarına yapılmış olsaydı evler, her bir evin deniz manzarası olur, her bir ev diğer evlerin arasında boğulmaz ve her bir ev tatlı rüzgarlarla buluşurdu.

Düzlüğe ev yapmanın yanında, betona karşı da dayanılmaz bir arzumuz var. Oysa bölgede bolca bulunabilen taşla yapılan evler ne kadar güzel olurdu. Nitekim geçmişten kalan birkaç "betondan münezzeh" eve tesadüf ettim. Aşağıda fotograflarını göreceğiniz bu evler taştan yapılmış. Yapımında bağdadî, hımış gibi teknikler kullanılmış, ahşap cumbalarında, ahşap pencere korkuluklarında ve ahşap kepenklerinde sanatkarâne birer üslûp kullanılmış. Hatta bacaları bile özenip bezenilerek yapılmış. Bu evler ne yazık ki yıkılmaya terkedilmiş. Birkaç yıl sonra bunların yerinde de betondan çirkin binaların yükseldiğini göreceğimiz neredeyse kesin.

Bozyazı merkezde, Merkez Camii'nin hemen karşısında yer alan 3 katlı ev

Bozyazı merkezde, Merkez Camii'nin hemen karşısında yer alan 3 katlı evin bir başka görünümü

Bozyazı merkezde, Merkez Camii'nin hemen karşısında yer alan 3 katlı evin bir başka görünümü

Paşabelenin'nden iniş yolunda sağ taraftaki metruk ev


Paşabelenin'nden iniş yolunda sağ taraftaki metruk ev

"Makıf" olarak bilinen yerde Hocacıkoğlunun evi

"Makıf" olarak bilinen yerde Hocacıkoğlunun evi
(Bu evin cephesine büyük bir siyasî parti afişi asıldığından, evin cepheden tam bir fotografını çekemedim)

Hocacıkoğlunun evinin cumbası

Hocacıkoğlunun evinden kepenkler

Merkezdeki 3 katlı evin çatı saçağından ayrıntı

  
Paşabeleni'nden inerken yolun sağındaki evin bacaları

Paşabeleni'nden inerken yolun sağındaki evin ocağı

Hocacıkoğlunun evinden pencere ayrıntısı

Bozyazı'da en ilginç yapılardan birisi Merkez Camii. Deniz kenarına yapılmış bu Cami, ilginç minareleri ve ferah iç yapısıyla mutlaka görülmesi gereken bir yer.
Bozyazı'da tabii güzelliklerin yanında birçok tarihî eseri görmek de mümkün. Bunlardan belki de en önemlisi şehrin doğu tarafında 150 metre râkımlı bir tepede bulunan Softa Kalesi. Henüz tepeye çıkarak gezemediğim bu kalenin ve diğer bâzı yerlerin bilgilerini ve fotograflarını gezdikten sonra ilâve edeceğim.
Batıya doğru şehri gezdikçe eski bir yapının tonozlu kalıntısına, bir su kemerini kalıntısına veya bir sütün taşına rastgelmeniz çok muhtemel. Henüz vahşî turizmin keşfedemediği Bozyazı hâlen bir Akdeniz köyünün özelliklerini kısmen de olsa taşıyor.
Vahşî turizm keşfedemese de, denizi gerçek anlamda sevmeyen, onu bir "çimme aracı", kenarında ev sâhibi olmayı mârifet sayanlarca ne yazık ki Bozyazının deniz kenarı "site"lerle doldurulmuş durumda. 

2 Ocak 2020 Perşembe

Eski Ankara

Târihi oldukça eskilere kadar giden Ankara konusunda yazılanlara ve söylenilenlere bakıldığında kafanız karışır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara'ya gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ankara için "Bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiçbir farkı olmayan bu şehir" ve "Bu cansız, soluk ve kirli tabiat" demektedir.
Geneli için bu benzetmeleri yaptıktan sonra Karaosmanoğlu şehrin sokakları için: "suyu çekilmiş bir sel yatağı gibi kuru ve ıssız duran"; binalarının duvarları için "insana her dakika fukaralığı, sefaleti, aczi söyleyen, kâh bir uyuz deve sırtı insanın üstüne yürür gibi olan; kâh, taş kesilmiş bir kâbus gibi kafaya, en ağır, en feci, en sıkıntılı rüyaları yığan çamurdan perde" ve Ankaralılar için de "bu kerpiç duvarlar arasında bir örümcek gibi yaşayanlar" benzetmesinde bulunmaktadır.
1882 târihli Ankara Salnâmesi'nde, 38 armut cinsi yetiştiği bilgisine yer verilen, İmrahor Çayı, Hatip Çayı ve Çubuk Çayı, Ankara Çayı, Hacıkadın Deresi gibi su kaynaklarına sâhip olan, Araplar deresi, Cevizlidere, Kirazlıdere, Kavaklıdere, İğdelidere, gibi yerleri bulunan, balı, kavunu, elması meşhur olan Ankara için yapılan benzetmelerin ne derece doğru olduğu tartışmalıdır. Gerçekten, Ankara'nın etrafının çok yakın tarihlere kadar tamamıyla üzüm bağlarıyla çevrili olduğu bilinen bir husustur. Nitekim 1861'de Ankara'yı ziyaret eden Georges Perrot, Ankaralıların yılda iki defa bağlara göç ettiğini yazmaktadır.
Nereden baktığınıza bağlı olarak değişen subjektif değerlendirmeler bir yana bırakılarak Ankara için kısa bir kaç bilgi verilecek olursa şunlar söylenebilir:
Şu an bildiğimiz kadarıyla Ankara, Keltlerin, Galatların, Romalıların, Selçukluların ve Osmanlıların yerleşim yeri olmuştur.
Eski Ankara'nın "akropolis"i Kale değil, Kalenin kuzey batısında yer alan ve şimdi Hacıbayram Camii'nin olduğu yüksekçe yerdir. Nitekim burada Frig döneminde tanrı Men adına yapılmış bir tapınak olduğu,  Galat döneminde de  burasının kutsal bir tapınak olarak kullanıldığı ve Roma döneminde buraya Augustus Mâbedinin yapıldığını biliyoruz.
Ancak Ankara, -pek çok eski şehirde olduğu gibi- Kalenin etrafında kurulup hayat bulmuştur. Nitekim, Ankara Kalesinin etrafında pek çok han vardır ki bunların bir kısmı bugün dahi varlığını sürdürmektedir. (Bu konuda https://bildirir.blogspot.com/2019/06/ankarada-hanlar-bolgesi.html adresinde geniş bilgi bulabilirsiniz.)
Tournefort tarafından çizilen 1712 tarihli bir gravürde ve 18 yüzyıla ait bir resimde Ankara'nın üçlü bir sur sistemine sâhip olduğu görülmektedir. En içte ve en yüksekte iç kale, bunun hemen dışında -bugün de kalıntıları bulunan- ikinci bir sur silsilesi ve nihâyet şehri tamamen ihata eden bir dış sur vardır. En iç surun çevrelediği yer içkaledir. Burada Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından yaptırılan ve bugün de açık olan bir cami vardır. İkinci sıra surlar, Ulus'tan bakılınca görülebilen dış kale surlarıdır.
En dışta kalan sur artık yoktur ve bu surun kabaca Dışkapı'dan Ulus'a doğru gelen Çankırı Caddesi, Opera meydanının kuzeyi, Denizciler Caddesi, Yahudi Mahallesi, oradan Hacettepe, Hamamönü ile kale eteklerini ihata ediyor demek yanlış olmasa gerektir. Suluhan civarına taht-el-kale (kalenin altı) kelîmesinden bozulmuş olarak Tahtakale denilmesi burasının Kale'ye göre coğrafi konumundan dolayıdır.
Zaman içinde kale eteklerindeki yerleşim genişlemeye başlar. Ancak, Cumhuriyet öncesi tren yolunun güneyinde bağ evleri hâriç bir yerleşim yoktur. Nitekim burada "kurulan" şehre Yenişehir denilmesinin sebebi de budur.
Eski Ankara ne kadar güzeldi ya da değildi, bugün bunun önemi yok. Ama yazılanlara bakıldığında, bağı-bahçesi, ağaçları ve suları, meyvesi çokça bir yerleşim yeri imiş. Bugün Ankara'nın ekolojik ağaçları ya bina yapmak için kesilerek ya da "iğne yapraklı ağaç" merakımızdan dolayı yok edilmiştir. 

18 yüzyıla ait bir Ankara resmi

Tournefort tarafından çizilen 1712 tarihli Ankara gravürü



Hatip Çayı
Hatip Çayı - Bentderesi

Bir zamanlar açıktan akan bu sular bugün ya kurumuş ya da üzeri kapatılmıştır.
Derede çamaşır yıkayan kadınlar


-------
- KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, Ankara, İletişim Yayınları, 31. b., İstanbul, 2014 (ISBN 9789754701340)

Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...