Yanılgılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yanılgılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2024 Perşembe

Bulanık Suda Avlananlar - Kuantum

 Zaman zaman belli kelîmeler, mefhumlar "moda" olur, her bir şeyin o'nlusu çıkar meydana. Kuantum gibi.

Kuantum (quantum) kelîmesi Latince'de "ne kadar" anlamına gelmektedir. Kelîme için TDK sözlüğünde "Belirli değer alabilen küçük miktar, nicelik." karşılığı verilmektedir.

Kuantum mekaniği veya kuantum fiziği ise atom altı parçacıkları (quark) inceleyen bir temel fizik dalıdır. Hâl böyle olmasına rağmen, pek çok alan, pek çok iş kuantumla ilişkilendirilmeye, böylece o işe/alana önem atfedilmeye, en uygun tâbiriyle bulanık suda kuantum balığı avlanmaya çalışıldığı görülmektedir. "Herşeye kuantum" konusuna ilgi duymam, asıl mesleği hemşirelik olan birisinin "yaşam koçluğuna" soyunması, işini sorunca da "kuantum yaşam koçuyum" demesi ile başladı. Daha sonra ünlü video paylaşım kanalında bir medyatik fizikçinin "quantum computing" konulu bir video paylaşımıyla karşılaşınca düşünmeye başladım, acaba bilgisayarın kuantumlusu, kuantum hesaplama yapanı nasıl olur, olabilir diye. Konunun yabancıları için eser miktarda ukalalık yapmak iktiza ederse,  malûm günümüzdeki bilgisayarlar ikilik sayı sistemine dayanan sayısal mantık devreleriyle oluşturulmuştur. İkilik sayı sisteminde sâdece 0 ve 1 vardır. "0 elektrik yok -veya oldukça düşük seviyede var-, 1 ise elektrik var" mantığı bilgisayarlara uygulanmıştır. Elektrik akımı ise esasında bir elektron akışı -veya iletimi- olduğundan esasen çalışma bir atom altı parçacık olan elektrona dayanmaktadır. Başladım düşünmeye "acaba elektrondan başka atom altı parçacıkları nasıl kullanacaklar" diye amma cehaletime verin, bir cevap bulamadım. Bunun üzerine vakti zamanında "herşeye kuantum" garabetiyle bende bu tecessüsü uyandıran allâmenin söylediği hususta birazcık arama yapmak isteği doğdu içimde. Ve de Google yengemizde "kuantum yaşam koçu" diye bir arama yapayım dedim, aman Allahım, neler çıktı karşıma neler! Karşıma ilk çıkan sayfaya girdim ve şu büyük bilimsel (!) ifâdeyi buldum:  "Kuantum koçlarına göre evren bir olasılıklar okyanusudur. Ve bu olasılıklar okyanusunun içinde dünya en güçlü olasılıklardan biridir."

Kuantum astrolojisi de varmış meğer! Bakın bir büyük astrolog ne diyor: "Astroloji bugüne kadar anlatılan kalıpları yıkarak, kollektiften gelen tüm geçmiş zamanlı bilgileri elbette referans alarak, fakat yepyeni bir göz ile "gözlemleyici"nin gücü ve etkisi ile bunları incelemesidir. İşte bu da Kuantum Astroloji'dir."

Mutfakta kuantum, kuantum tıp, kuantum düşünce... ilâahır...

Eğer işinize ne olduğunu açıklayamadığınız, anlamayanların da "kral çıplak" demekten korktukları için soramadığı bir "gizli güç" katmak isterseniz kuantum sizi bekliyor! Kuantum lahmacun, kuantum sevgili, kuantum eğitim sistemi, kuantum moda... Dilediğiniz her işe, her alana kuantum etiketini yapıştırabilirsiniz. Nasıl olsa sorup sorgulayan yok. 

"Herşeye kuantum" deryasında boğulmak üzere iken aklıma seneler önce mekteb-i hukukta okurken bir hocamız söylediği şu okkalı söz geldi: "Saçmalama hakkı herkese aittir.

Doğru söze ne denir...

8 Ocak 2024 Pazartesi

Güzel ülkemin bilim insanları

 Tarih TV'de "Gizemli Tarih" programını seyrediyordum. Konu, Mimar Sinan'ın eserleri. Programda dış ses diyor ki "Yerçekimini alt etmeyi başaran dehası bu kez ses hızını dört kez yavaşlatacak akustik bir tasarımı planlamaya başlar." Bahsolunan deha elbette Mimar Sinan.

Sonra programın sunucusu Prof. Hikmet Kırık geliyor sahneye. Elinde bir ses şiddeti ölçer (desibelmetre), yanında müezzin ezan okuyor ve Hikmet Kırık ekranda okunan değeri gösteriyor: 96 dB. Sonra Hikmet Kırık, bir köşede oturur hâlde geliyor ekrana, ezan devam etmektedir. Hikmet Kırık kısık bir sesle şunları söylüyor: "İnanılmaz. Merkezle en uzak köşe arasında sadece 5-10 desibel fark var." Bunları söyledikten sonra desibelmetrenin ekranını gösteriyor. Görünen değer 80.4 dB. Bu defa bir başka planda devam ediyor Hikmet Kırık ve diyor ki "Böylece 70 metre uzaktaki bir kişi imamın sesini en ön saftaki cemaatle aynı desibelde duyabiliyordu."

Nereden başlamak lâzım bilemiyorum...

Mimar Sinan'ın yerçekimini nasıl "altettiği"nden bahsetmek bile istemeden, ses hızının dört kez yavaşlamasına gelmek istiyorum. Sesin hava, su, katı bir ortamdaki hızı bellidir ve ihmal edilebilir değerler hâricinde değişmez. Sesin havadaki hızı da bellidir ve dört defa yavaşlaması söz konusu bile olamaz. Bu programın metin yazarı, editörü, bilim danışmanı nerede? Koca Mimarın mezarında kemikleri sızlıyordur!

Yapılan onca yanlış var ki, 96 desibelden 80,4 desibele düşmeye, -ki 15,6 desibel fark var aralarında- hem de ses şiddeti ölçerin ekranını göstererek "5-10 desibel" denilmesine ne denilebilir bilemiyorum. Câmi içindeki 15,6 desibel ses farkına rağmen "70 metre uzaktaki bir kişi imamın sesini en ön saftaki cemaatle aynı desibelde duyabiliyordu." sözü ilkokul matematik bilgisi ile dahi anlamsız... Zira bizzat programda gösterildiği gibi en ön saf ile arkalarda tam15,6 dB'lik bir düşüş var; gerisini siz hesap edin.

Programın sunucusu Prof. Hikmet Kırık kimdir diye merak ettim. Hikmet Kırık, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Ve Halkla İlişkiler bölümünde lisans eğitimini tamamlamış, Birleşik Kırallık'taki Leicester Üniversitesinde  yüksek lisans, Westminster Üniversitesi iletişim ve medya araştırmaları enstitüsünde doktora yapmış. Şu anda İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümü başkanı olarak görev yapıyor.

Yani ne mimari, ne akustik akademik alanlarından değil. Tarih ve arkeoloji de öyle. Ama tarihi, arkeolojik programların sunuculuğunu yapıyor. Bahsettiğim alanların uzmanı olmak başka, "sunuculuk" başka, dediğinizi duyar gibiyim. Evet, haklısınız; ancak insan bilmediği bir konuyu uzmanına danışır değil mi? Uzmanından da vazgeçtim, nasıl olup da sesin DÖRT DEFA YAVAŞLAYABİLDİĞİNİ söylemek, 16 desibel farkı 5-10 desibel olarak göstermek, bunca ses farkına rağmen 70 metre uzaktakilerin de aynı ses şiddetini duyduklarını söyleyebilmek için insanın akustik ve fizik alanında uzman olmasına da gerek yoktur. Basit bir mantık ve aritmetik kıyaslaması ve lise seviyesinde fizik bilgisi kâfidir.

29 Kasım 2023 Çarşamba

Yanlış kullanılan kelîmeler, deyimler ve sözler

 Haydan gelen huya gider

Bu deyim, zahmetsizce kazanılan şeylerin kolayca kaybedilebileceği manasında kullanılmaktadır. Oysa gerçek çok farklıdır. "Hay" Allah'ın sıfatlarından olup, "ebedî hayatla diri" mânasındadır. "Hû" ise  “O” mânasında bir zamirdir. Dolayısı ile bu söz "Ebedi hayatla diri (hayy) olan Allah'dan gelen yine o'na gider"  anlamındadır.

***

Her halde

Çoğu zaman herhalde olarak bitişik de yazılan bu iki kelîme, pek çok kişi tarafından ihtimal belirtmek üzere "sanırım", "zannederim" mânasında kullaınlmaktadır. Oysa her durumda, her şart altında anlamında mutlaklık belirten iki kelimedir. "Her halde gideceğim" denildiğinde  "mutlaka gideceğim" denilmektedir.

***

Özeleştiri vermek

Son zamanlarda, televizyon tartışma programlarında ve gazete yazılarında "özeleştiri vermek" deyimini duyar olduk. "Vermek" fiili, cisimler bakımından bir şeyi bir başkasına vermeyi ifade ederken, gayrı-maddî hususlar bakımından bir konuyu bir merciye intikal ettirmeyi ifade eder. Söz gelimi "ifâde vermek" gibi. Dolayısıyla özeleştiri vermek ancak bir kimsenin sorgulanırken veya yargılanırken yapabileceği bir iş olsa gerektir. Bunun hâricinde bir kimsenin kendi kendisini tenkit etmesi, eleştirmesi için "vermek" fiili değil ancak ve ancak "yapmak" fiili kullanılabilir. Dolayısıyla deyimin doğrusu "özeleştiri yapmak"tır.

***

Almak

Almak fiili, maddî hususlar içinbir şeyi bir yerden almak mânasındadır. Zaman zamana birleşik fiil olarak da kullanılır.  Gayrı-maddî hususlar için de kullanılır. Selam almak, dua almak gibi. Son zamanlarda almak fiili maksadı ve mânası dışında kullanılır hâle geldi. Duş almak, çay almak, kahve almak vb. Oysa duş "yapılır", çay ve kahve "içilir". Yapmak, içmek gibi çeşitli fiillerin yerine "almak" fiilini kullanmak yanlış olduğu gibi, çeşitli işlere ait fiilleri lisânımızdan uzaklaştırarak zayıflattığı da açıktır.

Sebep - neden
Bugünlerde sebep kelîmesinin yerine "neden" kelîmesini kullanıyor bâzıları. Bu kullanımı doğru bulmuyorum. "sebep" İngilizce'deki "reason"kelîmesinin karşılığı iken "neden" "why" soru kelîmesinin karşılığıdır. "Neden" kelîmesi bir soru sorarken "sebep" kelîmesi bir açıklama getirir. "Neden söyledin" derken "neden" kelîmesini kullanmak gerekirken, bu soruya cevap verirken "Şu sebeple söyledim." deriz.
Hep söylüyorum. Birden fazla kavramı bir tek kelîmeye sığdırmak ancak Türkçeyi fakirleştirir.

***

Suistimal - suiistimal
Arapça'da "sui" kötü", "istimal" ise kullanım mânâsına gelir. Dolayısıyla "suiistimal" kelîmesi "kötü kullanım", "kötüye kullanım" anlamındadır. Bu kelîmeyi suistimal şeklinde kullanmak yanlıştır ve -mizahî bir yakıştırma ile- olsa olsa "su kullanmak" anlamını verir. Suiistimal kelîmesini kullanmak zor geliyorsa, -su kullanmak yerine- cümlenin gelişine göre  "kötü kullanım" veya "kötüye kullanım" diyebilirsiniz.

***
Mütevazi - mütevazı
Mütevazi kelîmesi , (ﻣﺘﻮﺍﺯﻯ) Arapça "tevāzі" “paralel yapmak”tan gelir ve paralel demektir.
Mutevazı kelîmesi ise tevazu (alçak gönüllülük) kökünden gelir ve alçak gönüllü demektir. Dolayısıyla, birisine "alçak gönüllü" demek istiyorsanız mutevazı demelisiniz; mütevazi değil.

***


Hâlâ

Şu ân var olan, geçerli olan, süregiden bir durumu ifâde etmek üzere "hâlâ" zarfını kullanırız. Bâzı aklıevveller şapkayı kaldırdılar ya, şimdi bu kelîmeyi "hala" olarak kullananlar var. Oysa hala kelîmesi Türkçe'de babanın kız kardeşini ifâde eder. "Hâlâ gelmedi" yerine "Hala gelmedi" diyorlar; teyze geldi mi acaba?!

***
Salatalık - hıyar
Hıyar olarak bilinen -ve ilmî bakımdan meyve sayılan- sebzeye kibarlık olsun diye salatalık denildiğini biliyorsunuz. Oysa, "salatalık", salatası yapılan her türlü zerzevat için kullanılabilecek bir kelîmedir. Buna göre, marul, domates, havuç ilâ... salatalıktır. Dolayısıyla hıyara salatalık demek yanlış olduğu gibi, Türkçemizde bir kelîmenin unutulmasına yol açar mâhiyettedir.

***
Yanıt
Çeşitli "kesim"lerce "cevap" yerine kullanılan bir kelîme. Pek çok dilbilimciye, hocaya, hâceye, öğretmene, muallim ve muallimeye, gericiye ve ilericiye sordum fakat cevap alamadım bu "yanıt" kelîmesinin kökü, etimolojisi hakkında. YAN, YANI.. Cevâbı karşılayacak bir "üretim süreci"ne ulaşamıyorum. Uydurma bir kelîme olup, kuşaklar arası kültür iletimini bozan bir virüstür.
(Yukarıdaki "kesimler"den kasıt, bilmeden fikir sâhibi olanlar, kullandığı kelîmelere göre kendisine politik yer belirleyenler, muhafazakâr kültüre itiraf edemedikleri bir düşmanlık besleyenlerdir. )

***
Alaturka
Bâzı "sözlük"lerde "Eski Türk töre, 'alışkı' ve yaşama biçimine göre olan", "dünya görüşü ve yaşam biçimi, davranışı güne uygun olmayan, yöntemsiz, ilkesiz, düzensiz (kimse, tutum)" gibi karşılıklar verilmesi TÜMÜYLE YANLIŞ ve dahi insafsızlıktır. Kelîme, İtalyanca "A la Turca"dır ve kelîme karşılığı TÜRK GİBİ demektir. Sözlük mânasına gelince, eğer bir kelîmenin başına geliyorsa, o kelimeye "Türk usûlü, Türk tarzı" mânasını katar. Misal, "alaturka müzik" "Türk usûlü müzik" demektir.
Kimliğinde Türk vatandaşı yazan bir sinema oyuncusu "Türk olarak doğmayı ben seçmedim"  mealinde bir lâf ederken Türk olmaktan nasıl utanıyorsa, yukarıdaki ifâdeler de aynı kapıya çıkar mâhiyettedir.

***

Yasal
Yasal kelîmesi şimdilerde -tıpkı şey gibi- hukuk soslu konuşmanın ve yazmanın vazgeçilmezi oldu.  "Bu durum yasal değil. Yasal hakkımı kullanıyorum. Yasal durum şöyledir. Yasal davranış" bu ve bunun gibi onlarca şekilde kullanılıyor. Hadi bilmeyen kullansın, ya hukukçuların bu kelîmeyi kullanmasına ne demeli? Yasal kelîmesi "yasa" kökünden üretilmiş, yasa da bildiğiniz gibi "kanun" demektir. Şu hâlde yasal "kanunî" manâsına geliyor, değil mi? Ancak, uygulamada sâdece kanunî manâsında değil, "hukukî" manâsında da kullanılıyor. Oysa, her kanunî durum hukukî olmakla birlikte, her hukukî durum kanunî değildir. Gerçekten, bir yönetmelikte yer alan hususa temas ederken yasal denilmesi fâhiş hatadır. Dolayısıyla "yasal" kelîmesinin yerli yersiz kullanılması bir karmaşaya, bir kargaşaya, bir yanlışlığa sebep oluyor. Kanunda yer alan hususlar, kanuna göre yapılan işler için kanunî, hukuka ilişkin hususları ifade etmek için de hukukî kelîmeleri kullanılmalıdır.

***

Usul - usûl
Türkçe'de iki tâne "usul" kelîmesi vardır. Birincisi Arapça'dan Türkçe'ye geçmiştir  ve kökleri asıllar, üstsoy, yöntem, metod mânalarına gelir.
"Onun aslını bilirim", "Usul ve füruya karşı işlenen suçlar", Bu işin usulü böyle değildir." Bu cümleler yukarıdaki mânalara misaldir.
İkinci kelîme ise Türkçe "usul" kelîmesidir ki yavaş mânasına gelir. "Usul usul geldi", "Usulca yanıma sokuldu." misallerinde olduğu gibi.
Ama bu kelîmeyi şapkasız kullandığımızda işler karışıyor. Yavaş mânasındaki kelîmede herhangi bir ses uzaması veya incelmesi olmadığı hâlde, Arapçadan geçen kelîmede, kullanılan yere ve kullanılmasına göre ses incelmesi veya ses uzaması gereklidir. Bu yüzden üstsoy, yöntem mânasında kullanıldığında kelîmenin "usûl" olarak yazılması gereklidir.

13 Ekim 2020 Salı

Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı

Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm.

Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı.

Alın sanal ortamları, anlık haberleşme programlarını... her an her yerde her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her anımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyor. 

Ama gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Gerçek ortaya çıktığında aklınızla dalga geçildiğini, zekânıza hakaret edildiğini anlayabiliyorsunuz.

Mario Puzo'nun aynı adlı romanından sinemeye aktarılan The Godfather (Baba) filminden bir sahne geliyor aklıma.

Baba Don Corleone'nin büyük oğlu Sony, damadı Carlo'nun yardakçılığı ile pusuya düşürülerek öldürülür. Don Corleone'nin küçük oğlu Michael, babası öldükten sonra önce bütün mafia ailelerinin babalarını öldürtür. Sonra da eniştesi Carlo'yu sigaya çeker. Aşağıda görüntüleri bulunan bu sahnede Michael der ki Carlo'ya "Only do not tell me you're innocent. because it insults my intelligence that makes me very angry.". Yâni "Sâdece bana mâsum olduğunu söyleme; çünkü bu benim zekâma hakaret etmektir ve bu beni çok kızdırır"




Carlo, Michael'ın zekasına hakâret etmeyi göze alamaz ve ölüme gider. 
Elbette bizler insan öldürmüyoruz. Yalanlar, sâhiplerini yaşayan ölülere tahvil ediyor; kendileri farketmeseler de...

22 Haziran 2020 Pazartesi

Aydın, münevver, entelektüel

Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün siyaset bilimi yüksek lisans programındaki hocalarımdan Kadir Cangızbay basmakalıp "hoca"lardan oldukça farklıydı. Deneysel Amerikan sosyoloji ekolüne şiddetle karşıydı. Her bir cümlesi birer paragraf tutan ilginç makaleleri vardı. Bunlardan birisi de "aydın" hakkındaydı. Bu konuda bir iki kelâm etmek istedim.
Günümüzde; aydın, entelektüel, münevver aynı anlamda kullanılan kelîmeler. Bir farkla: Kendisini, -muhafazakâr zıddı olarak- ilerici sayanlar "aydın"ı, özenti batıcılar "entelektüel"i, -pekçoğunun muhafazakârlığın ne olduğunu bilmediği- muhafazakârlar ise "münevver"i tercih ediyorlar. Kendini "konumlandırdığı" yere göre -yâni tümdengelimci bir anlayışla- fikir sâhibi olmayı ve  kelîme seçmeyi sevenlerden başka ne beklenebilir ki...
Peki bu üç kelîme -aslında mefhum- birebir aynı durumu mu anlatıyor, aralarında fark var mı diye hiç düşündünüz mü?
Öncelikle Nişanyan Sözlük'ten bu kelîmelerin etimolojisine bakalım:
Aydın:
Divan-ı Lugati't-Türk'te "aydıŋ" kelîmesinin "ay ışığı" manâsına geldiği, (11. yy), 14. yüzyılda İbni Mühenna'nın Lugat'ında ve Aşık Paşa'nın Garib-name'sinde de keza aynı anlama geldiği; 1935'te yayımlanan  Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu'nda ise  "... Fr illuminé karşılığı"nın verildiği belirtilmektedir.
Münevver:
Arapça nwr kökünden gelen munawwar'ın منوّر  "aydınlık, ışıklı" sözcüğünden alıntı olduğu, kelîmenin, Arapça nawwara نَوَّرَ  "aydınlattı" fiilinin mufaˁˁal vezninde (II) edilgen fiil sıfatı olduğu belirtilmektedir.
Entelektüel:
Fransızca intellectuel "aydın, kültürlü kişi" sözcüğünden alıntı olduğu; Fransızca sözcüğün Latince intellectūs "akıl, anlayış" sözcüğünden +al° ekiyle türetildiği, sözcüğün Latince intelligere "anlamak, idrak etmek, ayırt etmek" fiilinin geçmiş zaman fiil-sıfatı olduğu belirtilmektedir.

Entelektüel kelîmesini, Türkçe'de kullanım şekline bağlı olarak aydın kelîmesine dâhil ederek  ilerlemek doğru olacaktır.

Bu kelîmelerin sözlük manâsına gelince:
Aydın:
Nişanyan, "aydın = münevver = Eclairé";
Tietze, "ışık, aydınlık, ışıklı" (s.236)
Türk Dil Kurumu'nun Güncel Türkçe Sözlüğü, ışık alan, ışıklı, aydınlık; kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver, entelektüel;
Dil Derneği'nin Türkçe Sözlüğü, ışık alan, ışıklı, aydınlık; kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini benimseyen, değerlendirme yetisi gelişmiş (kimse),
Karşılıklarını vermektedir.
Münevver:
Devellioğlu'na göre; tenvir edilmiş, nurlandırılmış, parlatılmış, aydınlatılmış. (s.727)

Anlaşılacağı üzere aydın "ışıklı" manâsına gelirken, münevver "ışıklandırılmış" manâsına gelmektedir. Yâni aydın ışığın kaynağını kendisinde görürken, münevver ışığın kaynağının kendisinde olmadığını, bir başka ışıkla aydınlatıldığını ifade etmektedir. Buradaki ışık bilgiyi kasdettiğine ve icatlar haricinde bilgiler öğrenildiğine göre esasen bilgi -yâni ışık- öğrenende değil, öğretendedir (başkalarındadır). Bu hâliyle aydın, bilginin kaynağını önemsemeyen, kerameti kendinden menkul bir varlıkta kendini bulurken münevver, bilgiyi, bilgilerin asıl sahiplerini, öğreticilerini ön planda tutan, onların bilgileriyle aydınlandığını her an beyan eden bir varlıkta kendini bulmaktadır.
Bilginin kaynaklığı hâricinde aydın kelîmesine sonradan "görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini benimseyen" vasıfları da eklenmiştir. Bu vasıflandırmaya göre, pek çok konuda derinlemesine bilgi sâhibi olan, ancak "çağın gereksinmelerini benimsemeyen" birisi aydın sayılmayacaktır. Mesela modernitenin dayattığı "çekirden aile"yi kabûl etmeyen, cep telefonu kullanmayı reddeden birisi -birçok bilim dalında bilgi sâhibi olsa da- aydın sayılmayacaktır. Zira tümdengelimci tanzimat kafası(*) "çağın gereksinmelerini" bilginin önüne koymuştur. Bu kafaya göre tek sesli ve modal müzik "çağdışı"dır, çok sesli müzik "çağdaş". Arapça ya da Farsça'dan Türkçe'ye geçmiş kelîmeleri kullanmak "gericilik"tir, batı dillerinden kelîmeler kullanmak "ilericilik".
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü üzere mefhumları tümdengelimle açıklamaya çalıştığımızda yanlışlıklar denizinde boğulmayı peşinen kabûl etmiş oluyoruz.

-----
Meraklısına notlar
(*) Tanzimat kafası, biçimi öze tercih eden, her kötülüğün kaynağını bizde, her "iyi"liğin kaynağını batıda kabûl eden bir cehl-i mikablık hâlidir ki en tiyatral hâlini R. N. Güntekin'in Çalıkuşu romanındaki maarif müdürü tarif etmektedir.
Cehl-i mikab konusunda "Cehalet" başlıklı yazımı okuyabilirsiniz.


Kaynaklar:
- TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul  Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
- DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
- Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/



9 Mart 2020 Pazartesi

"Yanılgı"lar - Efendi

Bilebildiğim kadarıyla otuz kırk yıldan beri "efendi" kelîmesi bir sıradanlaştırma, basitleştirme sıfatı olarak kullanılmaktadır. Gerçekten, önemli erkek şahıslar için "bey" sıfatı kullanılırken, önemsiz erkek şahıslar için efendi sıfatı tercih ediliyor. Nitekim Devlet dâirlerinde memurlar için bey, müsdahdemler için efendi hitabı kullanılmaktadır. Zaman zaman da "efendi" sıfatı tahfif maksatlı kullanılıyor ve böylece bu şekilde hitap edilen şahıs aşağılanmış oluyor. Hatta  efendi kelîmesinin kökünü bilen -veyâ bilmesi gereken- muhafazakâr kalemlerin dahi efendi sıfatını tahfif amaçlı olarak kulandıkları görülmektedir.

Peki efendi sıfatı ikinci derecede önemli veya önemsiz şahıslar için mi kullanılmalıdır? Kim beydir kim efendi? Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da "toplumsal cehaletimiz" sırıtmaktadır. Türkçe etimoloji lügâtında efendi kelîmesinin orta Yunancadaki "avtentis"ten geldiği ve "Şahıs isminden veya meslek unvanından sonra tahsilli kimse, memur, şehirli için kullanılan anma ve hitap şekli" olduğu belirtilmektedir. (Tietze, 690)

Şemseddin Sâmi'nin Kâmus-ı Türkî isimli büyük lügâtında ise efendi kelîmesi için "Ta'zim unvanı olub, başlıca okumuşlara ve ulema ile erbab-ı kaleme mahsusdur." denilmektedir. (Sâmi, 138)
 Ahmed Vefik Paşa'nın Lehce-ı Osmanî adlı eserinde ise bu kelîmenin "okuryazar kişilere, ulema mensuplarına ve şehzadelere özgü unvan" olduğu aktarılmaktadır.  (Nişanyan Sözlük)

Görüldüğü üzere efendi sıfatı ta'zim (ululama, yüceltme) maksatlı olup; tahsilli (okumuş) kimselere, âlimlere,  kalem erbabına ve nihayet şehzâdelere verilmesine bakılarak oldukça önemli bir hitap şekli olduğu su götürmez bir hakikattır. Ecdad, okumuş kesime efendi hitâbını lâyık görürken, askerî sınıftan olan ileri gelenler için "bey" sıfatını kullanmıştır.

Hâl böyle olmakla birlikte, kısmen bilmemekten kısmen de eskiye olan düşmanlıktan efendi sıfatı özünü kaybetmiş, neredeyse basit bir hakâret ifâdesine dönüşmüştür.

Diğer pek çok konuda olduğu gibi kelîme ve mefhumları kökünden, aslından uzaklaştırmak veya uzaklaştırmaya yardım edecek her teşebbüs bizi "biz" olmaktan biraz daha uzaklaştıracaktır. Lütfen özünü bilmediğiniz kelîmeleri yerli yersiz kullanmayın; behemahal kullanmak istiyorsanız aslını öğrenin. 

---
SAMİ, Şemseddin, Kâmus-ı Türkî, 7b. Çağrı Yayınları, 1996, İstanbul.
TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul  Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
[ Ahmed Vefik Paşa, Lehce-ı Osmanî, 1876]

29 Aralık 2019 Pazar

"Yanılgı"lar - Nâzım Hikmet

Birkaç gün evvel, Cem Karaca'dan bir şarkı dinliyordum. "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan" diye başlayan. Nâzım Hikmet'in Mâvi Liman adlı şiirinini bestelemiş Cem Karaca. Şiir şöyle:

     Mâvi Liman

     Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
     Seyir defterini başkası yazsın.
     Çınarlı, kubbeli, mâvi bir liman.
     Beni o limana çıkaramazsın...

Şiire yüklenmiş hasret, hüzün ve umutsuzluk Cem Karaca'nın bestesinde de var. Diğer bâzı şiirlerinde olduğu gibi Nâzım Hikmet'in vatan hasreti -bu şiirde özel olarak, İstanbul hasreti olarak- tecessüm etmişti. Nâzım Hikmet'in bu şiiri ne zaman yazdığını merak edip internette araştırma yaparken okuduklarım, Ülkemizde çıplak gerçeklerin nasıl da çarpıtılabileceğini göstermesi açısından ilginçti. 
Şöyle yazıyordu "internet"te: "Ve şair gitgide ümidini yitirir. Hem geçirdiği kalp krizleri, hem de Türkiye hükümetinin vurdumduymazlığı karamsarlığını arttırır: 'Çok yorgunum, beni bekleme kaptan/ seyir defterini başkası yazsın./ Çınarlı, kubbeli mavi bir liman,/beni o limana çıkaramazsın...' " (1)
 Daha önce de Nâzım Hikmet'le ilgili yanıltıcı ya da yönlendirici bilgilerle karşılaşmıştım. İşte o an Nâzım Hikmet hakkındaki "yalın" gerçekler bilinsin diye hayatında yaşadığı hapis, kaçış gibi önemli olayların târihi vermek istedim; istedim çünkü Ülkemizde pek çok hususta olduğu gibi gerçekleri örterek çarpıtma geleneği de kök salmış durumda.
İşte tarihler ve gerçekler.
Nâzım Paşa'nın torunu olarak 1902'de Selanik'te doğan, 1919'da Heybeliada Bahriye Mektebi'ni bitirip stajyer güverte subayı olan ve geçirdiği hastalık sonucu 1920'de askerliğe elverişsiz olarak ayrılan Nâzım Hikmet Ran için Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'nın internet sayfasında;
- Hakkında 11 dava açıldığı,
- İlk kez 1925 yılında yargılandığı,
- Daha sonra, neredeyse iki yılda bir mahkeme önüne çıktığı, bâzı yıllarda ise, iki hatta üç kez yargılandığı,
- Hakkındaki son yargılamanın 1938 yılında yapıldığı,
- Bu yargılamalara bağlı olarak toplam otuz dört yıla yakın ağır hapis cezasına mahkûm edildiği,
- Bu cezaların yalnızca on altı yıla yakınının infaz edildiği -yâni 16 yıla yakın hapiste yattığı-,
Bilgileri mevcut. (2)
Nâzım Hikmet,
- 1950'de seçimi kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı af kanunuyla serbest kalır.
- 1951'de Romanya üzerinden Sovyetler Birliği'ne kaçar. 
- 25.07.1951 tarihli ve 3/13401 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarılır.
- 1962'de Sovyetler Birliği pasaportu verilir.
- 3 Haziran 1963'te Moskova'da ölür.
- Bakanlar Kurulu'nun 05.01.2009 tarihli ve 2009/14540 sayılı Kararıyla Türk Vatandaşlığı'ndan çıkarılması yolundaki karar kaldırılır ve böylece yeniden Türk vatandaşlığını kazanır. (3)
Nâzım Hikmet, Sovyetler Birliği'ne kaçtığında Cumhuriyet Gazetesi, 12 Temmuz 1951'de yayınlanan nüshasında, Nâzım Hikmet'in bir resmini basar ve şunları yazar: "Sovyetler, Nazım Hikmetin Moskovada aldırdıkları boy boy, şekil şekil resimlerini bütün dünya fotograf ajanslarına dağıtmaya başlamışlardır. Yukarıda gördüğünüz resim, bunlardan birisie. Bu fotografı sütunlarımıza geçirirken şair Eşrefin Abdülhamide yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye 'resmini teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün' mealindedir. Biz de yukarıki resmi Nazım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz."



Ne denilebilir ki...

---
(1) https://bianet.org/biamag/kultur/135379-sair-in-cinarli-kubbeli-mavi-limani
(2) https://www.nazimhikmet.org.tr/nazim-hikmet/davalari/
(3) 10.01.2009 tarihli ve 27106 sayılı Resmî Gazete 
https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2009/01/20090110-5.htm

13 Aralık 2019 Cuma

"Yanılgı"lar - Medeniyet ve çağdaşlık

İngiliz sinema oyuncusu  Anthony Hopkins'in bestelediği "And the waltz goes on" isimli bir vals var. Bir video paylaşım sitesinde bu eseri dinlerken ( https://www.youtube.com/watch?v=xHBI-oxRE6M ) bir yandan da yorumlara bakıyordum. Rusça, İspanyolca, Macarca, İngilizce birçok yorum yapılmıştı. Derken Türkçe bir yorum gördüm. Şöyle yazılmıştı: "Sanat .Muzık.Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...."
Bu yorumu okuyunca aklıma müteveffa eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geldi. Beethoven'in 9. Senfonisi'ni dinleyen Süleyman Demirel'in, konserden sonra "İşte çağdaş Türkiye bu!" diye haykırdığı yazılmıştı. ( http://arsiv.sabah.com.tr/1997/04/02/y08.html )
Demirel'in bu çıkışından yola çıkan bir sanat eleştirmeni ise şunu yazmıştı: "Çoksesli müzikle çağdaşlığın bağlantısını bilen devlet adamlarındandı."http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/demirel-in-hatirlattigi-29314368 )
Konunun değerlendirmesine geçmeden önce birkaç hususu aydınlatmakta fayda var:
1) Medeniyet, Arapça "medine" kökünden gelir; medine ise "şehir" demektir. Bu duruma göre medeniyet "şehirlilik", medenî ise "şehirli" demektir. (Devellioğlu, s.598, 599)
2)  Şimdilerde medeniyet karşılığı olarak "uygarlık", medenî karşılığı olarak da "uygar" kelîmesi kullanılmaktadır. Nişanyan, uygar kelîmesinin, "Bir Türk kavmi olan Uygur adından serbest çağrışım yoluyla türetilmiş" olduğunu, 1934 yılında "uygur" olarak, 1942 yılında ise "uygar" olarak kullanımını tesbit eder.
3) İngilizcedeki civilisation kelîmesi Türkçe'ye medeniyet, uygarlık olarak çevrilmekte olup, 16 ncı yüzyıl Fransızcasında "civilisé" kelimesinden, bu kelîmenin ise Lâtince "civilis"  kelîmesinden geldiği, "civil" kelîmesinin "civis" (vatandaş) ve "civitas (şehir) kelîmeleriyle ilişkili olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Her üç hâlde de medeniyet, uygarlık ve -Türkçe'de bâzılarının kullandığı şekliyle- sivilizasyon şehir kökünden gelmekte olup; esas itibarıyla göçebelikten çıkarak bir şehirde ikameti göstermektedir. Şüphesiz şehir hayatı göçebe bir hayat şekline göre belli kuralları, bu kurallara uymayı gerekli kılmakla birlikte her hâlde bir "iyiliği", bir "erdemi" velhâsıl bir üstünlüğü işâret etmez. Buna rağmen günümüzde uygar ve medenî kelîmeleri köklerinden ve müesseselerinden uzaklaştırılmış bir şekilde bir üstünlüğü mündemişmişçesine kullanılmaktadır.
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Nitekim, 20 nci yüzyılda çıkan ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bütün savaşları "şehirli"ler yâni medenîler yâni uygarlar çıkarmışlardır.
4) Çağdaş kelîmesine gelince: "Çağ" köküne "daş" yapım ekinin ilâvesiyle "muasır" yerine 1935 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde ilk defa kullanıldığını yine Nişanyan yazmaktadır. Bilindiği üzere "muasır" kelîmesi Arapça "asr" (yüzyıl) kökünden gelmektedir ve aynı asırda yaşayanları ifâde etmektedir. Dolayısıyla, çağdaş kelîmesi özünde "aynı çağda yaşayan" mânâsına gelmektedir ve bu kelîmenin de üstünlük ifâde eden bir yönü yoktur. Tıpkı meslekdaş gibi, tıpkı karındaş gibi. Bu kelîme de zaman içinde özünden saptırılmış ve önce "modern" anlamında kullanılmış, daha sonra ise üstenci bir ifade biçimi olmuştur.
 Şimdi "Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...." ezikliğine ve "Çağdaş Türkiye bu" haykırışına gelebiliriz.
Avrupa Birliği'ni meydana getiren devletlerin vatandaşlarının medenî oldukları, şehirlerde yaşadıkları açık olmakla birlikte, burada kasdedilen bu yakarış, Avrupa Birliğini sanatla özdeşleştiren, üstün gören, bizi (Türkiye'yi) bu yapıya almaları için yalvaran bir ruh hâlini ifâde ediyor. Daha da önemlisi batı müziğini "çağdaşlık" yaftasıyla ululayan, dolayısıyla bizim müziğimizi aşağı gören bir anlayış var. Aynı şekilde çoksesli müzik çağdaş, dolayısıyla iyi, güzel ilâahır ululama sıfalarını hak ederken tek sesli müzik çağdışı görülmektedir.
Çağdaşlık kavramı, asıl mânâsından çıkarılıp "modern" paralelinde kullanılmaya başladığından beri iyi hususiyetleri ifâde etmek üzere kullanılmaya başlanılmışsa da, modern olarak vasıflandırılan şeylerin artık eskisi kadar "iyi" olmadığı da söylenmektedir bugün. Modernitenin insan ve aile üzerine etkileri düşünüldüğünde, pek de masum ve arzulanacak bir vasıf olmadığını söylemek zor olmasa gerektir. Bu o kadar öyledir ki, henüz 1936 yılında Charlie Chaplin'in "Modern Times" (Modern Zamanlar) filminde insanın makinalaşması ekseninde bir modernizm tenkidi yapılmıştır.
Diğer taraftan, tek seslilik ve çok seslilik müziğin farklı icra şekillerinden öteye bir şey ifade etmemektedir.  Bir müzik eserinin tek sesli veya çok sesli olması o eserden alınan zevke doğrudan etki eden bir husus da değildir. Nitekim, J. S. Bach'ın Toccata'sının tek sesli icrâsı nasıl düşünülemez ise, Itrî'nin Tuti-i Mûcize-i Guyem'inin çok sesli icrası da düşünülemez. İnsanları tek bir zevke, tek bir renge, tek bir kalıba zorlamak makinalaşmak, insanî hasletlerden, zevklerden vazgeçmek demektir.
Hülasa, çok sesli müzik çağdaşlığın bir işareti, bir şartı, bir sebebi ve sonucu olamaz. Olayları, müessesleri, insanları değerlendirirken basmakalıp önkabûllerle davranmak akılla izah edilebilir bir tutum olmasa gerektir. Kelîmeleri, mefhumları yerli yerinde, bilerek kullanmak "medenî" insanın uyması gereken en temel kural olmalıdır.

---
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/


Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...