Kayıtlar

Türkçe etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Yanlışta Israr Edilmeli mi? "Galat-ı Meşhur" Meselesi

Türk olduğu için şükreden,  Türkçe'yi seven ve Türkçe'deki yanlışlıkları karınca karârınca ifâde etmeye çalışan birisi olarak, Türkçe hakkında yazılar yazarak (1) fikirlerimi anlatmaya çalışıyorum. Bu maksatla kaleme aldığım " Yanlış kullanılan kelîmeler, deyimler ve sözler" serlevhalı yazım daki bâzı kısımları "whatsapp" ismiyle bilinen haberleşme programının durum kısmında da paylaşıyorum. Paylaştığım bu minvaldeki fikilerim ve yazdıklarım hakkında zaman zaman dostlar da fikir beyan ediyorlar. Bu meyanda pek çok konuyu derinlemesine inceleyerek gerçeğe ulaşmayı âdeta varlık sebebi hâline getirmiş bir dosttan, " 'Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihten evladır'  mı derlerdi eskiler? ..." diye nezâket ve nezâhetli bir değerlendirme iletisi aldım. Dostumun bu iletisindeki sözün günümüz Türkçesi ile karşılığı şudur: Kullanılarak meşhur olmuş, bilinir olmuş bir yanlış doğru kelîmeden daha iyidir. Peki gerçekten de galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evlâ...

Öz Türkçe - Üvey Türkçe

Millî Eğitim eski bakanlarından Hasan Âli Yücel'in  "pazartesi konuşmaları"ndan 15.11.1934 tarihli olanı "Öz Türkçe Nedir?" başlığını taşıyor. Diyor ki Hasan Âli Yücel:   "Bizim bütün düşüncemiz, derisi katılaşmış eline sapanını tutan, çatlak topuklu, çorapsız ayağıyla Türk topraklarının göbeğine basan yurttaşlarımızın dediğini anlamak, istediğini yapmak, yapmasını istediğimizi ona kolayca anlatmaktır."  (1)   Yâni, Anadolu insanı ne konuşuyor, neyi anlıyorsa o Türkçeyi kullanmak, o Türkçeyle Yazmak... Ne kadar güzel! Ne kadar doğru! Bu düşüncelerle bir "öz Türkçe"cilik akımı başlatılır. Bu akımın bir sonucu olarak, 03.10.1934 tarihinde Ankara'ya gelen İsveç Veliahtı VI. Gustaf Adolf şerefine verilen yemekte Mustafa Kemal Atatürk aşağıdaki konuşmayı yapar: "Altes Ruvayel, "Bu gece ulu konuklarımıza Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken, duygum  tükel özgü  bir kıvançtır. Burada kaldığınız  uzca  sizi sarmaktan hiç durmayacak ...

Bilimsel eserlerde Türkçe kullanımı

 1. Millî Mimarî Üslûbu hakkında internette kaynak araştırması yaparken, 20-22 Ekim 2010 tarihleri arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi tarafından düzenlenen 1. Türkiye Mimarlık Tarihi Kongresi'nin Bildiriler Kitabı'nı buldum. (Bu Kitabı  http://archist.arch.metu.edu.tr/system/files/mt_kongre-compressed.pdf   adresinden indirebilirsiniz.) Bu Kitapta yer alan ve Murat Burak ALTINIŞIK'a ait "Birinci Ulusal Mimarlık Anlatısına Kemalettin Bey Ve Vedat Tek Üzerinden Eleştirel Bir Bakış Denemesi" başlıklı bildiriyi (s.452-464), bir sanat târihçisi olmam hasebiyle konu ilgi sahamda olduğu için okumaya başladım. Bu Bildirinin sonundaki not 1 bilgisine göre Yazar, bu bildiriyi kalem aldığı yıllarda Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi ve Kuramı Programı’nda doktora eğitimi görmekte imiş. Yazar'ın bu bildirisinde ortaya koyduğu görüşler elbette kendisine ait olup, yerindeliği ve bilimsel değerlendirmesi konunun erbaplarınca yapılabilir.Esâsen konumuz Yazarın mi...

Poetika

"Politika yazacakken yanlışlıkla poetika yazmışlar" diye düşünüyorsanız, bu yazıyı okumak için vaktinizi harcamayın. Evet, şiir hakkında konuşmaya geldi sıra. "Şiir nedir?" sorusu pek kadim bir sorudur ve cevabı da bir o kadar muhtelif. Bu cevaplar içinde en ilginci Necip Fâzıl Kısakürek'in şu sözü olsa gerektir: " Arı bal yapar fakat balı izah edemez. " Bir şair şiir yazar ama şiir nedir sorusuna cevap veremeyebilir; sanatçı ile eleştirmen farkı gibi. Eleştirmen sanatı bilir ama sanatçı değildir. Dilâver Cebeci ise " Şiir izâh edilmemeli, ona sâdece yaklaşılmalıdır ." diyor. Hülasa, bu soruya bir çok cevap verilebileceğini biliyorum; kişinin durduğu yere, hissedişine, kabûllerine ve daha birçok kritere göre şiire yüklenen mânâ değişecektir. Ben de kendi kabûllerime göre şiire bir mânâ yükleyeceğim elbette. Çok uzun girizgâhlara, zemin hazırlamalara gerek duymadan; "ama"ların, "lâkin"lerin, "fakat"ların batak...

"Yanılgı"lar - Efendi

Bilebildiğim kadarıyla otuz kırk yıldan beri "efendi" kelîmesi bir sıradanlaştırma, basitleştirme sıfatı olarak kullanılmaktadır. Gerçekten, önemli erkek şahıslar için "bey" sıfatı kullanılırken, önemsiz erkek şahıslar için efendi sıfatı tercih ediliyor. Nitekim Devlet dâirlerinde memurlar için bey, müsdahdemler için efendi hitabı kullanılmaktadır. Zaman zaman da "efendi" sıfatı tahfif maksatlı kullanılıyor ve böylece bu şekilde hitap edilen şahıs aşağılanmış oluyor. Hatta  efendi kelîmesinin kökünü bilen -veyâ bilmesi gereken- muhafazakâr kalemlerin dahi efendi sıfatını tahfif amaçlı olarak kulandıkları görülmektedir. Peki efendi sıfatı ikinci derecede önemli veya önemsiz şahıslar için mi kullanılmalıdır? Kim beydir kim efendi? Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da "toplumsal cehaletimiz" sırıtmaktadır. Türkçe etimoloji lügâtında efendi kelîmesinin orta Yunancadaki "avtentis"ten geldiği ve "Şahıs isminden veya meslek un...

"Yanılgı"lar - Medeniyet ve çağdaşlık

İngiliz sinema oyuncusu  Anthony Hopkins'in bestelediği "And the waltz goes on" isimli bir vals var. Bir video paylaşım sitesinde bu eseri dinlerken ( https://www.youtube.com/watch?v=xHBI-oxRE6M ) bir yandan da yorumlara bakıyordum. Rusça, İspanyolca, Macarca, İngilizce birçok yorum yapılmıştı. Derken Türkçe bir yorum gördüm. Şöyle yazılmıştı: " Sanat .Muzık.Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...." Bu yorumu okuyunca aklıma müteveffa eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geldi. Beethoven'in 9. Senfonisi'ni dinleyen Süleyman Demirel'in, konserden sonra "İşte çağdaş Türkiye bu!" diye haykırdığı yazılmıştı. (  http://arsiv.sabah.com.tr/1997/04/02/y08.html  ) Demirel'in bu çıkışından yola çıkan bir sanat eleştirmeni ise şunu yazmıştı: "Çoksesli müzikle çağdaşlığın bağlantısını bilen devlet adamlarındandı." (  http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/demirel-in-hatirlattigi-29314368  ) Kon...

Cehâlet seviyemiz

Bir yarışma programı.. Basitten zora doğru giden sorular soruluyor. Yarışmacı, yirmili yaşlarda bir genç; büyük ihtimâlle üniversite öğrencisi. Soru şu: "Hamamları ısıtan, hamamın altında bulunan kapalı ve geniş ocağa ne ad verilir? " Cevap seçenekleri şunlar: Kurna, külhan, nalın, natır. Genç kızımız bu soruya " kurna " cevabını veriyor. Hadi bu genç doğru cevap olan külhanı bilmiyor, natırı hiç duymamış, nalını hiç görmemiş; kurna kelimesini de mi bilmiyor? Bir başka yarışmacı, otuzlu yaşlarda. Soru şu:  "Okuduğunuz kitapta 'I. Otto, onun oğlu II. Otto ve onun oğlu III. Otto ...' şeklinde bir ifade varsa, kitap hangisinin tarihini anlatıyor demektir?" Cevap seçenekleri, Osmanlı İmparatorluğu, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, Fransa İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Bu yarışmacının cevâbı " Osmanlı İmparatorluğu " oluyor. Otto isminin Fransızlara mı, Germenlere mi, Avusturyalılara mı yoksa Macaristanlılara mı a...

"Osmanlıca" diye bir lîsan var mı?

Resim
Bugünlerde o kadar sık karşılaştığımız bir kelîme ki "Osmanlıca", sonunda yer alan "ca" eki, bilmeyen birisinin Türkçe'den tamamen farklı bir lîsan zannetmesine sebep oluyor. Belki bu sebeple, belki kelîmenin meydana getirdiği istihfamı ve yanlışlığa mâni olmak adına bunun yerine "Osmanlı Türkçesi" denildiğini de görüyoruz. Aslında Osmanlıca denilen, Arap alfabesi ile yazılan Türkçe'den başka bir şey değildir. Bu yüzden, üniversitelerde "Osmanlı paleografyası" dersleri vardır. Osmanlı devletinde, sâdece -Türklerin yaşadığı yerlerdeki- halk arasında değil sarayda dahi açık ve anlaşılır bir Türkçe konuşulduğu su götürmez bir gerçektir. Nitekim, bâzı Osmanlı pâdişahlarının yazdığı şu şiirlere bakıldığında bu husus anlaşılacaktır: Sâki, getür, getür yine dünki şarabumı Söylet dile getür yine çeng ü rebabumı Ben var iken gerek bana, bu zevk ü bu safa Bir gün gele kim görmeye kimse türabum. (II. Murad - 15.yy) Halk içinde mûteber b...

Şapkalar

1) Başını usul usul dosyadan kaldırdı ve "Usul hatası var" dedi. 2) Kar satışı karlı bir iş. 3) Kadın balasını sordu, Bala'ya gitti dediler. Yukarıdaki üç cümleyi okuma şeklinize göre mânâsı değişecektir. Darbeci tâlimatıyla harflerde şapka kullanımı kaldırıldı ya, buyrun karmaşaya ve kargaşaya. Neden mi karmaşa? Türkçe, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir lîsandır demiyor muyuz! Efendim, Anadolu'da "usul" -diğer mahallî ve değişik kullanımları yanında- yaygın olarak "yavaş" mânâsında kullanılan bir kelîmedir. "Usulca gel" cümlesindeki gibi. Arapça'dan Türkçe'ye geçen "usûl" ise, yöntem, metod  mânâsındadır! 1 numaralı cümlede, kişi yavaş yavaş başını kaldırıyor ve  usûl hatası var diyor; eğer ikinci "usul"da şapka varsa elbette. 2 numaralı cümleyi şapkasız okursanız, her iki "kar" kelimesi de kışın yağan donmuş ve kristalize suyu ifâde edeceği için oldukça anlamsız olacaktır...

Ah şu kelîmeler

Yıllar önce Dil ve Târih - Coğrafya Fakültesi'nde asistan olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Birkaç asistan aynı odayı paylaşıyorlardı. Asistanların saygılı hâllerinden önemli birisi olduğunu anladığım yaşça büyük, tok sesli bir beyefendi birşeyler anlatıyordu. Bir köşeye ilişip ben de dinlemeye başladım. Sonradan profesör Mustafa Kafalı olduğunu öğrendiğim hoca, lîsan (*) konusunda konuşuyordu. Kafalı hoca, lîsanları ihtiyaçların doğurduğundan bahisle örnekler vermişti; bâzılarını hâlâ hatırlarım. Evet, Ceneviz, Venedik gibi İtalyan şehir devletçiklerinin denizcilikle olan uğraşıları sebebiyle bugün bile pek çok denizcilik terimi İtalyanca idi. Arapların deveye ihtiyaçları sebebiyle Arpaça'da onlarca deve ile ilgili kelîme vardı. Keza Türklerin hayatında atın önemi sebebiyle Türkçe'de atla ilgili onlarca kelîme yok muydu? Evet, lîsanı ihtiyaçlar şekillendiriyordu. Lîsanlar, başka lîsanlardan kelîmeler alıyor, kelîmeler veriyordu. İngilizce'deki pek çok kelîme...

Türkçemiz

İlkokul yıllarında okuduğum Refik Halid Karay'ın "Eskici" isimli hikâyesini hiç unutmadım. Babası ve annesi öldüğü için İstanbul'dan Filistin'deki halasının yanına gönderilen beş yaşındaki Hasan'ın hikâyesidir bu. Yolculuğu boyunca Türkçe konuşanlar gittikçe azalır ve sonunda Türkçe konuşan hiç kimse kalmaz etrafında. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Gönderildiği yerde, Arapça'yı anlamaya başlasa da altı ay hiç konuşmaz Hasan; taa ki bir gün eve çağırılan seyyar bir ayakkabı tamircisini seyrederken, nerede olduğunu unutarak tamirciye Türkçe olarak " Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye soruncaya kadar. Sonrasında şunlar olur: Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı: "Türk çocuğu musun be?" ...