Türkçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2020 Çarşamba

Poetika

"Politika yazacakken yanlışlıkla poetika yazmışlar" diye düşünüyorsanız, bu yazıyı okumak için vaktinizi harcamayın.
Evet, şiir hakkında konuşmaya geldi sıra.
"Şiir nedir?" sorusu pek kadim bir sorudur ve cevabı da bir o kadar muhtelif. Bu cevaplar içinde en ilginci Necip Fâzıl Kısakürek'in şu sözü olsa gerektir: "Arı bal yapar fakat balı izah edemez." Bir şair şiir yazar ama şiir nedir sorusuna cevap veremeyebilir; sanatçı ile eleştirmen farkı gibi. Eleştirmen sanatı bilir ama sanatçı değildir. Dilâver Cebeci ise "Şiir izâh edilmemeli, ona sâdece yaklaşılmalıdır." diyor.
Hülasa, bu soruya bir çok cevap verilebileceğini biliyorum; kişinin durduğu yere, hissedişine, kabûllerine ve daha birçok kritere göre şiire yüklenen mânâ değişecektir. Ben de kendi kabûllerime göre şiire bir mânâ yükleyeceğim elbette.
Çok uzun girizgâhlara, zemin hazırlamalara gerek duymadan; "ama"ların, "lâkin"lerin, "fakat"ların bataklığına saplanmadan dosdoğru söylemek istiyorum: Şiir duygu konservesidir.

Bir kimsenin çocukluk hâlini, bir hâdisenin oluş ânını bir fotografla tesbit eder, o hâli, o ânı -adeta- ölümsüzleştirebilirsiniz. Bir anlamda o fotografla bir hâlin, bir ânın konservesini yapar, o hâli ve o ânı sürgit görebilirsiniz.
Peki ya duygular?
Âteşin gözlerin sebep olduğu o bir anlık cezbeyi,
Ömrünüzün ilk yazındaki kırkikindi yağmurlarını,
Bir el temasının ruhunuzda meydana getirdiği yangını,
Sevdiğinizin tahtadan atla göçünün yüreğinizi dağladığı ânı,
İçinizde patlayan volkanları,
Velhâsıl binbir duyguyu resmedebilir misiniz?
İşte şiir bunu yapar. Yaşadığınız ânı, hissettiğiniz duyguyu zapteder, konservesini yapar; daha sonra tadabilesiniz diye.
Murathan Mungan şöyle yazıyor:
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de, aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat 16.00 diye yazmıştın ve 16.04'tü onu bulduğumda.

Bu dört dakikayı ancak böyle zaptedebilir, ancak böyle ölümsüz hâle getirebilirsiniz.

Hemen burada "duygularımızı düz yazı ile anlatmak da mümkün değil mi" sorusu da akla gelebilir ve böyle bir soru elhak doğrudur. Peki ama şiirle nesri farklılaştıran nedir? Fark, şiirdeki ses âhengidir; nitekim Dilaver Cebeci "Şiir sözdür, sestir âhenktir." diyor. İster aruzla, ister hece vezniyle yazılmış olsun ister serbest; ister kâfiyeli, redifli olsun ister olmasın her hâlde şiirde bir âhenk, bir iç melodi vardır ve o âhengi hissetmedikçe şiir okumuyor, şiir dinlemiyorsunuz demektir.
Şiirle nesir arasındaki bir diğer fark da, duyguyu donduran sözler bütünü olan şiirde olmazların mümkün hâle gelmesidir, duyguyu ifâde için kullanılabilmesidir. İsmet Özel'in şu mısralarında olduğu gibi:

çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
korkak dualarından cibinlikler kurarak

 Esâsen, Cebeci'nin dediği gibi "Şiirde dil mantığından başka aklîlik aranmamalıdır."

---
Meraklısına notlar:
1) Dilaver Cebeci'den yapılan alıntılar şâirin Sitare isimli Kitabından yapılmıştır.
2) Murathan Mungan'dan yapılan alıntılar şâirin Yaz Geçer isimli kitabındaki "Yalnız Bir Opera" şiirinden yapılmıştır.
3) İsmet Özel'den yapılan alıntılar şâirin Erbain isimli şiir kitabındaki "Amentü" şiirinden yapılmıştır.


9 Mart 2020 Pazartesi

"Yanılgı"lar - Efendi

Bilebildiğim kadarıyla otuz kırk yıldan beri "efendi" kelîmesi bir sıradanlaştırma, basitleştirme sıfatı olarak kullanılmaktadır. Gerçekten, önemli erkek şahıslar için "bey" sıfatı kullanılırken, önemsiz erkek şahıslar için efendi sıfatı tercih ediliyor. Nitekim Devlet dâirlerinde memurlar için bey, müsdahdemler için efendi hitabı kullanılmaktadır. Zaman zaman da "efendi" sıfatı tahfif maksatlı kullanılıyor ve böylece bu şekilde hitap edilen şahıs aşağılanmış oluyor. Hatta  efendi kelîmesinin kökünü bilen -veyâ bilmesi gereken- muhafazakâr kalemlerin dahi efendi sıfatını tahfif amaçlı olarak kulandıkları görülmektedir.

Peki efendi sıfatı ikinci derecede önemli veya önemsiz şahıslar için mi kullanılmalıdır? Kim beydir kim efendi? Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da "toplumsal cehaletimiz" sırıtmaktadır. Türkçe etimoloji lügâtında efendi kelîmesinin orta Yunancadaki "avtentis"ten geldiği ve "Şahıs isminden veya meslek unvanından sonra tahsilli kimse, memur, şehirli için kullanılan anma ve hitap şekli" olduğu belirtilmektedir. (Tietze, 690)

Şemseddin Sâmi'nin Kâmus-ı Türkî isimli büyük lügâtında ise efendi kelîmesi için "Ta'zim unvanı olub, başlıca okumuşlara ve ulema ile erbab-ı kaleme mahsusdur." denilmektedir. (Sâmi, 138)
 Ahmed Vefik Paşa'nın Lehce-ı Osmanî adlı eserinde ise bu kelîmenin "okuryazar kişilere, ulema mensuplarına ve şehzadelere özgü unvan" olduğu aktarılmaktadır.  (Nişanyan Sözlük)

Görüldüğü üzere efendi sıfatı ta'zim (ululama, yüceltme) maksatlı olup; tahsilli (okumuş) kimselere, âlimlere,  kalem erbabına ve nihayet şehzâdelere verilmesine bakılarak oldukça önemli bir hitap şekli olduğu su götürmez bir hakikattır. Ecdad, okumuş kesime efendi hitâbını lâyık görürken, askerî sınıftan olan ileri gelenler için "bey" sıfatını kullanmıştır.

Hâl böyle olmakla birlikte, kısmen bilmemekten kısmen de eskiye olan düşmanlıktan efendi sıfatı özünü kaybetmiş, neredeyse basit bir hakâret ifâdesine dönüşmüştür.

Diğer pek çok konuda olduğu gibi kelîme ve mefhumları kökünden, aslından uzaklaştırmak veya uzaklaştırmaya yardım edecek her teşebbüs bizi "biz" olmaktan biraz daha uzaklaştıracaktır. Lütfen özünü bilmediğiniz kelîmeleri yerli yersiz kullanmayın; behemahal kullanmak istiyorsanız aslını öğrenin. 

---
SAMİ, Şemseddin, Kâmus-ı Türkî, 7b. Çağrı Yayınları, 1996, İstanbul.
TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul  Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
[ Ahmed Vefik Paşa, Lehce-ı Osmanî, 1876]

13 Aralık 2019 Cuma

"Yanılgı"lar - Medeniyet ve çağdaşlık

İngiliz sinema oyuncusu  Anthony Hopkins'in bestelediği "And the waltz goes on" isimli bir vals var. Bir video paylaşım sitesinde bu eseri dinlerken ( https://www.youtube.com/watch?v=xHBI-oxRE6M ) bir yandan da yorumlara bakıyordum. Rusça, İspanyolca, Macarca, İngilizce birçok yorum yapılmıştı. Derken Türkçe bir yorum gördüm. Şöyle yazılmıştı: "Sanat .Muzık.Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...."
Bu yorumu okuyunca aklıma müteveffa eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geldi. Beethoven'in 9. Senfonisi'ni dinleyen Süleyman Demirel'in, konserden sonra "İşte çağdaş Türkiye bu!" diye haykırdığı yazılmıştı. ( http://arsiv.sabah.com.tr/1997/04/02/y08.html )
Demirel'in bu çıkışından yola çıkan bir sanat eleştirmeni ise şunu yazmıştı: "Çoksesli müzikle çağdaşlığın bağlantısını bilen devlet adamlarındandı."http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/demirel-in-hatirlattigi-29314368 )
Konunun değerlendirmesine geçmeden önce birkaç hususu aydınlatmakta fayda var:
1) Medeniyet, Arapça "medine" kökünden gelir; medine ise "şehir" demektir. Bu duruma göre medeniyet "şehirlilik", medenî ise "şehirli" demektir. (Devellioğlu, s.598, 599)
2)  Şimdilerde medeniyet karşılığı olarak "uygarlık", medenî karşılığı olarak da "uygar" kelîmesi kullanılmaktadır. Nişanyan, uygar kelîmesinin, "Bir Türk kavmi olan Uygur adından serbest çağrışım yoluyla türetilmiş" olduğunu, 1934 yılında "uygur" olarak, 1942 yılında ise "uygar" olarak kullanımını tesbit eder.
3) İngilizcedeki civilisation kelîmesi Türkçe'ye medeniyet, uygarlık olarak çevrilmekte olup, 16 ncı yüzyıl Fransızcasında "civilisé" kelimesinden, bu kelîmenin ise Lâtince "civilis"  kelîmesinden geldiği, "civil" kelîmesinin "civis" (vatandaş) ve "civitas (şehir) kelîmeleriyle ilişkili olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Her üç hâlde de medeniyet, uygarlık ve -Türkçe'de bâzılarının kullandığı şekliyle- sivilizasyon şehir kökünden gelmekte olup; esas itibarıyla göçebelikten çıkarak bir şehirde ikameti göstermektedir. Şüphesiz şehir hayatı göçebe bir hayat şekline göre belli kuralları, bu kurallara uymayı gerekli kılmakla birlikte her hâlde bir "iyiliği", bir "erdemi" velhâsıl bir üstünlüğü işâret etmez. Buna rağmen günümüzde uygar ve medenî kelîmeleri köklerinden ve müesseselerinden uzaklaştırılmış bir şekilde bir üstünlüğü mündemişmişçesine kullanılmaktadır.
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Nitekim, 20 nci yüzyılda çıkan ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bütün savaşları "şehirli"ler yâni medenîler yâni uygarlar çıkarmışlardır.
4) Çağdaş kelîmesine gelince: "Çağ" köküne "daş" yapım ekinin ilâvesiyle "muasır" yerine 1935 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde ilk defa kullanıldığını yine Nişanyan yazmaktadır. Bilindiği üzere "muasır" kelîmesi Arapça "asr" (yüzyıl) kökünden gelmektedir ve aynı asırda yaşayanları ifâde etmektedir. Dolayısıyla, çağdaş kelîmesi özünde "aynı çağda yaşayan" mânâsına gelmektedir ve bu kelîmenin de üstünlük ifâde eden bir yönü yoktur. Tıpkı meslekdaş gibi, tıpkı karındaş gibi. Bu kelîme de zaman içinde özünden saptırılmış ve önce "modern" anlamında kullanılmış, daha sonra ise üstenci bir ifade biçimi olmuştur.
 Şimdi "Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...." ezikliğine ve "Çağdaş Türkiye bu" haykırışına gelebiliriz.
Avrupa Birliği'ni meydana getiren devletlerin vatandaşlarının medenî oldukları, şehirlerde yaşadıkları açık olmakla birlikte, burada kasdedilen bu yakarış, Avrupa Birliğini sanatla özdeşleştiren, üstün gören, bizi (Türkiye'yi) bu yapıya almaları için yalvaran bir ruh hâlini ifâde ediyor. Daha da önemlisi batı müziğini "çağdaşlık" yaftasıyla ululayan, dolayısıyla bizim müziğimizi aşağı gören bir anlayış var. Aynı şekilde çoksesli müzik çağdaş, dolayısıyla iyi, güzel ilâahır ululama sıfalarını hak ederken tek sesli müzik çağdışı görülmektedir.
Çağdaşlık kavramı, asıl mânâsından çıkarılıp "modern" paralelinde kullanılmaya başladığından beri iyi hususiyetleri ifâde etmek üzere kullanılmaya başlanılmışsa da, modern olarak vasıflandırılan şeylerin artık eskisi kadar "iyi" olmadığı da söylenmektedir bugün. Modernitenin insan ve aile üzerine etkileri düşünüldüğünde, pek de masum ve arzulanacak bir vasıf olmadığını söylemek zor olmasa gerektir. Bu o kadar öyledir ki, henüz 1936 yılında Charlie Chaplin'in "Modern Times" (Modern Zamanlar) filminde insanın makinalaşması ekseninde bir modernizm tenkidi yapılmıştır.
Diğer taraftan, tek seslilik ve çok seslilik müziğin farklı icra şekillerinden öteye bir şey ifade etmemektedir.  Bir müzik eserinin tek sesli veya çok sesli olması o eserden alınan zevke doğrudan etki eden bir husus da değildir. Nitekim, J. S. Bach'ın Toccata'sının tek sesli icrâsı nasıl düşünülemez ise, Itrî'nin Tuti-i Mûcize-i Guyem'inin çok sesli icrası da düşünülemez. İnsanları tek bir zevke, tek bir renge, tek bir kalıba zorlamak makinalaşmak, insanî hasletlerden, zevklerden vazgeçmek demektir.
Hülasa, çok sesli müzik çağdaşlığın bir işareti, bir şartı, bir sebebi ve sonucu olamaz. Olayları, müessesleri, insanları değerlendirirken basmakalıp önkabûllerle davranmak akılla izah edilebilir bir tutum olmasa gerektir. Kelîmeleri, mefhumları yerli yerinde, bilerek kullanmak "medenî" insanın uyması gereken en temel kural olmalıdır.

---
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/


28 Haziran 2019 Cuma

Cehâlet seviyemiz

Bir yarışma programı.. Basitten zora doğru giden sorular soruluyor.
Yarışmacı, yirmili yaşlarda bir genç; büyük ihtimâlle üniversite öğrencisi. Soru şu:"Hamamları ısıtan, hamamın altında bulunan kapalı ve geniş ocağa ne ad verilir?" Cevap seçenekleri şunlar: Kurna, külhan, nalın, natır. Genç kızımız bu soruya "kurna" cevabını veriyor. Hadi bu genç doğru cevap olan külhanı bilmiyor, natırı hiç duymamış, nalını hiç görmemiş; kurna kelimesini de mi bilmiyor?
Bir başka yarışmacı, otuzlu yaşlarda. Soru şu: "Okuduğunuz kitapta 'I. Otto, onun oğlu II. Otto ve onun oğlu III. Otto ...' şeklinde bir ifade varsa, kitap hangisinin tarihini anlatıyor demektir?"
Cevap seçenekleri, Osmanlı İmparatorluğu, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, Fransa İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Bu yarışmacının cevâbı "Osmanlı İmparatorluğu" oluyor. Otto isminin Fransızlara mı, Germenlere mi, Avusturyalılara mı yoksa Macaristanlılara mı aidiyetini bilemiyor diyelim bu hanım, Osmanlılarda "Otto" isminin olabileceğini nasıl olup da düşünebiliyor?
Bir başka yarışma programı. Soru "Fuzûlî'nin Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) için yazdığı meşhur kasîdesinin adı nedir?" Yarışmacı, yine yirmili yaşlarının başlarında bir genç ve verdiği cevap şu: "Mesnevî". Sözün bittiği yer.
Daha da vahimi var! Yine bir yarışma programı. Çin Seddi'nin Çin ile hangi ülke arasında olduğu soruluyor. Cevap veren bir öğretmen ve cevabı şu: Macaristan.
Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Oturun televizyonun karşısına ve seyredin; karşınıza muhakkak bir "bilgi" yarışması çıkacak ve bu ibretlik tablonun benzerlerine şâhit olacaksınız.
Nasıl olup da bu hâle geldik diye durup düşünmeden edemiyor insan. Kendi târihimizden, kendi kültürümüzden, en temel bilgilerden nasıl olup da bu kadar uzaklaştık, uzaklaştırıldık? Ne zaman oldu bu? Dakikada bilmem kaç test sorusu çözerek rekor kıran gençlerimizin durumunu hiç düşünüyor muyuz?
Mısır Piramitlerinin Türkiye'den nasıl kaçırıldığı sorulduğunda, bu kaçırılmanın nasıl olmuş olabileceğine dâir "bilgiç" açıklamalar yapan gencin bir târih öğretmeni olması karşısında neler düşünmeliyiz?
Bu cehâlet bizi nereye götürür? 

30 Nisan 2019 Salı

"Osmanlıca" diye bir lîsan var mı?

Bugünlerde o kadar sık karşılaştığımız bir kelîme ki "Osmanlıca", sonunda yer alan "ca" eki, bilmeyen birisinin Türkçe'den tamamen farklı bir lîsan zannetmesine sebep oluyor.
Belki bu sebeple, belki kelîmenin meydana getirdiği istihfamı ve yanlışlığa mâni olmak adına bunun yerine "Osmanlı Türkçesi" denildiğini de görüyoruz.
Aslında Osmanlıca denilen, Arap alfabesi ile yazılan Türkçe'den başka bir şey değildir. Bu yüzden, üniversitelerde "Osmanlı paleografyası" dersleri vardır. Osmanlı devletinde, sâdece -Türklerin yaşadığı yerlerdeki- halk arasında değil sarayda dahi açık ve anlaşılır bir Türkçe konuşulduğu su götürmez bir gerçektir. Nitekim, bâzı Osmanlı pâdişahlarının yazdığı şu şiirlere bakıldığında bu husus anlaşılacaktır:

Sâki, getür, getür yine dünki şarabumı
Söylet dile getür yine çeng ü rebabumı
Ben var iken gerek bana, bu zevk ü bu safa
Bir gün gele kim görmeye kimse türabum.
(II. Murad - 15.yy)

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
(Kanunî - 16.yy)

Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
...
Bu dünya fânidir sakın aldanma
Mağrur olup tac ü tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
(III. Murad - 16.yy sonu)

Saray yazışmalarında -o günün idare geleneklerine uygun olarak- Arapça ve Farsça kelîmelerin oldukça bol kullanılmış olması, kimi şâirlerce hiç gereği yokken Türkçe kimi kelîmelerin yerine Arapça ve Farsça karşılıklar kullanılmış olması gibi doğruluğu ve yerindeliği tartışılması gereken kimi hususlar, Osmanlıca tesmiye edilen lîsanın Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. İçinde yabancı lîsanlardan kelimeler bulunsa da, pek çok kelîmesi ve kuralları Türkçe olan Osmanlıca için en fazla "ait olduğu yüzyılın Türkçesi" denilebilir. Osmanlıca ve Osmanlı diyerek bizi bizden yabancılaştırma gayretleri olsa da bakın batılılar bu topraklar için ne diyor:
"12. yüzyılın sonundan itibaren Avrupalılar bölgeyi Turchia veya Turkey "Türklerin ülkesi" olarak isimlendirmeye başladılar."(Agoston Gabor ve MASTERS Bruce, Encyclopedia of The Ottoman Empire,s.574.)
Batılıların -daha Osmanlı Devleti kurulmadan önce bile-Türkiye olarak isimlendirdiği bu topraklarda yaşayan ecdadımızı Türk kimliğinden uzaklaştıracak her çaba bizi bize yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Selçuk Türkleri yazan harita

Osmanlı Türkleri yazan harita.


20 Şubat 2019 Çarşamba

Şapkalar

1) Başını usul usul dosyadan kaldırdı ve "Usul hatası var" dedi.
2) Kar satışı karlı bir iş.
3) Kadın balasını sordu, Bala'ya gitti dediler.
Yukarıdaki üç cümleyi okuma şeklinize göre mânâsı değişecektir. Darbeci tâlimatıyla harflerde şapka kullanımı kaldırıldı ya, buyrun karmaşaya ve kargaşaya.
Neden mi karmaşa? Türkçe, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir lîsandır demiyor muyuz!
Efendim, Anadolu'da "usul" -diğer mahallî ve değişik kullanımları yanında- yaygın olarak "yavaş" mânâsında kullanılan bir kelîmedir. "Usulca gel" cümlesindeki gibi. Arapça'dan Türkçe'ye geçen "usûl" ise, yöntem, metod  mânâsındadır! 1 numaralı cümlede, kişi yavaş yavaş başını kaldırıyor ve  usûl hatası var diyor; eğer ikinci "usul"da şapka varsa elbette.
2 numaralı cümleyi şapkasız okursanız, her iki "kar" kelimesi de kışın yağan donmuş ve kristalize suyu ifâde edeceği için oldukça anlamsız olacaktır. Eğer sıcak bir yörede kar satmanın "kârlı", kazançlı bir iş olduğunu söyleyecekseniz, ikinci "kar" kelîmesinde şapka kullanmak şarttır.
3 numaralı cümlede, kadın çocuğunu soruyor; çocuk, Ankara'nın "Bâlâ" ilçesine gitmişse, ikinci "bala"da iki adet şapka kullanmak zorundasınız. Aksi takdirde "çocuk çocuğa gitti" gibi ilginç bir mânâ çıkacaktır ortaya.
Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Afrika'da yalıtılmış bir hayat süren bâzı kabilelerin lisânlarını hâriç tutarsak, başka bir lîsandan kelîme almamış saf bir lîsan olamayacağına göre, bâzı kelîmelerde uzun veya ince sesliler olması mümkündür ve bu sesleri şapka olmadan yazamayız, kendimizi ifâde edemeyiz. "Yok canım, biz gelişinden anlarız, şapkaya ne gerek var" diyenler olabilir elbette. O durumda, lisânda etnik bir temizlik yaparak ince ve uzun seslileri atabilir, netîcede de "Sürgünler sürgünde sürgün yemekten sürgün oldular" kuruluğuna ve bir müddet sonra da "şeyin şeyi şey olmuş" tatsızlığına düşeriz.
Esâsen, şapka konusunda bir yanlışlığımız da var. Hem uzun ve hem de ince sesliler için "^" işâretini kullanıyoruz. Oysa ince seslilerle uzun seslileri ayırt edebilmek için iki farklı işâret kullanmak daha uygun olacaktır. Öldüren kimseyi târif eden -ve ism-i fâil olan- kâtil kelîmesindeki a harfi ince değil uzun okunmalıdır. Türkçeye oldukça hâkim bâzı yazarlar, uzun a harfini gösterebilmek için, bu kelîmeyi iki adet a harfi ile "kaatil" şeklinde yazmışlardır. Eğer bu kelîmedeki a harfi kısa okunursa, kelîme "öldürme" mânâsına gelecektir; "katil zanlısı"nda olduğu gibi. Bu konuda muhtemel bir çözüm ince seslilerle aidiyet gösteren "i" harfi için "^" işâretini, uzun sesliyi göstermek içinse ilgili harfin üzerine düz çizgi işâretini koymak olabilir. Yani işāret kātil lâf, idārî gibi.
Belki bugün uzun ve ince sesli barındıran kelîmeleri bildiğimiz için, şapkasız da olsa vaziyeti idâre edebiliyoruz; ancak, gelecek nesillere kuru, tatsız ve derinliksiz bir Türkçe yerine lezzetli, âhenkli ve zengin bir Türkçe bırakmak istiyorsak düzeltme işâretlerine muhtâcız.

18 Aralık 2018 Salı

Ah şu kelimeler



Yıllar önce Dil ve Târih - Coğrafya Fakültesi'nde asistan olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Birkaç asistan aynı odayı paylaşıyorlardı. Asistanların saygılı hâllerinden önemli birisi olduğunu anladığım yaşça büyük, tok sesli bir beyefendi birşeyler anlatıyordu. Bir köşeye ilişip ben de dinlemeye başladım. Sonradan profesör Mustafa Kafalı olduğunu öğrendiğim hoca, lîsan (*) konusunda konuşuyordu.
Kafalı hoca, lîsanları ihtiyaçların doğurduğundan bahisle örnekler vermişti; bâzılarını hâlâ hatırlarım. Evet, Ceneviz, Venedik gibi İtalyan şehir devletçiklerinin denizcilikle olan uğraşıları sebebiyle bugün bile pek çok denizcilik terimi İtalyanca idi. Arapların deveye ihtiyaçları sebebiyle Arpaça'da onlarca deve ile ilgili kelime vardı. Keza Türklerin hayatında atın önemi sebebiyle Türkçe'de atla ilgili onlarca kelime yok muydu?
Evet, lîsanı ihtiyaçlar şekillendiriyordu. Lîsanlar, başka lîsanlardan kelimeler alıyor, kelimeler veriyordu. İngilizce'deki pek çok kelime Farsça'dan gelmiyor muydu? Mesela, kardeş anlamındaki "brother" kelimesi Farsça "birader"den, anne anlamındaki "mother" kelimesi "mader"den, baba anlamındaki "father" kelimesi "peder"den, kız evlat anlamındaki "doughter" kelimesi "duhter"den, yıldız anlamındaki "star" kelimesi "sitare"den gelmiyor muydu? Türkçe yoğurt kelimesi İngilizceye yoghurt olarak geçmemiş miydi?

Yıllar boyunca hep bu anlayışla baktım lîsana ve Türkçeye. Bir kelimenin kökünün nerede olduğuna bakmadan Türk insanının o kelimeyi anlayıp anlamadığı, kullanıp kullanmadığı önemli oldu benim için. Meselâ tren kelimesi Fransızca'dan gelmekle birlikte, Türkçe'de öylesine benimsenmiştir ki türkülerimize bile girmiştir, "kara tren gelmez m'ola" diye. O hâlde tren kelimesi Türkçe'dir  artık. Mesela çay kelimesi. Çince "ça'" kökünden gelen bu kelime o kadar bizden olmuştur ki "Türk çayı" bile vardır.  Semaver kelimesi Rusça samovar kelimesinden gelmektedir. Aşk Arapça'dan.
Bu kelimelerin köküne bakarak kim onların Türkçe olmadığını söyleyebilir ki! Harf, köken temelli bir lîsan anlayışının, insanların kafatasını ölçerek Türk olup olmadıklarını anlamaktan farkı nedir ki?
Velhâsıl insanlarımız bir kelimeyi anlıyor, kullanıyorlarsa o kelime Türkçedir; ve Türkçenin ne özü ne de üveyi yoktur.
Aynı zamanda kültürün nesilden nesile taşıyıcısı da olduğundan, lîsanı ihtiyaç yokken değiştirmeye çalışmanın kültürel bir kopuşu da beraberinde getireceğini unutmamak gerekiyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 yılında Memleketimizi ziyarete gelen İsveç Veliahdı Prens Güstav Adolf şerefine Çankaya Köşkü’nde verilen ziyafette yaptığı 158 kelimelik konuşmasında (**) geçen ve "öztürkçe" olduğu söylenen tükel özgü, süerdem, yaltırık, özenc, ıssı, kıldac,  anıklanmak, baysal, söyünc, genlik, gönenç, tüzün kelimelerini kaç kişi anlamakta hatta bilmektedir? Nitekim, Gazi de sonraki yıllarda öztürkçeden Türkçe'ye geri gelmiştir.

Bizzat yaşadığım bir hâdiseyi de belirtmeden geçemeyeceğim.
Bilebildiğimiz doğum târihine göre 94 yaşında vefat eden rahmetli babam, hayatta iken torununun torununu görüp konuşmuştu. Tam beş nesil! Babam "cevap" dediğinde torununun torunu anlıyordu, torununun torunu "imkânsız" dediğinde de babam. Şimdilerde cevap yerine yanıt demek moda oldu.
Lîsan, insanlar arasında anlaşmayı ve iletişimi sağlamak üzere bir araç olduğuna göre, beş neslin iletişimini sağlayan cevap kelimesinin yerine "yanıt" demek nedendir? Torununun torunu babama yanıt deseydi babam ne anlardı? Hangi ihtiyaç "yanıt" kelimesini doğurmuştur? Hiç bilemedim, bulamadım..
Sırf Arapça veya Farsça kökenli diye Türkçe'den kelime atmanın Türk kültürüne ve kültür mirasına neticelerini görmeye başladık ve bu gidişle daha da şiddetle görmeye devam edeceğiz. Öyle ki, çok değil 70 yıl önce yazılmış bir metni anlamakta bugünkü nesil zorluk çeker hâle getirildi. Özleşme denilen anlayış Türkçeyi gittikçe daha fakir bir hâle getirmektedir. Bugün sarih, vâzıh, müstehcen, münhal, âşikâr, küşade, alenî, bâriz kelimelerinin hepsinin yerine sadece "açık" kelimesini kullanıyoruz. Oysa sarih: berrak, net, anlamı açık; vâzıh: apaçık ve net olan; müstehcen: çirkin sayılan, ayıp; münhal: boş, doldurulmamış; küşâde: açık, açılmış; alenî: gizli olmayan, açık ve aşikâr olan; bâriz: ortaya çıkan, açıkta olan anlamlarına gelmektedir ve hepsinin kullanılma yeri ayrıdır.
Bakın şu cümlelere:
Bu konu gayet sarih.
Konuyu gayet vâzıh bir şekilde ortaya koydu.
Bu film çok müstehcen.
Bu kadro münhal.
Yalan söyleyenin kim olduğu alenî.
Bu kişinin hileci olduğu bâriz.
Her birisinde başka bir renk var. Bu renkleri teke indirmenin bizi fakirleştireceği âşikar.
Şu hususu hiç unutmamak gerekiyor: Biz Türkçe oldukça varız.

( * Dil, bir organı; Türkçe, Arapça vs. ise konuşulanları ifade ettiği için konuşulan kelimeler topluluğuna dil yerine lîsan demeyi tercih ediyorum.)
(** Bu konuşmanın tam metnini http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/isvec-krali-ve-turkiye-isvec-iliskileri-hakkinda-konusma adresinde bulabilirsiniz.)

20 Kasım 2018 Salı

Türkçemiz


İlkokul yıllarında okuduğum Refik Halid Karay'ın "Eskici" isimli hikâyesini hiç unutmadım. Babası ve annesi öldüğü için İstanbul'dan Filistin'deki halasının yanına gönderilen beş yaşındaki Hasan'ın hikâyesidir bu. Yolculuğu boyunca Türkçe konuşanlar gittikçe azalır ve sonunda Türkçe konuşan hiç kimse kalmaz etrafında.

Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.

Gönderildiği yerde, Arapça'yı anlamaya başlasa da altı ay hiç konuşmaz Hasan; taa ki bir gün eve çağırılan seyyar bir ayakkabı tamircisini seyrederken, nerede olduğunu unutarak tamirciye Türkçe olarak "Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye soruncaya kadar. Sonrasında şunlar olur:

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
"Türk çocuğu musun be?"
"İstanbul' dan geldim!"
"Ben de o taraflardan ... İzmit' ten!"
...
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Ve tamircinin işi biter, gitme zamanı gelir.

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor ... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
"Ağlama be! Ağlama be!"
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

İlk okuduğumda Hasan gibi benim de gırtlağımda lokmamı yutamamışım gibi bir sert düğüm oluşmuş ve ağlamıştım; Türkçe için değil elbette; Hasan'ın gurbeti ve kaçınılmaz sürgünü için. Şimdilerde okuduğumda ağlamasam da hâlâ boğazıma bir sert düğüm gelir oturur; bu defaki düğüm Hasan için olduğu kadar Türkçe içindir...

Sâhip olduğumuz pek çok nimetin farkında olmadığımız gibi Türkçenin de kıymetini bilmiyoruz. İlkbahar güneşini, şırıltılı gümüş dereleri, balın tadını, karın soğukluğunu, ateşin sıcaklığını aynelyakîn derecesinde anlatan Türkçemizin kıymetini bilmiyoruz. Türkçe, zaman içinde rengine ve ruhuna pek çok darbe aldı ve bilerek veya bilmeyerek fakirleştirildi. Bu yüzden de şimdilerde yazılan romanlarda, hikâyelerde eskilerin tadı yok. Okuyun lütfen eski hikâyeleri, şiirleri, romanları ... Refik Hâlid Karay'ı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, Necip Fazıl Kısakürek'i, Kemal Tahir'i, Yahya Kemal Beyatlı'yı, Ömer Seyfettin'i, Sabahattin Ali'yi. Nasıl da okuduğunuz eserin içine girdiğinizi, başka âlemlere yolculuklar yaptığınızı görecek, okurken hissettiğiniz o lezzeti unutmayacaksınız.
Peki ne oldu da o lezzet kayboldu? Nasıl olup da birkaç yüz kelimeyle konuşan bir topluma döndük? Pek çok kelimeyi "şey, şeyi, şeyini" gibi renksiz ve ruhsuz bir dolgu ile katlederek bu tatsız anlatım derekesine düştük?
Minareye "cami yanındaki kule", ezana "imamın okuduğu şarkı" deme cehaleti nasıl doğdu? Üniversite öğrencilerimiz, milyonlarca kişinin huzurunda cehaletleri ortaya çıkınca -sanki övülmüşçesine- gülme patolojisine nasıl tutuldular?
Nasıl oldu da yaşayan Türkçe yerine -hiç gereği yokken- yabancı kelimeler kullanmaya başladık? 

Aslında bu yabancı lisan kullanımının yeni olduğunu zannetmiyorum. Maliye ve millî savunma bakanlıkları ile Büyük Millet Meclisi başkanlığı yapan M. Abdülhalik Renda'nın hatıratında, babasıyla Fransızca mektuplaştığını yazdığını düşündüm de, önce Fransızca şimdilerde ise İngilizce bir moda hâlinde gerekli gereksiz kullanılıyor. Yanlış anlaşılmasın yabancı lisan öğrenilmesine asla karşı değilim. Ancak, yabancı lisan bilim için, sanat için kullanılmalıdır; tamam yerine okey, hoşçakal yerine baybay demek için değil. Kaldı ki hala ile teyzeyi ve yengeyi, amca ile de dayıyı ve enişteyi birer kelimeye sığdıran İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca bize edebî bakımdan ancak bir havuz verebilir. Oysa biz Türklerin dünyası umman ister.

(İtalik kısımlar "Eskici" hikâyesinden alıntıdır)




Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...