Lîsan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lîsan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2023 Çarşamba

Yanlış kullanılan kelîmeler, deyimler ve sözler

 Haydan gelen huya gider

Bu deyim, zahmetsizce kazanılan şeylerin kolayca kaybedilebileceği manasında kullanılmaktadır. Oysa gerçek çok farklıdır. "Hay" Allah'ın sıfatlarından olup, "ebedî hayatla diri" mânasındadır. "Hû" ise  “O” mânasında bir zamirdir. Dolayısı ile bu söz "Ebedi hayatla diri (hayy) olan Allah'dan gelen yine o'na gider"  anlamındadır.

***

Her halde

Çoğu zaman herhalde olarak bitişik de yazılan bu iki kelîme, pek çok kişi tarafından ihtimal belirtmek üzere "sanırım", "zannederim" mânasında kullaınlmaktadır. Oysa her durumda, her şart altında anlamında mutlaklık belirten iki kelimedir. "Her halde gideceğim" denildiğinde  "mutlaka gideceğim" denilmektedir.

***

Özeleştiri vermek

Son zamanlarda, televizyon tartışma programlarında ve gazete yazılarında "özeleştiri vermek" deyimini duyar olduk. "Vermek" fiili, cisimler bakımından bir şeyi bir başkasına vermeyi ifade ederken, gayrı-maddî hususlar bakımından bir konuyu bir merciye intikal ettirmeyi ifade eder. Söz gelimi "ifâde vermek" gibi. Dolayısıyla özeleştiri vermek ancak bir kimsenin sorgulanırken veya yargılanırken yapabileceği bir iş olsa gerektir. Bunun hâricinde bir kimsenin kendi kendisini tenkit etmesi, eleştirmesi için "vermek" fiili değil ancak ve ancak "yapmak" fiili kullanılabilir. Dolayısıyla deyimin doğrusu "özeleştiri yapmak"tır.

***

Almak

Almak fiili, maddî hususlar içinbir şeyi bir yerden almak mânasındadır. Zaman zamana birleşik fiil olarak da kullanılır.  Gayrı-maddî hususlar için de kullanılır. Selam almak, dua almak gibi. Son zamanlarda almak fiili maksadı ve mânası dışında kullanılır hâle geldi. Duş almak, çay almak, kahve almak vb. Oysa duş "yapılır", çay ve kahve "içilir". Yapmak, içmek gibi çeşitli fiillerin yerine "almak" fiilini kullanmak yanlış olduğu gibi, çeşitli işlere ait fiilleri lisânımızdan uzaklaştırarak zayıflattığı da açıktır.

Sebep - neden
Bugünlerde sebep kelîmesinin yerine "neden" kelîmesini kullanıyor bâzıları. Bu kullanımı doğru bulmuyorum. "sebep" İngilizce'deki "reason"kelîmesinin karşılığı iken "neden" "why" soru kelîmesinin karşılığıdır. "Neden" kelîmesi bir soru sorarken "sebep" kelîmesi bir açıklama getirir. "Neden söyledin" derken "neden" kelîmesini kullanmak gerekirken, bu soruya cevap verirken "Şu sebeple söyledim." deriz.
Hep söylüyorum. Birden fazla kavramı bir tek kelîmeye sığdırmak ancak Türkçeyi fakirleştirir.

***

Suistimal - suiistimal
Arapça'da "sui" kötü", "istimal" ise kullanım mânâsına gelir. Dolayısıyla "suiistimal" kelîmesi "kötü kullanım", "kötüye kullanım" anlamındadır. Bu kelîmeyi suistimal şeklinde kullanmak yanlıştır ve -mizahî bir yakıştırma ile- olsa olsa "su kullanmak" anlamını verir. Suiistimal kelîmesini kullanmak zor geliyorsa, -su kullanmak yerine- cümlenin gelişine göre  "kötü kullanım" veya "kötüye kullanım" diyebilirsiniz.

***
Mütevazi - mütevazı
Mütevazi kelîmesi , (ﻣﺘﻮﺍﺯﻯ) Arapça "tevāzі" “paralel yapmak”tan gelir ve paralel demektir.
Mutevazı kelîmesi ise tevazu (alçak gönüllülük) kökünden gelir ve alçak gönüllü demektir. Dolayısıyla, birisine "alçak gönüllü" demek istiyorsanız mutevazı demelisiniz; mütevazi değil.

***


Hâlâ

Şu ân var olan, geçerli olan, süregiden bir durumu ifâde etmek üzere "hâlâ" zarfını kullanırız. Bâzı aklıevveller şapkayı kaldırdılar ya, şimdi bu kelîmeyi "hala" olarak kullananlar var. Oysa hala kelîmesi Türkçe'de babanın kız kardeşini ifâde eder. "Hâlâ gelmedi" yerine "Hala gelmedi" diyorlar; teyze geldi mi acaba?!

***
Salatalık - hıyar
Hıyar olarak bilinen -ve ilmî bakımdan meyve sayılan- sebzeye kibarlık olsun diye salatalık denildiğini biliyorsunuz. Oysa, "salatalık", salatası yapılan her türlü zerzevat için kullanılabilecek bir kelîmedir. Buna göre, marul, domates, havuç ilâ... salatalıktır. Dolayısıyla hıyara salatalık demek yanlış olduğu gibi, Türkçemizde bir kelîmenin unutulmasına yol açar mâhiyettedir.

***
Yanıt
Çeşitli "kesim"lerce "cevap" yerine kullanılan bir kelîme. Pek çok dilbilimciye, hocaya, hâceye, öğretmene, muallim ve muallimeye, gericiye ve ilericiye sordum fakat cevap alamadım bu "yanıt" kelîmesinin kökü, etimolojisi hakkında. YAN, YANI.. Cevâbı karşılayacak bir "üretim süreci"ne ulaşamıyorum. Uydurma bir kelîme olup, kuşaklar arası kültür iletimini bozan bir virüstür.
(Yukarıdaki "kesimler"den kasıt, bilmeden fikir sâhibi olanlar, kullandığı kelîmelere göre kendisine politik yer belirleyenler, muhafazakâr kültüre itiraf edemedikleri bir düşmanlık besleyenlerdir. )

***
Alaturka
Bâzı "sözlük"lerde "Eski Türk töre, 'alışkı' ve yaşama biçimine göre olan", "dünya görüşü ve yaşam biçimi, davranışı güne uygun olmayan, yöntemsiz, ilkesiz, düzensiz (kimse, tutum)" gibi karşılıklar verilmesi TÜMÜYLE YANLIŞ ve dahi insafsızlıktır. Kelîme, İtalyanca "A la Turca"dır ve kelîme karşılığı TÜRK GİBİ demektir. Sözlük mânasına gelince, eğer bir kelîmenin başına geliyorsa, o kelimeye "Türk usûlü, Türk tarzı" mânasını katar. Misal, "alaturka müzik" "Türk usûlü müzik" demektir.
Kimliğinde Türk vatandaşı yazan bir sinema oyuncusu "Türk olarak doğmayı ben seçmedim"  mealinde bir lâf ederken Türk olmaktan nasıl utanıyorsa, yukarıdaki ifâdeler de aynı kapıya çıkar mâhiyettedir.

***

Yasal
Yasal kelîmesi şimdilerde -tıpkı şey gibi- hukuk soslu konuşmanın ve yazmanın vazgeçilmezi oldu.  "Bu durum yasal değil. Yasal hakkımı kullanıyorum. Yasal durum şöyledir. Yasal davranış" bu ve bunun gibi onlarca şekilde kullanılıyor. Hadi bilmeyen kullansın, ya hukukçuların bu kelîmeyi kullanmasına ne demeli? Yasal kelîmesi "yasa" kökünden üretilmiş, yasa da bildiğiniz gibi "kanun" demektir. Şu hâlde yasal "kanunî" manâsına geliyor, değil mi? Ancak, uygulamada sâdece kanunî manâsında değil, "hukukî" manâsında da kullanılıyor. Oysa, her kanunî durum hukukî olmakla birlikte, her hukukî durum kanunî değildir. Gerçekten, bir yönetmelikte yer alan hususa temas ederken yasal denilmesi fâhiş hatadır. Dolayısıyla "yasal" kelîmesinin yerli yersiz kullanılması bir karmaşaya, bir kargaşaya, bir yanlışlığa sebep oluyor. Kanunda yer alan hususlar, kanuna göre yapılan işler için kanunî, hukuka ilişkin hususları ifade etmek için de hukukî kelîmeleri kullanılmalıdır.

***

Usul - usûl
Türkçe'de iki tâne "usul" kelîmesi vardır. Birincisi Arapça'dan Türkçe'ye geçmiştir  ve kökleri asıllar, üstsoy, yöntem, metod mânalarına gelir.
"Onun aslını bilirim", "Usul ve füruya karşı işlenen suçlar", Bu işin usulü böyle değildir." Bu cümleler yukarıdaki mânalara misaldir.
İkinci kelîme ise Türkçe "usul" kelîmesidir ki yavaş mânasına gelir. "Usul usul geldi", "Usulca yanıma sokuldu." misallerinde olduğu gibi.
Ama bu kelîmeyi şapkasız kullandığımızda işler karışıyor. Yavaş mânasındaki kelîmede herhangi bir ses uzaması veya incelmesi olmadığı hâlde, Arapçadan geçen kelîmede, kullanılan yere ve kullanılmasına göre ses incelmesi veya ses uzaması gereklidir. Bu yüzden üstsoy, yöntem mânasında kullanıldığında kelîmenin "usûl" olarak yazılması gereklidir.

18 Temmuz 2023 Salı

Kayıplarımız

Ne güzel insanlarımız vardı, merhametli. Kuş evleri yapan...

Ne güzel insanlarımız vardı, yardımsever. Komşusu açken tok yatmayan...

Ne güzel insanlarımız vardı, hayırhah,  âcizler için vakıflar kuran...

Ne güzel insanlarımız vardı, dünyayı kendisine emanet olarak gören...

Ne güzel insanlarımız vardı, hayvanları seven, ağaçlar diken...

Önce birer birer pir-i fâni oldular sonra dar-ı bekâya göçtüler.

Büyüklerini düşünmeyen gençlerimiz, hayvanlara eziyet eden, paradan başka değeri olmayan insanlarımız var şimdi. Tek kıstası madde olan, açgözlü, bencil.

***

Ne güzel evlerimiz vardı, bahçeli. Bahçesinde meyve ağaçları olan..

Ne güzel evlerimiz vardı, sığındığımız. Ailenin büyükleri ve küçüklerinin bir arada olduğu...

Ne güzel evlerimiz vardı, ferahladığımız . Gölgeli, serin sofaları, mahrem avluları olan...

Ne güzel evlerimiz vardı, kerpiçten, taştan, tahtadan. Hımışı, bağdadileri olan...

Ne güzel evlerimiz vardı, huzur veren, yuva olan...

Önce birer birer terkedildiler, sonra ya yıkıldılar ya da arsa olarak satıldılar.

Bahçesiz, sofasız, bağdadisiz, avlusuz rezidanslarımız var şimdi. Beton, çelik ve seramikle özü kurutulmuş. En yakın aile fertlerinin ayrı ayrı yaşadığı.

***

Ne güzel lisanımız vardı, kış gününü bahar letafetiyle târif edebilen...

Ne güzel lisanımız vardı, yeşillikler içinde akan derenin şırıltısını mücesemmleştiren...

Ne güzel lisanımız vardı, şiirin şiiri olan...

Ne güzel lisanımız vardı, ana sütü gibi temiz ve bizim olan...

Ne güzel lisanımız vardı, bütün nesillerin biribirini anladığı...

Önce birer birer kelimeler düşman ilan edildiler, unutturuldular sonra da yerine ya kelime uydurdular ya da batıdan kelimeler soktular.

Üç neslin biribirini anlamadığı, birkaç yüz kelimeyle meram anlatılmaya çalışılan kupkuru bir dil var şimdi. 

Güzelliklerimizi, hasletlerimizi birer birer yok ediyor ve gittikçe kurumuş dere yataklarına dönüyoruz.. Velhâsıl iyi ve güzel ne varsa yitiriyoruz.





9 Mart 2020 Pazartesi

"Yanılgı"lar - Efendi

Bilebildiğim kadarıyla otuz kırk yıldan beri "efendi" kelîmesi bir sıradanlaştırma, basitleştirme sıfatı olarak kullanılmaktadır. Gerçekten, önemli erkek şahıslar için "bey" sıfatı kullanılırken, önemsiz erkek şahıslar için efendi sıfatı tercih ediliyor. Nitekim Devlet dâirlerinde memurlar için bey, müsdahdemler için efendi hitabı kullanılmaktadır. Zaman zaman da "efendi" sıfatı tahfif maksatlı kullanılıyor ve böylece bu şekilde hitap edilen şahıs aşağılanmış oluyor. Hatta  efendi kelîmesinin kökünü bilen -veyâ bilmesi gereken- muhafazakâr kalemlerin dahi efendi sıfatını tahfif amaçlı olarak kulandıkları görülmektedir.

Peki efendi sıfatı ikinci derecede önemli veya önemsiz şahıslar için mi kullanılmalıdır? Kim beydir kim efendi? Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da "toplumsal cehaletimiz" sırıtmaktadır. Türkçe etimoloji lügâtında efendi kelîmesinin orta Yunancadaki "avtentis"ten geldiği ve "Şahıs isminden veya meslek unvanından sonra tahsilli kimse, memur, şehirli için kullanılan anma ve hitap şekli" olduğu belirtilmektedir. (Tietze, 690)

Şemseddin Sâmi'nin Kâmus-ı Türkî isimli büyük lügâtında ise efendi kelîmesi için "Ta'zim unvanı olub, başlıca okumuşlara ve ulema ile erbab-ı kaleme mahsusdur." denilmektedir. (Sâmi, 138)
 Ahmed Vefik Paşa'nın Lehce-ı Osmanî adlı eserinde ise bu kelîmenin "okuryazar kişilere, ulema mensuplarına ve şehzadelere özgü unvan" olduğu aktarılmaktadır.  (Nişanyan Sözlük)

Görüldüğü üzere efendi sıfatı ta'zim (ululama, yüceltme) maksatlı olup; tahsilli (okumuş) kimselere, âlimlere,  kalem erbabına ve nihayet şehzâdelere verilmesine bakılarak oldukça önemli bir hitap şekli olduğu su götürmez bir hakikattır. Ecdad, okumuş kesime efendi hitâbını lâyık görürken, askerî sınıftan olan ileri gelenler için "bey" sıfatını kullanmıştır.

Hâl böyle olmakla birlikte, kısmen bilmemekten kısmen de eskiye olan düşmanlıktan efendi sıfatı özünü kaybetmiş, neredeyse basit bir hakâret ifâdesine dönüşmüştür.

Diğer pek çok konuda olduğu gibi kelîme ve mefhumları kökünden, aslından uzaklaştırmak veya uzaklaştırmaya yardım edecek her teşebbüs bizi "biz" olmaktan biraz daha uzaklaştıracaktır. Lütfen özünü bilmediğiniz kelîmeleri yerli yersiz kullanmayın; behemahal kullanmak istiyorsanız aslını öğrenin. 

---
SAMİ, Şemseddin, Kâmus-ı Türkî, 7b. Çağrı Yayınları, 1996, İstanbul.
TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul  Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
[ Ahmed Vefik Paşa, Lehce-ı Osmanî, 1876]

30 Nisan 2019 Salı

"Osmanlıca" diye bir lîsan var mı?

Bugünlerde o kadar sık karşılaştığımız bir kelîme ki "Osmanlıca", sonunda yer alan "ca" eki, bilmeyen birisinin Türkçe'den tamamen farklı bir lîsan zannetmesine sebep oluyor.
Belki bu sebeple, belki kelîmenin meydana getirdiği istihfamı ve yanlışlığa mâni olmak adına bunun yerine "Osmanlı Türkçesi" denildiğini de görüyoruz.
Aslında Osmanlıca denilen, Arap alfabesi ile yazılan Türkçe'den başka bir şey değildir. Bu yüzden, üniversitelerde "Osmanlı paleografyası" dersleri vardır. Osmanlı devletinde, sâdece -Türklerin yaşadığı yerlerdeki- halk arasında değil sarayda dahi açık ve anlaşılır bir Türkçe konuşulduğu su götürmez bir gerçektir. Nitekim, bâzı Osmanlı pâdişahlarının yazdığı şu şiirlere bakıldığında bu husus anlaşılacaktır:

Sâki, getür, getür yine dünki şarabumı
Söylet dile getür yine çeng ü rebabumı
Ben var iken gerek bana, bu zevk ü bu safa
Bir gün gele kim görmeye kimse türabum.
(II. Murad - 15.yy)

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
(Kanunî - 16.yy)

Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
...
Bu dünya fânidir sakın aldanma
Mağrur olup tac ü tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
(III. Murad - 16.yy sonu)

Saray yazışmalarında -o günün idare geleneklerine uygun olarak- Arapça ve Farsça kelîmelerin oldukça bol kullanılmış olması, kimi şâirlerce hiç gereği yokken Türkçe kimi kelîmelerin yerine Arapça ve Farsça karşılıklar kullanılmış olması gibi doğruluğu ve yerindeliği tartışılması gereken kimi hususlar, Osmanlıca tesmiye edilen lîsanın Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. İçinde yabancı lîsanlardan kelimeler bulunsa da, pek çok kelîmesi ve kuralları Türkçe olan Osmanlıca için en fazla "ait olduğu yüzyılın Türkçesi" denilebilir. Osmanlıca ve Osmanlı diyerek bizi bizden yabancılaştırma gayretleri olsa da bakın batılılar bu topraklar için ne diyor:
"12. yüzyılın sonundan itibaren Avrupalılar bölgeyi Turchia veya Turkey "Türklerin ülkesi" olarak isimlendirmeye başladılar."(Agoston Gabor ve MASTERS Bruce, Encyclopedia of The Ottoman Empire,s.574.)
Batılıların -daha Osmanlı Devleti kurulmadan önce bile-Türkiye olarak isimlendirdiği bu topraklarda yaşayan ecdadımızı Türk kimliğinden uzaklaştıracak her çaba bizi bize yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Selçuk Türkleri yazan harita

Osmanlı Türkleri yazan harita.


20 Şubat 2019 Çarşamba

Şapkalar

1) Başını usul usul dosyadan kaldırdı ve "Usul hatası var" dedi.
2) Kar satışı karlı bir iş.
3) Kadın balasını sordu, Bala'ya gitti dediler.
Yukarıdaki üç cümleyi okuma şeklinize göre mânâsı değişecektir. Darbeci tâlimatıyla harflerde şapka kullanımı kaldırıldı ya, buyrun karmaşaya ve kargaşaya.
Neden mi karmaşa? Türkçe, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir lîsandır demiyor muyuz!
Efendim, Anadolu'da "usul" -diğer mahallî ve değişik kullanımları yanında- yaygın olarak "yavaş" mânâsında kullanılan bir kelîmedir. "Usulca gel" cümlesindeki gibi. Arapça'dan Türkçe'ye geçen "usûl" ise, yöntem, metod  mânâsındadır! 1 numaralı cümlede, kişi yavaş yavaş başını kaldırıyor ve  usûl hatası var diyor; eğer ikinci "usul"da şapka varsa elbette.
2 numaralı cümleyi şapkasız okursanız, her iki "kar" kelimesi de kışın yağan donmuş ve kristalize suyu ifâde edeceği için oldukça anlamsız olacaktır. Eğer sıcak bir yörede kar satmanın "kârlı", kazançlı bir iş olduğunu söyleyecekseniz, ikinci "kar" kelîmesinde şapka kullanmak şarttır.
3 numaralı cümlede, kadın çocuğunu soruyor; çocuk, Ankara'nın "Bâlâ" ilçesine gitmişse, ikinci "bala"da iki adet şapka kullanmak zorundasınız. Aksi takdirde "çocuk çocuğa gitti" gibi ilginç bir mânâ çıkacaktır ortaya.
Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Afrika'da yalıtılmış bir hayat süren bâzı kabilelerin lisânlarını hâriç tutarsak, başka bir lîsandan kelîme almamış saf bir lîsan olamayacağına göre, bâzı kelîmelerde uzun veya ince sesliler olması mümkündür ve bu sesleri şapka olmadan yazamayız, kendimizi ifâde edemeyiz. "Yok canım, biz gelişinden anlarız, şapkaya ne gerek var" diyenler olabilir elbette. O durumda, lisânda etnik bir temizlik yaparak ince ve uzun seslileri atabilir, netîcede de "Sürgünler sürgünde sürgün yemekten sürgün oldular" kuruluğuna ve bir müddet sonra da "şeyin şeyi şey olmuş" tatsızlığına düşeriz.
Esâsen, şapka konusunda bir yanlışlığımız da var. Hem uzun ve hem de ince sesliler için "^" işâretini kullanıyoruz. Oysa ince seslilerle uzun seslileri ayırt edebilmek için iki farklı işâret kullanmak daha uygun olacaktır. Öldüren kimseyi târif eden -ve ism-i fâil olan- kâtil kelîmesindeki a harfi ince değil uzun okunmalıdır. Türkçeye oldukça hâkim bâzı yazarlar, uzun a harfini gösterebilmek için, bu kelîmeyi iki adet a harfi ile "kaatil" şeklinde yazmışlardır. Eğer bu kelîmedeki a harfi kısa okunursa, kelîme "öldürme" mânâsına gelecektir; "katil zanlısı"nda olduğu gibi. Bu konuda muhtemel bir çözüm ince seslilerle aidiyet gösteren "i" harfi için "^" işâretini, uzun sesliyi göstermek içinse ilgili harfin üzerine düz çizgi işâretini koymak olabilir. Yani işāret kātil lâf, idārî gibi.
Belki bugün uzun ve ince sesli barındıran kelîmeleri bildiğimiz için, şapkasız da olsa vaziyeti idâre edebiliyoruz; ancak, gelecek nesillere kuru, tatsız ve derinliksiz bir Türkçe yerine lezzetli, âhenkli ve zengin bir Türkçe bırakmak istiyorsak düzeltme işâretlerine muhtâcız.

18 Aralık 2018 Salı

Ah şu kelimeler



Yıllar önce Dil ve Târih - Coğrafya Fakültesi'nde asistan olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Birkaç asistan aynı odayı paylaşıyorlardı. Asistanların saygılı hâllerinden önemli birisi olduğunu anladığım yaşça büyük, tok sesli bir beyefendi birşeyler anlatıyordu. Bir köşeye ilişip ben de dinlemeye başladım. Sonradan profesör Mustafa Kafalı olduğunu öğrendiğim hoca, lîsan (*) konusunda konuşuyordu.
Kafalı hoca, lîsanları ihtiyaçların doğurduğundan bahisle örnekler vermişti; bâzılarını hâlâ hatırlarım. Evet, Ceneviz, Venedik gibi İtalyan şehir devletçiklerinin denizcilikle olan uğraşıları sebebiyle bugün bile pek çok denizcilik terimi İtalyanca idi. Arapların deveye ihtiyaçları sebebiyle Arpaça'da onlarca deve ile ilgili kelime vardı. Keza Türklerin hayatında atın önemi sebebiyle Türkçe'de atla ilgili onlarca kelime yok muydu?
Evet, lîsanı ihtiyaçlar şekillendiriyordu. Lîsanlar, başka lîsanlardan kelimeler alıyor, kelimeler veriyordu. İngilizce'deki pek çok kelime Farsça'dan gelmiyor muydu? Mesela, kardeş anlamındaki "brother" kelimesi Farsça "birader"den, anne anlamındaki "mother" kelimesi "mader"den, baba anlamındaki "father" kelimesi "peder"den, kız evlat anlamındaki "doughter" kelimesi "duhter"den, yıldız anlamındaki "star" kelimesi "sitare"den gelmiyor muydu? Türkçe yoğurt kelimesi İngilizceye yoghurt olarak geçmemiş miydi?

Yıllar boyunca hep bu anlayışla baktım lîsana ve Türkçeye. Bir kelimenin kökünün nerede olduğuna bakmadan Türk insanının o kelimeyi anlayıp anlamadığı, kullanıp kullanmadığı önemli oldu benim için. Meselâ tren kelimesi Fransızca'dan gelmekle birlikte, Türkçe'de öylesine benimsenmiştir ki türkülerimize bile girmiştir, "kara tren gelmez m'ola" diye. O hâlde tren kelimesi Türkçe'dir  artık. Mesela çay kelimesi. Çince "ça'" kökünden gelen bu kelime o kadar bizden olmuştur ki "Türk çayı" bile vardır.  Semaver kelimesi Rusça samovar kelimesinden gelmektedir. Aşk Arapça'dan.
Bu kelimelerin köküne bakarak kim onların Türkçe olmadığını söyleyebilir ki! Harf, köken temelli bir lîsan anlayışının, insanların kafatasını ölçerek Türk olup olmadıklarını anlamaktan farkı nedir ki?
Velhâsıl insanlarımız bir kelimeyi anlıyor, kullanıyorlarsa o kelime Türkçedir; ve Türkçenin ne özü ne de üveyi yoktur.
Aynı zamanda kültürün nesilden nesile taşıyıcısı da olduğundan, lîsanı ihtiyaç yokken değiştirmeye çalışmanın kültürel bir kopuşu da beraberinde getireceğini unutmamak gerekiyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 yılında Memleketimizi ziyarete gelen İsveç Veliahdı Prens Güstav Adolf şerefine Çankaya Köşkü’nde verilen ziyafette yaptığı 158 kelimelik konuşmasında (**) geçen ve "öztürkçe" olduğu söylenen tükel özgü, süerdem, yaltırık, özenc, ıssı, kıldac,  anıklanmak, baysal, söyünc, genlik, gönenç, tüzün kelimelerini kaç kişi anlamakta hatta bilmektedir? Nitekim, Gazi de sonraki yıllarda öztürkçeden Türkçe'ye geri gelmiştir.

Bizzat yaşadığım bir hâdiseyi de belirtmeden geçemeyeceğim.
Bilebildiğimiz doğum târihine göre 94 yaşında vefat eden rahmetli babam, hayatta iken torununun torununu görüp konuşmuştu. Tam beş nesil! Babam "cevap" dediğinde torununun torunu anlıyordu, torununun torunu "imkânsız" dediğinde de babam. Şimdilerde cevap yerine yanıt demek moda oldu.
Lîsan, insanlar arasında anlaşmayı ve iletişimi sağlamak üzere bir araç olduğuna göre, beş neslin iletişimini sağlayan cevap kelimesinin yerine "yanıt" demek nedendir? Torununun torunu babama yanıt deseydi babam ne anlardı? Hangi ihtiyaç "yanıt" kelimesini doğurmuştur? Hiç bilemedim, bulamadım..
Sırf Arapça veya Farsça kökenli diye Türkçe'den kelime atmanın Türk kültürüne ve kültür mirasına neticelerini görmeye başladık ve bu gidişle daha da şiddetle görmeye devam edeceğiz. Öyle ki, çok değil 70 yıl önce yazılmış bir metni anlamakta bugünkü nesil zorluk çeker hâle getirildi. Özleşme denilen anlayış Türkçeyi gittikçe daha fakir bir hâle getirmektedir. Bugün sarih, vâzıh, müstehcen, münhal, âşikâr, küşade, alenî, bâriz kelimelerinin hepsinin yerine sadece "açık" kelimesini kullanıyoruz. Oysa sarih: berrak, net, anlamı açık; vâzıh: apaçık ve net olan; müstehcen: çirkin sayılan, ayıp; münhal: boş, doldurulmamış; küşâde: açık, açılmış; alenî: gizli olmayan, açık ve aşikâr olan; bâriz: ortaya çıkan, açıkta olan anlamlarına gelmektedir ve hepsinin kullanılma yeri ayrıdır.
Bakın şu cümlelere:
Bu konu gayet sarih.
Konuyu gayet vâzıh bir şekilde ortaya koydu.
Bu film çok müstehcen.
Bu kadro münhal.
Yalan söyleyenin kim olduğu alenî.
Bu kişinin hileci olduğu bâriz.
Her birisinde başka bir renk var. Bu renkleri teke indirmenin bizi fakirleştireceği âşikar.
Şu hususu hiç unutmamak gerekiyor: Biz Türkçe oldukça varız.

( * Dil, bir organı; Türkçe, Arapça vs. ise konuşulanları ifade ettiği için konuşulan kelimeler topluluğuna dil yerine lîsan demeyi tercih ediyorum.)
(** Bu konuşmanın tam metnini http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/isvec-krali-ve-turkiye-isvec-iliskileri-hakkinda-konusma adresinde bulabilirsiniz.)

20 Kasım 2018 Salı

Türkçemiz


İlkokul yıllarında okuduğum Refik Halid Karay'ın "Eskici" isimli hikâyesini hiç unutmadım. Babası ve annesi öldüğü için İstanbul'dan Filistin'deki halasının yanına gönderilen beş yaşındaki Hasan'ın hikâyesidir bu. Yolculuğu boyunca Türkçe konuşanlar gittikçe azalır ve sonunda Türkçe konuşan hiç kimse kalmaz etrafında.

Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.

Gönderildiği yerde, Arapça'yı anlamaya başlasa da altı ay hiç konuşmaz Hasan; taa ki bir gün eve çağırılan seyyar bir ayakkabı tamircisini seyrederken, nerede olduğunu unutarak tamirciye Türkçe olarak "Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye soruncaya kadar. Sonrasında şunlar olur:

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
"Türk çocuğu musun be?"
"İstanbul' dan geldim!"
"Ben de o taraflardan ... İzmit' ten!"
...
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Ve tamircinin işi biter, gitme zamanı gelir.

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor ... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
"Ağlama be! Ağlama be!"
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

İlk okuduğumda Hasan gibi benim de gırtlağımda lokmamı yutamamışım gibi bir sert düğüm oluşmuş ve ağlamıştım; Türkçe için değil elbette; Hasan'ın gurbeti ve kaçınılmaz sürgünü için. Şimdilerde okuduğumda ağlamasam da hâlâ boğazıma bir sert düğüm gelir oturur; bu defaki düğüm Hasan için olduğu kadar Türkçe içindir...

Sâhip olduğumuz pek çok nimetin farkında olmadığımız gibi Türkçenin de kıymetini bilmiyoruz. İlkbahar güneşini, şırıltılı gümüş dereleri, balın tadını, karın soğukluğunu, ateşin sıcaklığını aynelyakîn derecesinde anlatan Türkçemizin kıymetini bilmiyoruz. Türkçe, zaman içinde rengine ve ruhuna pek çok darbe aldı ve bilerek veya bilmeyerek fakirleştirildi. Bu yüzden de şimdilerde yazılan romanlarda, hikâyelerde eskilerin tadı yok. Okuyun lütfen eski hikâyeleri, şiirleri, romanları ... Refik Hâlid Karay'ı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, Necip Fazıl Kısakürek'i, Kemal Tahir'i, Yahya Kemal Beyatlı'yı, Ömer Seyfettin'i, Sabahattin Ali'yi. Nasıl da okuduğunuz eserin içine girdiğinizi, başka âlemlere yolculuklar yaptığınızı görecek, okurken hissettiğiniz o lezzeti unutmayacaksınız.
Peki ne oldu da o lezzet kayboldu? Nasıl olup da birkaç yüz kelimeyle konuşan bir topluma döndük? Pek çok kelimeyi "şey, şeyi, şeyini" gibi renksiz ve ruhsuz bir dolgu ile katlederek bu tatsız anlatım derekesine düştük?
Minareye "cami yanındaki kule", ezana "imamın okuduğu şarkı" deme cehaleti nasıl doğdu? Üniversite öğrencilerimiz, milyonlarca kişinin huzurunda cehaletleri ortaya çıkınca -sanki övülmüşçesine- gülme patolojisine nasıl tutuldular?
Nasıl oldu da yaşayan Türkçe yerine -hiç gereği yokken- yabancı kelimeler kullanmaya başladık? 

Aslında bu yabancı lisan kullanımının yeni olduğunu zannetmiyorum. Maliye ve millî savunma bakanlıkları ile Büyük Millet Meclisi başkanlığı yapan M. Abdülhalik Renda'nın hatıratında, babasıyla Fransızca mektuplaştığını yazdığını düşündüm de, önce Fransızca şimdilerde ise İngilizce bir moda hâlinde gerekli gereksiz kullanılıyor. Yanlış anlaşılmasın yabancı lisan öğrenilmesine asla karşı değilim. Ancak, yabancı lisan bilim için, sanat için kullanılmalıdır; tamam yerine okey, hoşçakal yerine baybay demek için değil. Kaldı ki hala ile teyzeyi ve yengeyi, amca ile de dayıyı ve enişteyi birer kelimeye sığdıran İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca bize edebî bakımdan ancak bir havuz verebilir. Oysa biz Türklerin dünyası umman ister.

(İtalik kısımlar "Eskici" hikâyesinden alıntıdır)




Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...