29 Aralık 2019 Pazar

"Yanılgı"lar - Nâzım Hikmet

Birkaç gün evvel, Cem Karaca'dan bir şarkı dinliyordum. "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan" diye başlayan. Nâzım Hikmet'in Mâvi Liman adlı şiirinini bestelemiş Cem Karaca. Şiir şöyle:

     Mâvi Liman

     Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
     Seyir defterini başkası yazsın.
     Çınarlı, kubbeli, mâvi bir liman.
     Beni o limana çıkaramazsın...

Şiire yüklenmiş hasret, hüzün ve umutsuzluk Cem Karaca'nın bestesinde de var. Diğer bâzı şiirlerinde olduğu gibi Nâzım Hikmet'in vatan hasreti -bu şiirde özel olarak, İstanbul hasreti olarak- tecessüm etmişti. Nâzım Hikmet'in bu şiiri ne zaman yazdığını merak edip internette araştırma yaparken okuduklarım, Ülkemizde çıplak gerçeklerin nasıl da çarpıtılabileceğini göstermesi açısından ilginçti. 
Şöyle yazıyordu "internet"te: "Ve şair gitgide ümidini yitirir. Hem geçirdiği kalp krizleri, hem de Türkiye hükümetinin vurdumduymazlığı karamsarlığını arttırır: 'Çok yorgunum, beni bekleme kaptan/ seyir defterini başkası yazsın./ Çınarlı, kubbeli mavi bir liman,/beni o limana çıkaramazsın...' " (1)
 Daha önce de Nâzım Hikmet'le ilgili yanıltıcı ya da yönlendirici bilgilerle karşılaşmıştım. İşte o an Nâzım Hikmet hakkındaki "yalın" gerçekler bilinsin diye hayatında yaşadığı hapis, kaçış gibi önemli olayların târihi vermek istedim; istedim çünkü Ülkemizde pek çok hususta olduğu gibi gerçekleri örterek çarpıtma geleneği de kök salmış durumda.
İşte tarihler ve gerçekler.
Nâzım Paşa'nın torunu olarak 1902'de Selanik'te doğan, 1919'da Heybeliada Bahriye Mektebi'ni bitirip stajyer güverte subayı olan ve geçirdiği hastalık sonucu 1920'de askerliğe elverişsiz olarak ayrılan Nâzım Hikmet Ran için Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'nın internet sayfasında;
- Hakkında 11 dava açıldığı,
- İlk kez 1925 yılında yargılandığı,
- Daha sonra, neredeyse iki yılda bir mahkeme önüne çıktığı, bâzı yıllarda ise, iki hatta üç kez yargılandığı,
- Hakkındaki son yargılamanın 1938 yılında yapıldığı,
- Bu yargılamalara bağlı olarak toplam otuz dört yıla yakın ağır hapis cezasına mahkûm edildiği,
- Bu cezaların yalnızca on altı yıla yakınının infaz edildiği -yâni 16 yıla yakın hapiste yattığı-,
Bilgileri mevcut. (2)
Nâzım Hikmet,
- 1950'de seçimi kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı af kanunuyla serbest kalır.
- 1951'de Romanya üzerinden Sovyetler Birliği'ne kaçar. 
- 25.07.1951 tarihli ve 3/13401 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarılır.
- 1962'de Sovyetler Birliği pasaportu verilir.
- 3 Haziran 1963'te Moskova'da ölür.
- Bakanlar Kurulu'nun 05.01.2009 tarihli ve 2009/14540 sayılı Kararıyla Türk Vatandaşlığı'ndan çıkarılması yolundaki karar kaldırılır ve böylece yeniden Türk vatandaşlığını kazanır. (3)
Nâzım Hikmet, Sovyetler Birliği'ne kaçtığında Cumhuriyet Gazetesi, 12 Temmuz 1951'de yayınlanan nüshasında, Nâzım Hikmet'in bir resmini basar ve şunları yazar: "Sovyetler, Nazım Hikmetin Moskovada aldırdıkları boy boy, şekil şekil resimlerini bütün dünya fotograf ajanslarına dağıtmaya başlamışlardır. Yukarıda gördüğünüz resim, bunlardan birisie. Bu fotografı sütunlarımıza geçirirken şair Eşrefin Abdülhamide yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye 'resmini teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün' mealindedir. Biz de yukarıki resmi Nazım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz."



Ne denilebilir ki...

---
(1) https://bianet.org/biamag/kultur/135379-sair-in-cinarli-kubbeli-mavi-limani
(2) https://www.nazimhikmet.org.tr/nazim-hikmet/davalari/
(3) 10.01.2009 tarihli ve 27106 sayılı Resmî Gazete 
https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2009/01/20090110-5.htm

13 Aralık 2019 Cuma

"Yanılgı"lar - Medeniyet ve çağdaşlık

İngiliz sinema oyuncusu  Anthony Hopkins'in bestelediği "And the waltz goes on" isimli bir vals var. Bir video paylaşım sitesinde bu eseri dinlerken ( https://www.youtube.com/watch?v=xHBI-oxRE6M ) bir yandan da yorumlara bakıyordum. Rusça, İspanyolca, Macarca, İngilizce birçok yorum yapılmıştı. Derken Türkçe bir yorum gördüm. Şöyle yazılmıştı: "Sanat .Muzık.Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...."
Bu yorumu okuyunca aklıma müteveffa eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geldi. Beethoven'in 9. Senfonisi'ni dinleyen Süleyman Demirel'in, konserden sonra "İşte çağdaş Türkiye bu!" diye haykırdığı yazılmıştı. ( http://arsiv.sabah.com.tr/1997/04/02/y08.html )
Demirel'in bu çıkışından yola çıkan bir sanat eleştirmeni ise şunu yazmıştı: "Çoksesli müzikle çağdaşlığın bağlantısını bilen devlet adamlarındandı."http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/demirel-in-hatirlattigi-29314368 )
Konunun değerlendirmesine geçmeden önce birkaç hususu aydınlatmakta fayda var:
1) Medeniyet, Arapça "medine" kökünden gelir; medine ise "şehir" demektir. Bu duruma göre medeniyet "şehirlilik", medenî ise "şehirli" demektir. (Devellioğlu, s.598, 599)
2)  Şimdilerde medeniyet karşılığı olarak "uygarlık", medenî karşılığı olarak da "uygar" kelîmesi kullanılmaktadır. Nişanyan, uygar kelîmesinin, "Bir Türk kavmi olan Uygur adından serbest çağrışım yoluyla türetilmiş" olduğunu, 1934 yılında "uygur" olarak, 1942 yılında ise "uygar" olarak kullanımını tesbit eder.
3) İngilizcedeki civilisation kelîmesi Türkçe'ye medeniyet, uygarlık olarak çevrilmekte olup, 16 ncı yüzyıl Fransızcasında "civilisé" kelimesinden, bu kelîmenin ise Lâtince "civilis"  kelîmesinden geldiği, "civil" kelîmesinin "civis" (vatandaş) ve "civitas (şehir) kelîmeleriyle ilişkili olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Her üç hâlde de medeniyet, uygarlık ve -Türkçe'de bâzılarının kullandığı şekliyle- sivilizasyon şehir kökünden gelmekte olup; esas itibarıyla göçebelikten çıkarak bir şehirde ikameti göstermektedir. Şüphesiz şehir hayatı göçebe bir hayat şekline göre belli kuralları, bu kurallara uymayı gerekli kılmakla birlikte her hâlde bir "iyiliği", bir "erdemi" velhâsıl bir üstünlüğü işâret etmez. Buna rağmen günümüzde uygar ve medenî kelîmeleri köklerinden ve müesseselerinden uzaklaştırılmış bir şekilde bir üstünlüğü mündemişmişçesine kullanılmaktadır.
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Nitekim, 20 nci yüzyılda çıkan ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bütün savaşları "şehirli"ler yâni medenîler yâni uygarlar çıkarmışlardır.
4) Çağdaş kelîmesine gelince: "Çağ" köküne "daş" yapım ekinin ilâvesiyle "muasır" yerine 1935 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde ilk defa kullanıldığını yine Nişanyan yazmaktadır. Bilindiği üzere "muasır" kelîmesi Arapça "asr" (yüzyıl) kökünden gelmektedir ve aynı asırda yaşayanları ifâde etmektedir. Dolayısıyla, çağdaş kelîmesi özünde "aynı çağda yaşayan" mânâsına gelmektedir ve bu kelîmenin de üstünlük ifâde eden bir yönü yoktur. Tıpkı meslekdaş gibi, tıpkı karındaş gibi. Bu kelîme de zaman içinde özünden saptırılmış ve önce "modern" anlamında kullanılmış, daha sonra ise üstenci bir ifade biçimi olmuştur.
 Şimdi "Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...." ezikliğine ve "Çağdaş Türkiye bu" haykırışına gelebiliriz.
Avrupa Birliği'ni meydana getiren devletlerin vatandaşlarının medenî oldukları, şehirlerde yaşadıkları açık olmakla birlikte, burada kasdedilen bu yakarış, Avrupa Birliğini sanatla özdeşleştiren, üstün gören, bizi (Türkiye'yi) bu yapıya almaları için yalvaran bir ruh hâlini ifâde ediyor. Daha da önemlisi batı müziğini "çağdaşlık" yaftasıyla ululayan, dolayısıyla bizim müziğimizi aşağı gören bir anlayış var. Aynı şekilde çoksesli müzik çağdaş, dolayısıyla iyi, güzel ilâahır ululama sıfalarını hak ederken tek sesli müzik çağdışı görülmektedir.
Çağdaşlık kavramı, asıl mânâsından çıkarılıp "modern" paralelinde kullanılmaya başladığından beri iyi hususiyetleri ifâde etmek üzere kullanılmaya başlanılmışsa da, modern olarak vasıflandırılan şeylerin artık eskisi kadar "iyi" olmadığı da söylenmektedir bugün. Modernitenin insan ve aile üzerine etkileri düşünüldüğünde, pek de masum ve arzulanacak bir vasıf olmadığını söylemek zor olmasa gerektir. Bu o kadar öyledir ki, henüz 1936 yılında Charlie Chaplin'in "Modern Times" (Modern Zamanlar) filminde insanın makinalaşması ekseninde bir modernizm tenkidi yapılmıştır.
Diğer taraftan, tek seslilik ve çok seslilik müziğin farklı icra şekillerinden öteye bir şey ifade etmemektedir.  Bir müzik eserinin tek sesli veya çok sesli olması o eserden alınan zevke doğrudan etki eden bir husus da değildir. Nitekim, J. S. Bach'ın Toccata'sının tek sesli icrâsı nasıl düşünülemez ise, Itrî'nin Tuti-i Mûcize-i Guyem'inin çok sesli icrası da düşünülemez. İnsanları tek bir zevke, tek bir renge, tek bir kalıba zorlamak makinalaşmak, insanî hasletlerden, zevklerden vazgeçmek demektir.
Hülasa, çok sesli müzik çağdaşlığın bir işareti, bir şartı, bir sebebi ve sonucu olamaz. Olayları, müessesleri, insanları değerlendirirken basmakalıp önkabûllerle davranmak akılla izah edilebilir bir tutum olmasa gerektir. Kelîmeleri, mefhumları yerli yerinde, bilerek kullanmak "medenî" insanın uyması gereken en temel kural olmalıdır.

---
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/


9 Aralık 2019 Pazartesi

Kış başlarken

Hangi sebeple vazgeçilmez bir aşk duyuyorum ona bilmiyorum; uzun zamandan beri böyle. Ama bitti işte. Sonbahardı, hazandı derken bitti. Yağmurlar gitti ve kar geldi.
Neler geliyor aklıma hazan denildiğinde bir bilseniz...
Çocukluğum geliyor mesela.
Sarının binbir tonunun kahverengiye ve toprak rengine yolculuğu geliyor.
Sıcacık bir soba başında geçirilecek zamanlara hazırlanmak geliyor.
Ayvaların serhoş edici kokuları geliyor.
İncecik yağan yağmurda babamın ceketinin altına beni saklaması geliyor.
Sonra çocukluktan gençliğe geçiş zamanlarımın bana hazanla hüznü sevdirmesi geliyor aklıma. Gurbetle ilk aşkın yakıcı vâdisindeki yağmurlara iptilam geliyor.
Kurtuluş Parkının sonbahar elbiseli hâli geliyor.
Nihâyet hayatımın sonbaharında kendimi kandırışlarım geliyor.
Bunlar bir film şeridi gibi geçerken içimden, uzaklardan acemkürdî bir vazgeçiş şarkısı çalınıyor kulağıma.

Farzet bir rüyaydı, uyandım bitti
Farzet bir hayaldi kayboldu gitti
Farzet gözlerim bir oyun etti
İki gözüm seni görmedi farzet. (*)

Gençlik yıllarımda, o sonbaharına yaklaşırken tanıdığım rahmetli Necdet Tokatlıoğlu geliyor aklıma. Son olarak İstanbul'a giden bir uçakta yaptığımız kısacık sohbet geliyor. Sonra zemherinin mechul ülkesine göçü merhumun.

Anlıyorum ki her vazgeçişin bir şarkısı olmuyor.
Kasım biterken hazanın sona erdiğini bilmek gerek. Bâzen bir ara veriş bitişin ihtarnamesini getirir. Belki de ara verişlerden mülhemdir aralık ay'ının ismi.
Aralık gelince hazan biter ve hazanla birlikte kimi umutlar, kimi bekleyişler... Gerçek ruhunuzu ısıran bir soğuk olur da hakikatlerin içtimasında arzı endam eder.
Kış başlıyordur, anlarsınız.

---

(*) Güftesi Ali Tekintüre'ye, bestesi Necdet Tokatlıoğlu'na ait acemkürdî makamında şarkı.

29 Kasım 2019 Cuma

Kitap: Atatürk'ün Mimarının Anıları - Genç Türkiye İnşa Edilirken

     Avusturya'lı mimar Ernst Arnold Egli'nin hatıralarından Türkiye'ye dâir olanları Türkçe'ye tercüme edildikten sonra oldukça iddialı bir isimle "Atatürk'ün Mimarının Anıları" üst başlığı ile T. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Kitabın alt başlığı ise şöyle: "Genç Türkiye İnşa Edilirken (1927-1940, 1953-1955)" (1)
     Bu Kitaba konu edilen Egli'nin Türkiye'ye dâir hatıralarının ontolojik sebebi, 1920'li yılların sonunda Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'ndan çok keskin bir vazgeçiştir. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın büyük mimarlarından Mimar Vedad Tek'in Ankara'dan -âdeta- "kaçmaya zorlanması"ndan sonra, Mimar Kemaleddin bir yandan Tek'in kalan işlerini toparlarken bir yandan da Gazi Muallim Mektebi'ni (2) inşâ ediyordu. Bu esnada Ankara'ya dâvet edilen Egli, Mustafa Kemal'le arasında şöyle bir konuşma geçtiğini belirtmektedir:
     "Kemal Paşa bakışlarıyla beni süzdü, selamladı ve doğrudan konuya girerek bana şunları söyledi: "Profesör, size inşaatına yeni başlanmış olan öğretmen okulunu ve okulun planlarını gösterdiler. Gördükleriniz, modern bir öğretmen okulunu ifade edebiliyor mu?"
Kısa bir duraklamadan sonra cevap verdim: "Ekselans, Kemalettin'le beraber çalışırsak, bina modern bir okul olur." Bunun üzerine Kemal Paşa, "Size bunu sormadım," dedi. "Size şunu sordum: Şu anda gördüğünüz modern bir öğretmen okulu mu?" Bu durumda fikrimi açıkça söylemem gerekiyordu. Projenin modern bir okul olarak görülemeyeceğine hak verdim.
Kemal Paşa, bakana, Necati'ye dönerek, "Planları bir kenara bırakın. Okulu Prof. Egli'nin inşa etmesini istiyorum," dedi." (s. 5)
     Egli, Gazi muallim mektebi işini devraldıktan sonra yaptıklarını da şöyle belirtiyor: "... projenin ana hatlarına ve cephe görünüşüne dokunmadım. Esas itibariyle  koridorların ve sınıfların aşırı ölçüdeki boyutlarını küçülttüm ve inşaat maliyetinde önemli bir tasarruf sağladım." (s.8)
     Kitapta, Egli'nin yaptığı seyahatleri, gözlemleri oldukça yer tutuyor. Ancak tesbitleri kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Mesela, Ankara Erkek Lisesi için talebe yurdu yaparken saçaklar, sütunlu açık holler uyguladığını, birçok Türk arkadaşının yapıyı Türk usûlü bularak beğendiğini, ama kendisinin memnun olmadığını, bu şekilde Türkiye'ye ve ülke insanına yakışan modern ve anıtsal bir mimari tarzına ulaşacağından emin olamadığını (s.13) belirtirken, biraz sonra "Türk evlerinin yapısını çok beğeniyordum. Bu evlerin genel tasarımı ve yapı tarzı çok özel, mekân birleştirmeleri çok şaşırtıcıydı ve her bölümü anlam taşıyordu" (s.80) demektedir.
     Bir anı kitabının, yaşanan ve görülenleri  ve bunlara dair izlenimleri aktarması gerekli iken Egli yaşamadığı, görmediği olaylara dâir fikirlerini de yazmıştır. Gerçekten Egli, "Türkler geçmişte Ermenilerle yaşanan kanlı çatışmalardan sonra Anadolu'da Ermenilerden geriye kalanları imha etmeye girişmişlerdir." (s.272) diyerek temelsiz bir bühtanda bulunmaktan çekinmediği gibi, Türkiye Cumhuriyetinin Millî Eğitim Bakanlığını, -Almanya'dan kaçan bilim insanlarından bahisle- "... bu insanlardan çoğunun içinde bulunduğu güç durumdan faydalanmaktan çekinmedi" (s.59) diye suçlamaktan da çekinmez. Millî Eğitim Bakanlığı'nı yabancı uzmanların güç durumlarından faydalanmakla suçlayan Egli için Türkiye'de çalışmak o kadar kârlıdır ki 10 metre uzunluğunda, 45 metrekare yelkeni, kaptan kabini ve üç yataklı kamaralı bir tekne alabilmiştir. (s.62) Egli bu "tekne"sini Dolmabahçe Sarayı'nın "özel limanında" güvenle muhafaza ettiğini belirtmektedir.
      Egli anılarında, -Atatürk'ün Ankara'da bir semti kasden yaktırdığını iddia etmek (s.141) gibi- haksız ithamlarda bulunmak yanında  pek çok yanlış bilgiye de yer vermiştir. Öyle ki, Kitapta 18 adet dipnot Egli'nin yanlışlarını düzeltmeye ayrılmıştır.(4)  Bir mimar olarak yaptığı hataların en fâhişi Tac Mahal hakkındadır. Babür Şah'ın karısı Mümtaz Mahal için inşa ettirdiği ve Hindistan'ın Agra şehrinde yer alan Tac Mahal için Egli'nin verdiği bilgiler tümüyle yanlıştır: Binanın, Lahor'da yer aldığı ve Bibi Hatun için yapıldığını yazan Egli (s. 274) Erzurum'daki Yakutiye Medresesi için  de "Moğol Camii" der. (s.277)
    Egli olaylar ve tarihler bakımından da isabetsiz  bilgilere yer verir anılarında. Nitekim, Köy Ensitülerini  Adnan Menderes'in kapattığını söyledikten sonra, "Ama şundan hiç kuşkum yok ki eski mektep medrese konsepti yeniliğe, modernleşmeye yine karşı çıkmıştı." (s.245) demektedir. Çeviren, bu kadar önyargıya ve yanlışa dayanamamış olacak ki, şu dipnotu yazmak zorunda hissetmiş kendisini: "Köy Enstitüleri 1946 seçimlerinden sonra Günaltay başkanlığında kurulan CHP hükümeti döneminde, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından programları değiştirilip sıradan eğitim kurumları haline getirilerek fiilen ortadan kaldırılmış; DP döneminde bir süre daha bu şekilde eğitim verdikten sonra 1954'te resmen kapatılmışlardır (ç.n)." (s.245, 60 numaralı dipnot)
     Kitapta, kendi yaptığı binalar için abartılı övgüler düzer Egli. Ankara'da Sıhhiye'deki İsmet Paşa Kız Enstitüsü için "Bu bina uzun süre Ankara'nın en güzel binası olarak kabul edildi, bütün dünyada hakkında yayınlar yapıldı ve beğenildi." (s.36) Ankara Kız Lisesi için "hem okul olarak hem mimari yapı olarak bu bina da çok beğenildi" (s.38) Fuat Bulca evi için "yaptığım planı herkes beğendi" (s.40) demektedir.
     Türkiye'ye ikinci defa bir BM "teknokratı" olarak gelen Egli, Kitapta yerli -  yersiz pek çok defa politik beyanlarda bulunur, pek çok yerde bir "sömürge vâlisi" edasıyla, üstenci bir eda ile -adeta- bizleri azarlar, yer yer de biz "cahil Türklere" dersler verir:
"Erzurum'da bir üniversite kurulmasının, halen mevcut şartlara göre henüz erken olduğu fikrinden kendimi alamıyordum. Beni rahatsız eden ikinci konu ise, inşaatı sürmekte olan şeker fabrikasıyla ilgiliydi." (s.279)
"Politikacılar, dinciler vasıtasıyla ve vergi muafiyetiyle kazanmaya çalıştıkları seçmen kitlesini kullanıyorlardı. Halk herşeyi bilir, hiç hata yapmaz ve her şeye o karar verebilirmiş gibi davranarak, halk dalkavukluğu yapıyorlardı." (s.297)
"Demokrasi kitlelerin oy pusulasıyla ortaya çıkan, tartışılmaz, hatasız, tanrısal bir aydınlanmaydı sanki." (s.297)
     Demokrat Parti iktidarı süresince Türkiye'de 1953 ile 1955 arasında sâdece 2 yıl kalmış olan Egli genelleme yapmaktan, bilmediği konularda fikir beyan etmekten hatta suçlamaktan da geri kalmaz. Nitekim,  "Menderes'in darağacına gitmesinde kötü yönetiminin de payı olmuştu."  (s.279) ve "... ülkede daha sonra ihtilal oldu, büyük ölçüde bir temizlik hareketine girişildi ve birinci derecede suçlu olarak ilan edilen Başbakan Menderes idam edildi." (s.297) diyebilmiş olması bu hususu isbat etmektedir.(3)  
     Bir döneme ışık tutması ve Ernst Egli'nin anlaşılması için faydalı bir kitap olsa da, bu Kitabın "Atatürk'ün Mimarının Anıları" başlığını ne derece hakettiğini sizlere bırakıyorum.
       Benim fikrime gelince, Kitabın sonuna el yazımla şunları yazmışım:
"Mimarlık felsefesi kendisiyle çelişkili, kendisine itibar edilip el üstünde tutulduğunda yöneticileri ululayan, bu olmayınca kulaktan dolma bilgilerle hatta hisleriyle ve hatta garez ile kara çalabilen bir oportünist Egli.
"...
"Şehircilik tarihi yazan adam pek çok hatalı bilgi veriyor. Egli'nin derekesini öğretti bu kitap. 8 Aralık 2014. Saat 23:24 Ankara"
---
(1) EGLİ, A. Ernst, (çev. Güven Göktan Uçer) Genç Türkiye İnşa Edilirken, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, İstanbul.
(2) Şu an Gazi Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılan yapı.
(3) Nitekim, 1927 ilâ 1940 arasındaki 13 yıllık hâtıraları 129 sayfa tutarken, (s.3 - s.131) 1953 ilâ 1955 arasındaki 2 yıla ait hatıraları 164 sayfa tutmaktadır. (s.135 - s.299) Bu fark, 1953-1955 yılına ait hatıralarda yerli yersiz pek çok değerlendirmede bulunmasından kaynaklanmaktadır.
(4) Bu dipnotlar şunlardır: 1, 5, 6, 17, 18, 23, 39, 45, 53, 58, 60, 62, 65, 66, 67, 68, 71 ve 72. dipnotlar.



1 Kasım 2019 Cuma

İkigai


Hector Garcia ve Francesc Mirales tarafından kaleme alınan "IKIGAI Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı" isimli bir kitap var.
Kitapta ikigai'nin -basitçe- "hep meşgul kalarak mutlu olma" olarak çevrilebileceği belirtildikten sonra,  -yukarıda görüntüsü bulunan Japonca yazı karakterlerinden bahisle- "yaşam", "adamdan sayılmak", "ilk olmak", "zarif" karşılıkları da veriliyor.
Kitabı okudukça anlıyorsunuz ki ikigai kişiden kişiye değişiyor ve onu hayata bağlayan amacı, şeyi ifâde ediyor.
Yazarlar, Japonya'nın Okinawa adasında yer alan ve uzun yaşayan insanların bulunduğu bir köye de giderek, bu insanların yaşama biçimlerini  ve beslenme alışkanlıklarını da incelemişler.
Sıklıkla uzak doğu dinleri ve felsefelerine ait kimi mefhum ve uygulamaları da ele alan kitapta sağlıklı ve mutlu yaşamak için komprime bâzı ipuçları da veriliyor: 
Şunlar öneriliyor:

Hayata bağlanın.
Emekli olmayın.
Midenizin sadece yüzde 80'ini doldurun.
Biribirine bağlı arkadaş gruplarınız olsun.
Araba kullanmak yerine yürüyüş yapın.
Zihinsel egzersiz yapın.
Stresi azaltın.
Fizikî egzersiz yapın; günde en az 20 dakika yürüyün.
Abur-cuburu kesin
Doğru miktarda (7 ilâ 9 saat) uyuyun. Az uyku dinlenememenize sebep olur, çoğu sizi uyuşuk yapar.
Çocuklarla veyâ evcil hayvanlarla oynayın.
30 yaş sonrası daha fazla kalsiyum alın.
Alkol ve tütünden uzak durun.
Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın, sofradan tam doymadan kalkın, boş duranı Allah da sevmez gibi prensipler olarak bizim kültürümüzde de mevcut olan bu kurallar, insanı ontolojisine âşina hâle getiriyor.

Diğer taraftan, Kitapta yer alan "rajio taisou", "yoga", "tai chi", "çigong", "shiatsu" gibi belli hareket ve postür esaslı çalışmaların sağlığa iyi gelmesinden de bahsediliyor. Bunları okuyunca aklıma hemen Micaela Mihriban Özelsel'in "Halvette 40 Gün - Psikolog Dervişenin Halvet Günlüğü ve Bilimsel Çözümlemesi" adlı kitabı geldi.
Bir kilinik psikolog olan Micaela Mihriban Özelsel, bizzat yaşadığı olaylardan yola çıkarak dua, inanış, kundalini, zikir gibi mefhum ve müessesleri inceliyor ve inanış ile hayat arasında, hareket ile genelde fizyoloji özelde endokrinoloji arasındaki bağları ilmî olarak ortaya koyuyordu. 
Özelsel, kitabında "kendi kendini gerçekleştiren kehanet" mefhumunu da ele alarak, inanmanın sonuçlarını ilmî bir şekilde tartışıyordu. Bilimsel psikolojik bir yaklaşımla ortaya konulan hususlar en yalın hâli ile bir insanın neye inandığının o insanın hayatı bakımından fevkalade öneme sâhip olduğunu ve onu şekillendirdiğini ortaya koyuyordu.
 Dolayısı ile uzak doğu kaynaklı hareketlerin  sağlıkla ve inanışların hayatla ve mutlulukla ilgisi inkâr edilemez. Eğer kişi kendisini hayata bağlayan, mutlu eden meşguliyetini ikigaisi yapmışsa, buna inanmışsa bu inanmanın o kişiyi sâdece mutlu etmekle kalmayacağı, biyolojik seviyede olumlu sonuçlar da doğuracağı bir sır değildir.
Eğer hayata dokunmak, yaşamaktan zevk almak istiyorsanız yapılması gereken ikigainizi belirlemek  ya da daha doğru bir ifâde ile bulmak olmalıdır. Bunun önşartı da kendinizi tanımaktan geçiyor. Nasıl yaşadığınızda daha mutlu oluyorsunuz, neyi veyâ neleri yaptığınızda zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bunu bulmalı ve onu ikigainiz yapmalısınız.
Mutlu yaşamak istiyorsanız tabii.. Anlığın ötesinde bütüncül bir mutluluk.

30 Ekim 2019 Çarşamba

Yine hazan

Yine sonbahar geldi. Hangi sebeple bu mevsime son bahar denilmiştir bilemiyorum. Zira bahar  uyanışa açılan bir kapı iken sonbahar, uykuya varış ikliminin menzil hanı gibidir. Bu sebeple "hazan" kelîmesini pek bir sever, bu mevsimin ruhuna pek bir uygun bulurum.
Hazan, hüznü de çağrıştırır... Sararan ve ağacını terk ederek toprakla bir olmak üzere yavaşça kendini boşluğa bırakan yapraklar, inceden yağan yağmurlar, kurumuş otların ve sararan yaprakların yağmurla ıslanarak yok oluş yolculuğuna çıkarken bıraktığı o buruk koku, bütün bir tabiatın sarı, turuncu ve kızıl duraklarından geçerek çıktığı yolculuğun ruhta bıraktığı vedâ hissi... Nasıl da alıp ruhunuzu hüzün diyarlarına götürür... Hazanla hüzün arasındaki ses benzerliği nasıl da tenasüplüdür.
Bahis hazandan açılınca bir hâtıram geliyor aklıma. Yıllar önce Farsça kursunda iken dersimiz mevsimler idi. Muallime hanım bir yandan bize Farsça öğretirken bir yandan da kendisi bizlerden Türkçe öğreniyordu. Herkese en sevdiği mevsimi soruyordu; sıra bana geldiğinde hiç tereddütsüz "hazan" demiştim. Muallime hanım sebebini sorduğunda Türkçe olarak "Hazan aşkın ve şiirin mevsimidir" deyince muallime "hadi bunu Farsça söyle" dediğinde "Aman efendim, ben bunu Farsça söyleyebilsem bu kursta ne işim var?" demiş; sonra da cümleyi Farsça söylemeyi başarmıştım: Hazan, fasl-ı şiir ü aşk est.
Evet, hazan hüznü, hüzün şiiri çağırıyor; hazan ve hüzün bir araya gelince de aşk ülkesinin sâhillerine yolculuk başlıyor. Sessizce yapılan, hüzünlü bir yolculuk bu. Aşkı arındıran ve ululayan bir yolculuk. Gösterişten uzak, kâle değil hâle müstenit bir aşka vâsıl olan. 
Hatıralar ve eskiler demişken, 1997 yılının Ocak ve mart ayları arasında yazdığım "Bulabildiğim kelîmelerin kifâyetsizliği mahvıma sebep. Gelmeyen akşamlar, bitmeyen geceler" serlevhalı bir şiirimde şöyle yazmışım:

Belki hiç bilemeyeceğiz sonrayı
geç zamanların hükmü herşeyi örtecek
belki bir daha hiç konuşmayacağız.. herşey nemli bir sonbahar günü çürümüş yaprak kokularının derinlerime işlediği bir sonbahar günü, hafif soğuktan ürpererek ıssız bir parkda dolaşdığım bir sonbahar günü kalbimden yüzüme akan bir acı tebessümün özü olarak, bir ömrün ebrûsu olarak kalacak..



Ömrümün kaçıncı hazanı bu, söylemeye dilim varmıyor. Amma her hazan bir öncekinden daha hüzünlü ve daha kıymetli benim için... 
Hoşgeldin hazan.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Cumhuriyet -ve demokrasi-

Yarın 29 Ekim. Türkiye Cumhuriyetinin Cumhuriyet Bayramı. Herkese kutlu olsun. Cumhuriyet bir idâre şekli olup, en basit şekliyle devlet yöneticisinin verâset yoluyla -yâni babadan oğula ya da amcadan yeğene gibi- geçmesi esâsına dayanır.  
Devlete ve idâreye sâhip yöneticinin -ki monarktır- "yönetme ve başta kalma" hakkının kaynağı konusunda çeşitli kabûller olsa da, esas itibarıyla bu sâhiplik ilahî bir temele oturtulur ve monarkın, hâkimiyetin aslî sâhibi olan Tanrı adına bu yetkiye sâhip olduğu ve kullandığı da teorik olarak dile getirilir. Bu sebeple de monarkın "by the Grace of God of ..." (tanrının inayetiyle) monark olduğu, "zıllullah" (Allah'ın gölgesi) olduğu belirtilir.
Bu anlayış -ya da kabûl- ister istemez asalet mefhumunu, asilleri, "mavi kan" saçmalığını yâni bâzı insanların doğuştan diğerlerinden üstün olduğu basitliğini doğurmaktadır. Bundan dolayı monarşik sistemi hiç bir zaman âdil, haklı ve doğru bulmadım ve Devlet yöneticisinin seçilerek işbaşına gelmesine yâni cumhuriyete taraftarım. Ancak, Türkiye'de -diğer birçok konuda olduğu gibi- müesseseler tanınmadan, mefhumların neyi ifâde etttiği bilinmeden fikir sâhibi olmak pek bir revaçta olduğu için cumhuriyetle demokrasi karıştırılmaktadır; öyle ki "cumhuriyet herşeydir" gibi bir motto da pek bir revaçtadır. Peki gerçek öyle midir? İran, Çin, Rusya Federasyonu, Almanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri birer cumhuriyet iken İngiltere, İspanya, Danimarka, İsveç birer krallıktır. Varın siz düşünün hangi ülkede demokrasi var, hangisinde yok ve anlayın cumhuriyetin demokrasi ile doğrudan bir bağı olmadığını, cumhuriyet rejiminin olduğu yerlerde demokrasinin olmayabileceğini... Yâni demokrasi ile cumhuriyet her zaman bir arada olmuyor. Türkiye'de var olan bir başka yanlış da "cumhuriyet eşittir demokrasi değildir" gerçeğine karşı takınılan tavırdır. Bu sözü söylediğiniz anda size yapıştırılacak en büyük yafta "sen padişahlık geri gelsin mi istiyorsun" saçmalığıdır. Maalesef durum bu derekededir.
İşte bu düşünceler arasında zaman zaman düşünürüm, saltanat kaldırılmamış olsaydı ne(ler) olur, nasıl yaşardık, diye.
"Muhafazakârlar" mutlu olurlar mıydı ya da "ilericiler" mutsuz?
Eğer  mutluluk ya da mutsuzluk tümdengelimle belirleniyorsa bu soruya "evet" cevâbı verilebilir. Amma tümevarımla verilecek bir cevap konusunu iyi düşünmek gerek. 
Türkiye'de muhafazakârlar (*) umumiyetle Osmanlı İmparatorluğunun başındaki pâdişahlar konusunda peşînen "iyi düşünmeye" meyillidirler. Pâdişahların, herşeyi İslâm hukukuna göre yaptıkları, kendilerinden kötü şeylerin sâdır ol(a)mayacağı, hatta velî mertebesinde oldukları düşünülür. İşret yoktur, zevk u safa söz konusu değildir.
Bu düşüncelerin en kesif olarak temerküz ettiği pâdişahlardan birisi 1876 ilâ 1909 yılları arasında tahtta kalan Sultan II. Abdülhamid'dir.  
II. Abdülhamid döneminde 1881'de Müze-i Hümayun müdürü, 1882'den II. Abdülhamid'in tahttan indirildiği 1909 yılına kadar Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürü olan birisi vardır: Osman Hamdi Bey. Rum asıllı bir sadrazamın oğlu olan Osman Hamdi, II. Abdülhamid'in hüküm sürdüğü ve Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürü olduğu 1901 yılında bir tablo yapar. "Mihrap" ismiyle bilinen bu tabloda, bir câmi mihrabı önünde bir rahleye oturmuş bir kadın resmedilir. Kadının ayakları altında arap harfli kitaplar yer alır. Bu kitapların Kur'an-ı Kerîm olduğu söylenir. İster Kur'an-ı Kerîm olsun ister bir başka kitap, kitapların ayaklar altında çiğnendiği böylesi bir tabloyu yapan ressamın II. Abdülhamid döneminde Müze-i Hümayun müdürlüğü ve Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürlüğü yaptığını düşündüğünüzde, II. Abdülhamid'in dinî hassasiyetleri ve eklektisizmi -ister istemez- zihninizi meşgul ediyor.
Mihrap

Yine II. Abdülhamid döneminde şehzâde olan ve sonra halife olan Abdülmecid Efendi'nin "Avludaki Kadınlar" tablosuna ne demeli?
Avludaki Kadınlar

Bu satırları yazmaktan muradım ne Osman Hamdi, ne Abdülmecid Efendi ve ne de II. Abdülhamid'i karalamak değildir. Osman Hamdi'nin yaptığı arkeolojik kazıların, Ülkemize kazandırdığı müze ve târihî eserlerin farkındayım. II. Abdülhamid'in ise Osmanlı İmparatorluğu'nun en zor zamanlarında Devleti mümkün olduğunca basiretli yönettiğinin ve "Ulu hâkan" sıfatını hakettiğinin de. Buradaki maksat, peşinen padişahları iyi ya da kötü olarak kabûlün doğru olmadığını beyan sadedindedir.
Hâsılı kelâm, monarşiye, cumhuriyete, demokrasiye ve diğer müessese ve mefhumlara daha geniş bir açıdan ve mümkün olduğunca objektif bakmak doğru değerlendirme yapmak için olmazsa olmaz bir ön şart olmalıdır.

Herneyse.. Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun.
---
(*) Burada muhafazakâr mefhumu, "kadîm değerlere bağlılık" esasından ayırarak, geleneksel ve miyara vurulmamış bir değerler bütününe bağlılık mânâsında kullanılmaktadır.

26 Ekim 2019 Cumartesi

Bizans mı Roma İmparatorluğu mu

Söz İstanbul'un fethinden açıldığında "Bizans" gündeme gelir. Târihçilerimizden bâzıları "köhne" Bizans devletinden, bâzıları  Bizans  "İmparatorluğu"ndan- bahsederler. Üniversitelerin sanat târihi bölümlerinde "Bizans sanatı" dersleri vardır. Peki Bizans Devleti -veya imparatorluğu- ifâdesi nereden gelmektedir, bu kullanım şekli doğru mudur diye hiç sordunuz mu kendinize?
İtalya yarımadasında M.Ö. 27 yılında kurulan Roma Devleti, zamanla büyüyerek Roma İmparatorluğu'na vücut vermiştir. Yapılan savaşlarda kazanılan topraklarla gittikçe büyüyen Roma İmparatorluğu'nda idare merkezi birkaç defa değişmiştir.
MS. 235'ten itibaren içine düştüğü fetret devrinden sonra Diocletianus Roma İmparatorluğunu toparlıyor ve biri doğuda, diğer batıda ikili yönetim sistemi getiriyor. Daha sonra, doğu ve batının "augustus" iki imparatoruna iki de "sezar" eklenerek tetrarşi denilen bir sistem getiriliyor. Kuruluşundan itibaren İmparatorluğun başşehri Roma iken imparator Diocletianus Nicomedia'da (Bugünkü İzmit) yaşayıp burasını Roma İmparatorluğu'nun idare merkezi olan kullanmaktaydı.(1)
Doğu kısmının augustusu I. Konstantin, 330 yılında eskiden küçük bir balıkçı barınağı olan bir yerleşim yerini Byzantion'u imparatorluğun yeni başkenti yapar ve şehre "Yeni Roma" anlamına gelen Nova Roma adını verir. Bu şehir kurucusunun ismine nisbetle Konstantinopolis (Konstantin’in şehri) olarak anılmaya başlar. Nihayet 395 yılında I. Theodosius'un ölümünden sonra imparatorluk fiilen doğu ve batı olarak ikiye bölünür. 476 yılında Batı kısmı sona erince doğu - batı farkı kalmamış ve Roma İmparatorluğu 1453 senesine kadar "Roma devletinin geleneklerine dayanarak" (2) doğuda hüküm sürmüştür.

Yukarıdaki haritada, şehrin ilk yerleşim yerini çevreleyen surların, tarihi yarımadanın en doğu ucunda yer aldığı belirtiliyor. İkinci sur, birinci surun batısında ve MS 330 yılında inşa edilen Konstantin surlarıdır.  Nihayet en batıda II. Theodosius zamanında 5. yüzyılda yapılan surlar görülmektedir.

Eski balıkçı barınağı şehrin kurucusu kabul edilen Byzas’a nispetle Byzantion ismi Roma İmparatorluğu döneminde, devleti ifade etmek üzere kullanılmamış; bu isim Hieronymus Wolf isimli bir 16. Yüzyıl Alman tarihçisinin  "Corpus Historiae Byzantinæ” isimli kitabından sonra kullanılmaya başlanılmıştır.  Yâni merkezi Konstantinopois olan Roma İmparatorluğu'na "Bizans İmparatorluğu" demek, Roma İmparatorluğu sona erdikten yüz küsur yıl sonra "icat olunmuştur". Nitekim ünlü sanat târihçisi Prof. Dr. Semavi EYİCE, Bizans adının uydurma olduğunu söylemektedir.(3) Bizans Devleti Tarihi kitabının yazarı Georg Ostrogorsky, "Bizans, bilindiği gibi, bizim Bizanslı dediğimiz kişilerin bilmedikleri, daha sonraki devrin bir terimidir. Bunlar kendilerini her zaman Romalı olarak adlandırmış, imparatorlarını Roma hükümdarları, eski Roma Caesar'larının halef ve mirasçısı saymışlardır." demektedir. (4)

Tarihi konularda hassas olmadığımız için, bizde de Roma İmparatorluğunun “Bizans İmparatorluğu” şeklinde yanlış isimlendirildiğine şâhit oluyoruz. Öyle ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın  “Türkiye Kültür Portalı” internet sitesinde "Doğu Roma’nın merkezi Bizans şehri olduğu için bu imparatorluğa Bizans İmparatorluğu denilmiştir." bilgisi yer almaktadır.(5)
Şu hâlde Bizans İmparatorluğu -veya Devleti- ibâresi yanlış olup, doğrusu Roma İmparatorluğu'dur.
Kafa karışıklığına sebep olan bir diğer kelîme de RUM'dur. Türkçe’de kullanılagelen “Rum” الروم kelimesi de "Romalı, Roma’ya mensup” anlamındaki Romaio isminin Arapça’ya geçmiş şeklidir.(6)
( Arapça’da “o” sesinin olmayışı, bunun yerine “u” sesinin kullanılması Roma’dan rum’a geçişi açıklamaktadır. Nitekim, İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed’in aldığı “Kayzer-i Rûm” unvanı da Roma kayseri, Roma sezarı yâni Roma imparatoru manâsına gelmektedir. )

Roma İmparatorluğunun doğuda devam eden bölümü, başlangıçta oldukça büyük topraklara sâhip iken zamanla toprak kaybederek iyice küçüldü ve nihâyet 15. Yüzyılda Konstantinopolis ile sınırlı hâle geldi. Bu durum aşağıdaki haritada gösterilmektedir.

(Harita, https://cdn.britannica.com/46/64946-050-3D7FE219/Byzantine-Empire.jpg adresinden alınmıştır)
Bu haritada, I. Justinianus dönemi (MS. 527 - 565) kırmızı çizgiyle,  yaklaşık 1020 yılındaki durumu pembe ile ve nihâyet 1360 yılındaki durumu kırmızı ile gösterilmiştir. 15. yüzyılın ortalarına gelindiğinde artık bir şehir-devlet hâline gelen Roma imparatorluğu, tekrar II. Theodosius surlarının içine hapsolmuştur.
***
Roma'ya dâir kısa değinmeler
Bu yazıda, -ve diğer yazılarımda- ele alınan konu, şahıs ve mefhumlar için değer yargılarımı belirmemiş isem, başlıktan veya yazının muhteviyatından bu kâbil çıkarımlar yapılmasını yanıltıcı bulurum. Eğer gerekli ise değer yargılarımı, beğenilerimi yazılarda belirtiyorum. Roma da bu çerçevede ele alınmalıdır. Meselâ Fatih Sultan Mehmed'in "Kayzer-i Rûm" ünvânını almasından hareketle umumî olarak Roma İmparatorluğu ve husûsi olarak Roma Şehrini, Konstantinopolis şehrini ululadığım mânâsı çıkarılmamalıdır.
Roma İmparatorluğu pek çok bakımdan dünyayı etkilemiştir. Batı dünyasında câri hukuk sisteminin dayandığı Roma Hukuku (7) bunlardan birisidir. Roma Hukuku'nun en önemli çalışması, Roma İmparatoru Iustinianus'un 528-534 yılları arasında yaptırdığı “Corpus Iuris Civilis" isimli  derlemedir. Derleme, İstanbul'da yapılmış idi.
Roma'nın sanata katkıları da bellidir.
Bunların yanında, Roma İmparatorluğu'nun menfî yönleri de anılmaya değerdir. Batı Roma'nın başkenti ve Devlete isim veren Roma şehri için Alev ALATLI "Kutsal Roma İmparatorluğu'nun başkentinin lakabı 'asalak şehir'dir. Her türlü ihtiyacı imparatorluğun paralı askerleri tarafından gasp yoluyla temin edilen bir tufeyli kenttir. Dünyanın en büyük şehriydi, bir milyon nüfusu vardı. Yoksulların cesetleri gömülmez, çöplüğe atılırdı. Dağ gibi yığılmış çöp yığınlarının, karpuz kabuklarının, yemek artıklarının arasından fırlayan insan kolları, bacakları tasvir edilir. Şahane Roma'ya, 'sömürü kültürünün yapılaşması' denilmesi bundandır." demektedir. (8)
Georg OSTROGORSKY ise, "Bizans Devleti emsali bulunmayan, çok geniş ve yetiştirilmiş bir memurlar cihazına, üstün bir savaş tekniğine, geliştirilmiş bir hukuka ve çok ileri bir iktidasî ve malî sisteme sahiptir." dedikten sonra "Bu görüntünün arka yüzü ise, bu devletin her şeyi ve herkesi bu malî gereksinmelerine köle yapan hazinecilik zihniyetidir. Onun mükemmel yetiştirilmiş idare cihazı aynı zamanda en vicdan tanımaz sömürünün bir âleti idi.  Bürokratik devletin belkemiğini teşkil eden usta Bizans memurlar müessesesi en kötü ahlâksızlık nümunesidir. Bizans memurlarının atasözü halini almış irtikâp ve ihtirası halk için en korkunç musibet idi. Devletin serveti ve yüksek kültürü, halk kitlelerinin yoksulluğu, hukuk yoksunluğu ve hürriyetsizliği bahasına sağlanmıştır." demektedir. (9)



Dipnotlar:
(1) ALATLI Alev, "America the Beautiful" Fesüphanallah! Nasihatname I, Türkuvaz Kitap, İstanbul 2019. Roma İmparatorluğunun bu "bölünme" hikâyesini çok özet ve komprime hâlde ALATLI'nın bu Kitabının 156. ilâ 170. sayfalarında bulabilirsiniz.
(2) OSRTROGORSKY Georg, Bizans Devleti Tarihi, TTK Yayınları, 7b. Ankara 2011, s.30.
(3) (Semavi Eyice ile röpörtaj - http://www.milliyet.com.tr/cadde/bizans-adi-uydurmadir-1360909)
(4)  OSRTROGORSKY Georg,  a.g.e., s.25
(5) ( https://www.kulturportali.gov.tr/portal/dogu-roma--bizans--imparatorlugu-- )
(6) ( https://islamansiklopedisi.org.tr/rum)
(7) Roma Hukuku konulu bir makaleyi http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/8_6.pdf adresinde okuyabilirsiniz.
(8) ALATLI Alev, a.g.e., s.57.
(9) OSRTROGORSKY Georg, a.g.e. s.30.



23 Ekim 2019 Çarşamba

Temenniler - Bir


Kapınız çalınsa, açsanız. Ben olsam kapıda üşümüş... yorgun...
Bir şiir gibi "üşümüşsün, gel içeri" deseniz; varlığınızla ısıtsanız rûhumu.
Bu sıcak hoşgeldin iklimine girince "zaman dursun" desem. Köyümün, ışığı yeşil derelerinin ışıltısı doğsa içimde.
Bir yer yatağı yapsanız bana, patiska yastık yüzleri olan ve  "hadi yat, dinlen" deseniz.
Sonra elinizi usulca yüzüme dokundurup "uyu...." deseniz, uyusam.
Bâdem çiçekleri içinde çalkanırken rûhum, bedenim temiz çamaşır kokan yatağında, fırtınadan kaçıp kurtulmuş bir gemi gibi dinlense. "iyi ki var olduğunu" hücrelerim terennüm etse.
Bir daha hiç uyanmasam...

15 Ekim 2019 Salı

Hayat insana neler gösterebilir ?



Leviathan'ı bilmeyen anayasa hukuku hocası,
Altınoranı ve kilit taşını bilmeyen mimar,
I. Millî Mimarlık akımını bilmeyen mimarlık doktora öğrencisi,
Üslûbu olmayan mimarlık,
Komplo ile komple kelîmelerinin farkını bilmeyen üst bürokrat,
Avrupa Komisyonu'na görev tevdi eden yönetmelik hazırlayan hukukçu,
Proteus vulgaris'i plâkta ayırt edemeyen mikrobiyoloji asistanı,
Görev yaptığı câmideki levhanın hatalı yazısını farketmeyen din görevlisi,
20 liraya aldığını 125 liraya satan esnaf,
Cumhuriyeti demokrasi ve kendisini "aydın" sanan okumuş,
Kraliçesinin iç çamaşırını eldivenle tutan uzmana nâzire, bir pâdişahın el yazısıyla yazdığı dilekçesini eliyle tutan müze müdürü,
Ebcede dinî bir veche vermeye çalışan din adamı,
Yabancı lîsan puanı düşük diye hocayı doçent yapmayan sistem,
Yobazlığın, bilmeden ve fikir sâhibi olmadan kötülemek olduğunu bilmeyen yobaz,
Türkçenin ağız ve lehçelerini "yabancı" lîsan zanneden "çağdaş" insan,
Kuru ağaç dalından ve böcek kabuğundan yardım bekleyen nakil müslümanı,
Pâdişahları peşinen "kutsal" gören muhafazakâr,
Pâdişahları peşinen "menhus" gören "ilerici",
Devletinin sultanı, terör saldırısında ölmedi diye üzüntüden kahrolan şâir,
Kadına şiddeti erkeklik olarak gören erkek,
Kadının metalaştırılmasına ses etmeyen feminist,
Dışkısının tadına baktığını söyleyen üniversite hocası,
Hukuk kitabı yazan hekim,
İstanbul'un fethini anlatan târihî belgeselde danışmanlık yapan jeolog,
Bilmezliği meydana çıkmasın diye soru sordurmayan "târihçi",
...
------------
Meraklısına notlar:
- Yukarıdaki her bir tesbitin müşahhas birer misali vardır. 
- Bu liste zaman içindeki tesbitlerimle uzayacaktır.

4 Temmuz 2019 Perşembe

Nostalji

Nostalji kelîmesi için Büyük Türkçe Sözlük'de "Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik, gündedün" karşılığı veriliyor.
Kaynaklarda kelîmenin kökünün eski Yunanca'daki nóstos (vatana dönme, sıla) ve  álgos ( acı ) kelîmelerinden geldiği belirtiliyor; dolayısıyla sıla hasreti, sıla hasretinden acı duyma hâlini anlatan bu iki kelîme Fransızca'da "nostalgie" olmuş ve Türkçe'ye bu okunuştan geçmiştir.
Hemen hemen herkes geçmişe -az ya da çok- bir hasret duyar. Bu hasret, eski olanın iyi ve güzel oluşundan mı kaynaklanmaktadır acaba? 
Yaşadığımız zamana göre geçmişte kalan olayları ve nesneleri vasıflandırırken, geçmiş mânâsında eski sıfatını kullanıyoruz. Dünya nüfusunun gittikçe arttığı, gittikçe daha çok, daha büyük, daha yüksek binalar yapıldığı, daha çok motorlu araç kullanılmaya başlandığı inkâr edilemez bir vakıadır; dolayısıyla nesnelerde bir karmaşıklaşma, çoğalma olması "gelişme"nin bir neticesidir. "Gelişme"nin neticesi olarak da gittikçe tabii alanlar ve ormanlar azalıyor, hayatımız daha gürültülü bir hâle geliyor, görmeye alıştığımız şeyler birer birer yok oluyor. Ve zaman geçtikçe de tanıdıklarımız ölüyor... Bütün bunların bir netîcesi olarak insanların eskiye hasret duymaları da tabii değil midir?
Peki ama sâdece bunlar mı geçmişe duyulan hasretin sebebi? Yoksa daha başka ve derinlerde saklı bir başka sebebi de var mı bu hasretin, bu arayışın? Gâliba var: Umursuz ve dertsiz ve acısız çocukluk günlerimiz... Neredeyse bütün bir dünyanın oyun ekseninde döndüğü, hiçbir maddî kaygımızın olmadığı -veya pek az olduğu- koşup zıplayabildiğimiz, çayırların üzerinde yuvarlanabildiğimiz, toza ve toprağa bulanmaktan korkmadığımız zamanlarımız yâni... Böyle "hedon" damgalı zamanlara ait renklerin, tadların ve kokuların daha sonraki hayatımızda oldukça belirleyici rollere sâhip olması da tabii değil midir? Bunu, kendi tecrübelerimden biliyorum.
Eskiden sıkça görüştüğümüz bir arkadaşım, sebepleri bulmak için geçmişini deştiğini, böylece kendi kendisine psikanaliz uyguladığını söylemişti. Bu noktadan hareketle kendi zevklerimin sebeplerini düşünmeye başladım; meselâ en sevdiğim meyvenin niye şeftali olduğunu.. Bunu anlayabilmek, çözebilmek için geçmişime, çocukluğumun sonlarına doğru bir yolculuk yaptım ve şunun sırrına erdim: Köyümüzde yaz sonunda üzüm hasadı yapılırdı. Yaşça ve boyca küçük olan benim için üzüm bağlarının bir başı ve sonu yoktu; her tarafta üzüm çubukları, çubuklarda üzüm, yine üzüm, yine üzüm ve tepemizde yakıcı güneş vardı. Bana uçsuz bucaksız gelen o üzüm bağında üzümden ve üzüme ait şeylerden boğulacak gibi olurdum. Bir gün, üzüm çubuklarının arasında farklı bir ağaçcık keşfettim. Dallarında yeşilimsi-pembe meyveleri olan bir ağaçcık. Ve o ağacın meyvelerin tadına baktım. Birden dünyamdan üzümün kokusu ve tadı silindi, onun yerine bil(e)mediğim ama üzümden kurtaran bir tad, bir râyiha doldu ağzıma ve sonra bu râhiya bütün bedenimi kapladı, sarıp sarmaladı beni ve mutlu kıldı. Sonraları öğrendim, o ağaçcık bir şeftali idi. Aradan yarım yüzyıl geçti amma ben hâlâ o küçücük şeftalilerin tadını unutamadım ve hayatımın geri kalanında şeftali "sevgili meyvem" oldu.
Kendinize uygulayın bu metodu, zevklerinizin kaynağına inin. Çocukluğunuza... Nostaljiyi yaşayın; aslında hasret duyduğumuzun o çocukluk olduğunu anlayacaksınız. Ve çocukluğunuz geçmişte olduğu için de geçmişe hasret duyduğunuzu.

29 Haziran 2019 Cumartesi

Tagaddî

Başlığı okuduğunuzda İtalyanca bir kelîme olduğunu düşünüyorsunuz değil mi? Ben de öyle düşünmüş idim; ama değilmiş.
Çok değil onbeş yirmi yıl önce Ankara bu kadar "genişlememiş", bu kadar yayılmamıştı. Meselâ, birkaç ünlü otobüs firmasının kendilerine ait terminalleri vardı ve bu terminaller Eskişehir yolunun Ankara'ya eriştiği noktada idi. Bunlardan birisi şu an Armada alışveriş merkezinin hemen batısında şimdi Mövenpick otelinin olduğu yerde, diğeri de yolun karşısında idi; ki bugün hâlâ duruyor. Bu ikinci özel terminalin doğusunda -yanlış hatırlamıyorsam- tek katlı bir binada bir lokanta vardı ve ismi de "Tagaddi" idi. Gelip geçerken bu lokantanın ismini her okuduğumda ismi İtalyanca zanneder, Türkçe yerine bir başka lîsanda bir isim koydukları için işletmenin sâhiplerine kızgınlık duyardım.   Ne kadar yanılmışım... Yıllar sonra tagaddî kelîmesinin "gıda" kelîmesinden gelen ve gıdalanmak, beslenmek mânâsına gelen bir kelîme olduğunu öğrendim.
Ankara'daki pek çok eski şey gibi bu lokanta da yok artık; onun yerinde başka "modern" binalar var;  çok katlı, çok çıkıntılı, bina ismi ve dükkanlarının ismi tamamıyla yabancı "ticarî şaheserler" ...  Bir de bu lokantanın karşısında, Armada alışveriş merkezinin hemen doğusunda bahçesinde ulu ağaçlar olan iki katlı eski bir ev vardı. Şimdi yerinde beton ve raylar var. Bu evin ve o çevrenin hâtırası hâlâ hayalimi süsler; kaybolan diğer pek çok şey gibi...
Tekrar tadaddîye dönecek olursak, kulağa hoş gelen bir kelîme olduğu gibi, lokantasına bu ismi verenlere zamanında hiç araştırmadan, bilmeden ve önyargıyla kızgınlığımın bir kefâreti olarak yemek ve lokantalarla ilgili yazdıklarımı bu başlık altında toplamaya karar verdim.

28 Haziran 2019 Cuma

Cehâlet seviyemiz

Bir yarışma programı.. Basitten zora doğru giden sorular soruluyor.
Yarışmacı, yirmili yaşlarda bir genç; büyük ihtimâlle üniversite öğrencisi. Soru şu:"Hamamları ısıtan, hamamın altında bulunan kapalı ve geniş ocağa ne ad verilir?" Cevap seçenekleri şunlar: Kurna, külhan, nalın, natır. Genç kızımız bu soruya "kurna" cevabını veriyor. Hadi bu genç doğru cevap olan külhanı bilmiyor, natırı hiç duymamış, nalını hiç görmemiş; kurna kelimesini de mi bilmiyor?
Bir başka yarışmacı, otuzlu yaşlarda. Soru şu: "Okuduğunuz kitapta 'I. Otto, onun oğlu II. Otto ve onun oğlu III. Otto ...' şeklinde bir ifade varsa, kitap hangisinin tarihini anlatıyor demektir?"
Cevap seçenekleri, Osmanlı İmparatorluğu, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, Fransa İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Bu yarışmacının cevâbı "Osmanlı İmparatorluğu" oluyor. Otto isminin Fransızlara mı, Germenlere mi, Avusturyalılara mı yoksa Macaristanlılara mı aidiyetini bilemiyor diyelim bu hanım, Osmanlılarda "Otto" isminin olabileceğini nasıl olup da düşünebiliyor?
Bir başka yarışma programı. Soru "Fuzûlî'nin Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) için yazdığı meşhur kasîdesinin adı nedir?" Yarışmacı, yine yirmili yaşlarının başlarında bir genç ve verdiği cevap şu: "Mesnevî". Sözün bittiği yer.
Daha da vahimi var! Yine bir yarışma programı. Çin Seddi'nin Çin ile hangi ülke arasında olduğu soruluyor. Cevap veren bir öğretmen ve cevabı şu: Macaristan.
Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Oturun televizyonun karşısına ve seyredin; karşınıza muhakkak bir "bilgi" yarışması çıkacak ve bu ibretlik tablonun benzerlerine şâhit olacaksınız.
Nasıl olup da bu hâle geldik diye durup düşünmeden edemiyor insan. Kendi târihimizden, kendi kültürümüzden, en temel bilgilerden nasıl olup da bu kadar uzaklaştık, uzaklaştırıldık? Ne zaman oldu bu? Dakikada bilmem kaç test sorusu çözerek rekor kıran gençlerimizin durumunu hiç düşünüyor muyuz?
Mısır Piramitlerinin Türkiye'den nasıl kaçırıldığı sorulduğunda, bu kaçırılmanın nasıl olmuş olabileceğine dâir "bilgiç" açıklamalar yapan gencin bir târih öğretmeni olması karşısında neler düşünmeliyiz?
Bu cehâlet bizi nereye götürür? 

26 Haziran 2019 Çarşamba

Ankara'da "Hanlar Bölgesi"

   Târih içinde Ankara'nın Ankara Kalesi'nin eteklerinde var olduğu bilinmektedir. Kale eteklerinde şu an Altındağ Belediye binasının bulunduğu yerin adı Samanpazarıdır. Samanpazarı’ndan kaleye doğru tırmanmaya başlarsanız (Kuzey doğu yönünde) Ulucanlar Caddesi'nden Can Sokağa girersiniz. Biraz ileride yol ikiye ayrılır. Daha altta kalan ve sağa giden yok hâlen Can Sokak iken, solda kalan ve kaleye doğru tırmanan sokağın adı Koyunpazarı Sokağıdır. İşte bu yol ayrımının olduğu yer Koyunpazarı'dır.
Koyunpazarı

   Koyunpazarı sokağının başlangıcında solda Ahi Elvan Camii, Can Sokağın yüz metre kadar ilerisinde sağda ise Ahi Şerafettin Camii (Aslanhane Camii) yer alır. Koyunpazarı sokağı yaklaşık yüz metre ileride bir meydana ulaşır ki bu meydanın adı At Pazarı veya Atmeydanı'dır. At Pazarının doğusunda Ankara Kalesinin ikinci surlarının giriş kapısı yer alır. Kuzeyinden ise Gözcü Sokakla tekrar Ulus yönünde aşağıya inersiniz. İşte bu bölge "Hanlar Bölgesi" olarak bilinir.
   Şimdilerde hepsi bulunmasa da, bu bölgede Ağazâde Hanı, Bâlâ Hanı, Pirinç Han, Safran Han, Kıbrıs Hanı, Rençber Hanı, Yenisaray Hanı, Yıldız Hanı, Hayret Hanı, Kırmızıoğlu Hanı, Pilavoğlu Hanı, Çengelhan, Çukurhan, Yenihan, Kurşunlu Han ve Mahmut Paşa Bedesteninin bulunduğu kayıtlarda yazılıdır. Bu Hanlardan bâzıları hâlen kullanılmaktadır.
Pirinç Han: 
Koyunpazarı Sokaktan Ahi Elvan Camiinin hemen üstünden sola dönünce Pirinç Sokak üzerindeki Pirinç Han'da çeşitli dükkânlar ve orta avlusunda bir çay ocağı vardır.
Çengelhan:
Koyunpazarı Sokağın At Pazar'ına ulaştığı noktada hemen solda yer alır. Yakın zamanlara kadar bakımsız hâldeki bu Han, restore edilerek Rahmi Koç Müzesi olarak hizmet vermektedir. ( Çengelhan hakkında oldukça ayrıntılı bir yazıyı https://bildirir.blogspot.com/2018/11/cengelhan-ankara.html adresinde bulabilirsiniz.)
Çukurhan:
At Pazarının batı tarafındaki bu Han da oldukça bakımsız bir hâlde iken restore edilmiş ve Divan Çukurhan olarak hizmet vermektedir. (Aşağıdaki resim restorasyon öncesinde 1993 yılındaki durumunu göstermektedir)
Kurşunlu Han ve Mahmut Paşa Bedesteni:
At Pazarı'ndan kuzeye doğru Gözcü Sokaktan gidilerek kaleden aşağıya inilirken solda yer alan bu Han ve Bedesten restore edilerek Anadolu Medeniyetleri Müzesi olarak hizmete devam etmektedir.


Hanlar Bölgesi


Çukurhan'ın restore edilmeden önceki görünümü (1993 yılı)

18 Haziran 2019 Salı

Azim Beşiktaş Kebapçısı - Ankara


(son güncelleme 1 Temmuz 2022)



Ankara'da bir Tahtakale sokağı vardır. (*) Ulus'ta Hallaç Mahmut Camii ile Ulus Sebze ve Balık Halinin arasında küçücük bir sokaktır. Bu sokağa  Hallaç Mahmut Camii tarafından girerseniz, girişte sol tarafta Üçler Tavuk, hemen yanında da Azim Beşiktaş Kebapçısı vardır. 1952 yılında açılmış; dolayısıyla Ankara'da yaşamaya başladığımdan beri var burası. Önceleri küçücük bir mekandı. Döner ve ızgara köfte satarlardı. Aynı zamanda dükkânın sâhibi de olan Akif usta döner tezgahının başında durur, köfte ızgarasına bir başkası bakardı. O zamanlar döneri -tıpkı köfte gibi- ekmek arası servis ederlerdi. Sonraları Akif usta kendisini emekli edip işi oğluna bırakınca, dükkan genişletildi, en son da kaldırıma masalar konuldu.


Herne vakit giderseniz gidin kalabalıktır; sebebi ise elbette döneridir. Ankara'da yenilebilecek en iyi döneri yapan birkaç yerden birisidir burası. Artık döneri tırnak pide ile servis ediyorlar.
Şimdilerde, müşterilerinin küçük kağıtlara yazdığı notları masalardaki camların altına koydular.
Büyümenin getirdiği bâzı sonuçlar var. Son gidişimde dönerin etini biraz yavan buldum. Eskisine göre döneri daha kalın kesiyorlar ve bâzı döner parçaları rosebeef kıvamında. Yarı pişmiş et seviyorsanız diyeceğim yok ama benim hoşuma gitmedi. 
Herşeye rağmen yolunuz Ulus'a düşerse muhakkak uğrayın.


Google Maps için yer bilgisi:
https://goo.gl/maps/FvFZ4bk1RioryJQ98

(*) Meraklısı için not: "Tahtakale", "Taht-el Kale" ifâdesinin bozulmuş şeklidir. Taht-el Kale "kale altı" manâsında olup; Ankara Kalesi'nin eteklerinde, kalenin alt taraflarında kalan yerler için kullanılması âdettendir.












17 Haziran 2019 Pazartesi

Parça parça düşünceler

Terk-i mekân
Yazdıklarını her okuyuşumda uzaklara, çook uzaklara gidiyorum. Bedenim burada, amma velâkin ruhum seneler öncesinde, köyümde.. Hani Yahya Kemal, -Varşova büyükelçisiyken yazdığı- "Kar Mûsikileri" şiirinde  "Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta /Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta." diyor ya; tıpkı öyle.

***

Kalemi Kırmak ve Kağıdı Yırtmak 
Kalemi kırmak ve kağıdı yırtmak ve herc ü merc etmek herşeyi.. kelimeleri bulamamak ve bulabildiklerimin üzerini çizmek.. kan ve gözyaşı dahi mânâsız...
Kollarım kırık.. Keşkelerden bıktım.

Gelmemiş kervanların ipeğinden hayâller dikiyor kalem. bir bilse kağıtların acıyı taşımadıklarını kırılırdı iğnesi! Kelimelerin dördüncü boyutuna efendisi el’in gizlendiğini bilseydi kalem..
Acı,  parmakuçlarından aşağıya hiç inmedi.. Parmakuçlarından bütün bedene dağıldı ve rûhu dağladı acı.. Bitmemiş çiçeklerin, yaşanmamış zamanların, kaçılamamış ıssızlıkların hayâlperestini yurt belledi; onunla uykulara daldı ve bölünen uykuların işlemesi oldu acı... 28.05.1998


                                                               
***



15 Haziran 2019 Cumartesi

Aşk ile hem-hâl olmak


Mekânı hiç sayabilmek gerek, zamana esir olduğumuzu hiç unutmadan.
Ustura gibi soğuk bir kar tipisi içinde ellerimiz donarak yürüyüp bütün takatimizin bitdiği bir ân önümüzde bir bahar bahçesi bulmaya tâlip olmak.
Önümüzde, pembenin bin renginde donanmış badem çiçekleri ile müzeyyen bir bahar vâdisi.
 Kar yok.. soğuk yok... sâde ılık bir nefes; o ân ruhumuz kürdîlihicâzkâr titrer, aşkefza ile ağlar ve nevâda karar kılar…
 Ve unutulur bütün mihnetler.
Parmak uçlarından başlayan bir sarsılış bedeni nasıl da esir alır, kavrar, ele geçirir, bende kılar;
vazgeçersiniz "ben"den, yok olursunuz, erirsiniz, bitersiniz…
 Sâde ışık hâline tahvil olur bir pembe çiçek de siz olursunuz....
"Beşnu ez ney çün hikâyet mi konem
 Ez cüdâyıha şikâyet mi konem"
 dedirten bir ney sesi olursunuz belki; ya da kamış olmak istersiniz, ağlayan, inleyen. Ve ağlamak istersiniz ağlatan iken…
Gözlerinizde yağmur bulutları dolaşdığını hissedersiniz.
 Bir tek damla, birkaç damla daha... Sonra bütün hışmını alırcasına kurumuş  topraklardan bırakır bütün suyunu, "nem-nâkem" dersiniz…
Kurak topraklar doyar suya.
 O ân hâk ile yeksan ve aşk ile hem-hâl olursunuz.

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Farkında olmadıklarımız

Kale eteklerinde kurulmuş olan târihî ya da eski Ankara'yı merak edip Samanpazarı'ndan Kale'ye çıktınız mı hiç? Eğer etrafınıza dikkatle bakarak, baktığınızı görerek çıkarsanız bu yolu, sanki onyıllarca hatta yüz yıllarca geriye gidersiniz birden.
Koyunpazarı sokaktan yukarı doğru çıkarken yol ikiye ayrılır ve sağdaki yol sizi Ahi Şerafettin -ya da çok bilinen adıyla Aslanhâne- Camiine doğru götürürken, soldaki yol Pirinç Han, Çengel Han güzergahıyla sizi Atmeydanı'na götürür.

Eski Ankara evleri

Bu yolların üzerindeki evler, dar pancereleri, çıkma ve cumbaları, harikulâde ahşap ve demir işlemeleri, monotonluğa inat yapıları ile içinizi ısıtarak "ev"in ne olduğunu size anlatırken dükkanlar da sattıkları eşya ile zaman yolculuğuna katkı yaparlar. Rengâreng boncuklar, ipler, çeşitli tarım âletleri, taşlar, tesbihler, yatak yünü gibi şimdilerde pek rastlanmayan bu eşya gözünüzün yanında ruhunuzu da okşar.

Gözü ve ruhu okşayan renkler ve nesneler

Kaçımız bu zaman yolculuğuna çıkmıştır kimbilir.. Bildiğim, etrafımızdaki pek çok şeyin farkında olmadan geçip gidiyor zaman. Mesela bahar çiçeklerini kaçımız farkettik, kaçımız dalında bir çiçeği koklayıp güzelliğine hayran kaldık... I.Q. diye bir film var, A. Einstein'ın yeğeni ile bir araba tamircisi arasındaki aşkı anlatır. Bu filmde, ilkbaharda çekilmiş sahneler vardır; ağaçlar rengarenk çiçeklerle gelin gibidir. O sahneleri gördükçe "aman ne güzel" diye hayranlık duyan bizler, ilkbaharda açan çiçeklerin farkında olduk mu merak ediyorum. Hayat o kadar hızla geçip gidiyor ki... Zamanımız azaldıkça farketmediklerimiz için hayıflanmamız da artıyor.
Bir gün zaman bitecek bizim için ve dünyanın bütün renklerini bırakarak çıkacağız mukadder yolculuğa.

Elma çiçekleri (Ankara'da)

30 Nisan 2019 Salı

"Osmanlıca" diye bir lîsan var mı?

Bugünlerde o kadar sık karşılaştığımız bir kelîme ki "Osmanlıca", sonunda yer alan "ca" eki, bilmeyen birisinin Türkçe'den tamamen farklı bir lîsan zannetmesine sebep oluyor.
Belki bu sebeple, belki kelîmenin meydana getirdiği istihfamı ve yanlışlığa mâni olmak adına bunun yerine "Osmanlı Türkçesi" denildiğini de görüyoruz.
Aslında Osmanlıca denilen, Arap alfabesi ile yazılan Türkçe'den başka bir şey değildir. Bu yüzden, üniversitelerde "Osmanlı paleografyası" dersleri vardır. Osmanlı devletinde, sâdece -Türklerin yaşadığı yerlerdeki- halk arasında değil sarayda dahi açık ve anlaşılır bir Türkçe konuşulduğu su götürmez bir gerçektir. Nitekim, bâzı Osmanlı pâdişahlarının yazdığı şu şiirlere bakıldığında bu husus anlaşılacaktır:

Sâki, getür, getür yine dünki şarabumı
Söylet dile getür yine çeng ü rebabumı
Ben var iken gerek bana, bu zevk ü bu safa
Bir gün gele kim görmeye kimse türabum.
(II. Murad - 15.yy)

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
(Kanunî - 16.yy)

Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
...
Bu dünya fânidir sakın aldanma
Mağrur olup tac ü tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
(III. Murad - 16.yy sonu)

Saray yazışmalarında -o günün idare geleneklerine uygun olarak- Arapça ve Farsça kelîmelerin oldukça bol kullanılmış olması, kimi şâirlerce hiç gereği yokken Türkçe kimi kelîmelerin yerine Arapça ve Farsça karşılıklar kullanılmış olması gibi doğruluğu ve yerindeliği tartışılması gereken kimi hususlar, Osmanlıca tesmiye edilen lîsanın Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. İçinde yabancı lîsanlardan kelimeler bulunsa da, pek çok kelîmesi ve kuralları Türkçe olan Osmanlıca için en fazla "ait olduğu yüzyılın Türkçesi" denilebilir. Osmanlıca ve Osmanlı diyerek bizi bizden yabancılaştırma gayretleri olsa da bakın batılılar bu topraklar için ne diyor:
"12. yüzyılın sonundan itibaren Avrupalılar bölgeyi Turchia veya Turkey "Türklerin ülkesi" olarak isimlendirmeye başladılar."(Agoston Gabor ve MASTERS Bruce, Encyclopedia of The Ottoman Empire,s.574.)
Batılıların -daha Osmanlı Devleti kurulmadan önce bile-Türkiye olarak isimlendirdiği bu topraklarda yaşayan ecdadımızı Türk kimliğinden uzaklaştıracak her çaba bizi bize yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Selçuk Türkleri yazan harita

Osmanlı Türkleri yazan harita.


15 Nisan 2019 Pazartesi

Yobazlık ve yobaz

İlâhiyatcı ve hukukçu Yaşar Nuri Öztürk, ‘Kötülüklerin anası: Yobazlık’ başlıklı yazısında "Yobazlık, kişinin kendi düşünce ve kabulleri önünde herkesi ve her kuvveti boyun eğdirme tutkusunun kuduz bir hal alışıdır. Din adına sergilenebileceği gibi dinsizlik adına da sergilenir." der. ( http://www.hurriyet.com.tr/kotuluklerin-anasi-yobazlik-39022350 )
Oysa günümüzde yobazlık denilince akla ilk gelen "din" oluyor ki, bu kavramın doğrudan ve birinci elden dine bağlanması yanlış ve başlıbaşına bir yobazlık olsa gerek.
Nitekim, "Türk" Dil Kurumu'nun sözlüğünde yobaz kelimesi için şu üç karşılık mevcut:

1. Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen (kimse): “Bu memleketi de dört buçuk yobaza bırakamayız.” -A. Gündüz. 2. mec. Bir düşünceye, bir inanca aşırı ölçüde bağlı olan (kimse). 3. hlk. Kaba saba, inceliksiz (kimse).

Yobazlığı dine bağlayan kabulün birinci karşılık olarak verilmesi, aslında konuya önyargılı yaklaşımı da ortaya koyuyor; gerçekten, bu birinci karşılık için verilen örnek sözün yazarı "Türk" olduğuna ve memleketi de "Türkiye" olduğuna göre, "dört buçuk yobaz" ile kimleri kasdettiği anlaşılmaktadır. İkinci ve üçüncü karşılıklar daha mutedil.

Evet, yobazlık bir kimsenin kendi düşünce ve kabûllerini körü körüne üstün, doğru, en iyi kabûl etmesi ve başkalarını kendi düşüncelerine boyun eğdirmek için kuduzca bir tavır alış, zorlama hâlini ifade eder. Yâni yobaz, bir dine değil bir inanca, bir düşünceye bağnazca bağlı olup, diğer inanış ve düşüncelere karşı kötülüğünü icra eder. Evet, din de bir inançtır amma bütün inançlar din değildir. Bu yüzden yobazlığı peşinen dine bağlamak gayreti de yobazlığın bir başka yönü değil midir? Gerçekten de bir kişi, belli bir dine bağlılığı yobazlık olarak isimlendirmekle o dine ve o dine mensup olanlara karşı haksız bir ithamda bulunmakta; sorgulamadan, araştırmadan bir din için bu sıfatı kullanmakla aslında kendisi yobazlık yapmakta değil midir?
Başkalarının inançlarına müsamaha göstermediği gibi, herkesin kendisi gibi inanmasını isteyen, buna zorlayan, kendisi gibi düşünmeyenleri çeşitli aşağılayıcı ifadelerle tahkir eden ve hatta hakaret eden kişinin yaptığı yobazlık değil de nedir?
Çevrenize bakın, bu çerçeveye giren kişileri göreceksiniz. Siz, onların başkalarına yaptığı gibi onlara "yobaz" demeyiniz amma onların yobaz olduğunu biliniz.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Aziz dostum

Hukuk Fakültesinin ilk senesiydi; o devasa "anfi"de yüzlerce kişi arasında biribirimizi görmüş, biribirimize yaklaşmaya başlamıştık. Diğer öğrencilere benzemiyorduk; zira ikimiz de Devlet memuruyduk. Her ikimiz de sağlık kolejini yatılı okumuştuk ve aynı Bakanlığın farklı kuruluşlarında çalışıyorduk. Ve elbette her ikimiz de -memur hâlimizle- öğrenciliğe pek de uyum sağlayamamıştık. En büyük ortak noktamız zamanla ortaya çıktı: Her ikimiz de hukuktan çok edebiyatı seviyorduk. Kaç defa "bırakalım şu hukuk fakültesini, gidip edebiyat okuyalım" dedik...
Ertesi gün ceza usûl hukuku final sınavına gireceğimiz günün akşamı onun evinde "hadi derse başlamadan azıcık şiir okuyalım" diyerek daldığımız şiir bahçesinde gecenin geç vakitlerine kadar dolaşınca "artık bu saatten sonra ders çalışılmaz" deyip yatmış ve elbette ertesi gün yapılan sınavdan "çakmıştık."
Baktık bırakamıyoruz hukuk fakültesini, "o zaman okul bitince şu ders notlarını okulun bahçesinde yakalım" diyerek yeni bir avuntu bulduk ve bu avuntuyla bitirdik okulu. Amma,"eylem yaptığımızı sanarak tutuklanmak" korkusuyla bu düşüncemizi de gerçekleştiremedik; sadece hatırlayınca tebessüm sebebi oldu bu düşünce, o kadar.
Her ikimiz de şiir yazdığımız için biribirimize şiirlerimizi okurduk; bir müddet ayrı kaldıktan sonra bir araya geldiğimizde ilk sorduğumuz soru "yeni şiir var mı olurdu"
Şiirin azgın dalgalarının tersine onun dünyası hep dingin idi. Hiç öfkelendiğini görmedim, her dâim munis, her dâim anlayışlı, her dâim mütebessim idi. Engin kültürü ile konuştuğunu dinletir, sâkin ses tonuyla dinleyicisini âdeta hipnotize eder, sükûnet diyarına yolculuk yaptırırdı.
Mizahî bir tarafı da vardı. Gülmeyi ve güldürmeyi severdi. O anlatınca en sıradan fıkra  fevalâde komik gelirdi dinleyene.
Pek sık görüşürdük önceleri. Yaşımızın onlar hânesi beşi geçmeye başlayınca mesâfeler bize daha uzun gelmeye başladı sanki. Gittikçe daha az görüşür olduk; amma o hep aziz dostum olarak kalacak.

10 Nisan 2019 Çarşamba

Özüne sâhip bir hâkim ve bir gezgin

10 nisan 2019 tarihinde "Özüne sahip bir hâkim" başlığı altında aşağıdaki yazıyı yazmış idim:
"Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenci iken aynı hastahanede çalışıyorduk; birimiz laboratuvar teknisyeni, diğerimiz röntgen teknisyeni olarak.
Her dâim pozitif, neşeli birisiydi. Okulu bitirince hâkimlik sınavlarına girip hâkim oldu. Ama o hep aynı insandı. Bir gün Kızılay'da karşılaştık, büyücek bir çanta taşıyordu; taze üzümden iğne ipliğe varıncaya dek pek çok şey vardı bu çantada. Ritüelleri umursamaz ve kompleksiz birisiydi.
En son İstanbul'da çalışamaya başladı. Mezun edildiğimiz Yenişehir Sağlık Koleji mezunlarının buluşmasında Bodrum'da karşılaştık sonra. Herkesin âla-yı vâla ile masadan masaya geçerek zaman geçirdiği bu buluşmada ben Mausoleum, antik tiyatro ve Bodrum Sualtı ve  Arkeoloji müzesinde zaman geçirirken, hâkim arkadaşımın da Bodrum'daki târihi yerleri dolaştığını öğrendim. Bu vesile ile  sanata, sanat târihine dair sohbetlerimiz oldu, onun fırsat buldukça bir öğrenci turist gibi gezginlik yaptığını öğrendim, mutlu oldum.
Zaman zaman köyünde çekilmiş resimlerini gönderirdi. Ya tarlada, ya bir ağacın başında sanki o köyden hiç ayrılmamış gibi çalışırken, tabiatla hem-hâl olmuşken görürdüm onu. Zaman zaman da yazdığı yazıları gönderirdi. Köyünü, köyünde geçen çocukluğunu, hayvanları, bitkileri anlattığı, buram buram Anadolu ve tabiat ve mâsumiyet kokan yazılarını...
Sonra ondaki öğrenme merâkı her dâim diri, her zaman güçlü idi. Pek çok konuya ilgi duyuyordu; eski eserlere, sanata, sanat târihine, filolojiye; Arapça ve ilahiyat dâhil.
Bir çalışmam için mimar Vedat Tek'in çocuklarına ulaşmam gerekiyordu. Bir müddet araştırdıktan sonra, Vedat Tek'in Nişantaşı'ndaki evinin alt katında Tek'in kızı Selime Yekta Işıtan'a ait bir lokanta olduğu bilgisine ulaşınca, hemen bu hâkim arkadaşı arayıp yardım istediğimde hiç düşünmeden ilk cumartesi gününü bu işe hasretmişti.
Evet, hâkim olmuştu, adalet dağıtıyordu. Ama özünü hiç kaybetmemiş, hiç aşağılık duygularının esiri olmamıştı.. Hâkimlik yaptığı adliyedeki bir duruşmasına, çocuklu bir avukatın çocuğuyla geldiğini bana övünerek anlatmıştı; zira bu ona göre insanî bir şeydi ve insan olmak herşeyden önce geliyordu.
Bir gün köyleri gezeriz onunla diye düşünüyorum; hayvanları ve otları severek."
***


Aradan beş yıl ve on gün geçtikten sonra bugün bu yazının başlığına "ve bir gezgin" ibârelerini ekledim. Zira:
Hani Evliya Çelebinin rüyasında Hz. Muhammed'i görüp "Şefaat ya Resulullah" demek isterken içindeki gezmek arzusundan dolayı "Seyahat ya Resulullah" demesi gibi, Ondaki gezmek arzusu da bu hâkimi, hâkimlikten emekli olup neredeyse bütün vaktini gezmeye hasretmesine sebep oldu.
Dur durak dinlemeden, yorulmadan, çevre şartlarına aldırmadan sâdece Türkiye'yi değil onlarca ülkeyi gezdi. Gezerken sâdece gezdiği mekanları değil insanları tanımaya da önem verdiğini son kitabı olan "Çobanın Yolculuğu"ndan anlıyoruz. Gerçekten her yaştan, her kültürden, her meslekten insanlarla sıcacık  ilişkiler kurduğunun isbatı bir tarhana çorbasının buğusu gibi tütüyor satırlarında. Onun tarzı abartısız,  süslemesiz, hilesiz, ailenizin bir ferdiyle sohbet ediyormuşçasına içten. Gezmenin aynı zamanda "bilmek" demek olduğunun künhüne varmış ve hezarfen bir anlayış seviyesine ulaşmak için çeşitli alanlarda öğrenim görmüş ve gören birisi.
Beş yıl önce yazdığım gibi bir gün köyleri onunla gezmek isteği hâlâ temenni listemde üst sıralarda.
Yolu hep açık olsun.


27 Şubat 2019 Çarşamba

Ankara'da I. Millî Mimarî Üslûbundaki Eserler

Sıhhiye'den Ulus'a giderken ve Ulus'da gezerken, bâzı binalar muhakkak dikkatinizi çekmiştir: Ankara Radyosunun binası ile Numune Hastanesi binasının arasındaki Etnografya Müzesi binası ile -şimdiki- Resim ve Heykel Müzesi binası, Büyük Tiyatro'nun karşısındaki -şimdiki- Kültür ve Turizm Bakanlığı binası, Opera'dan Ulus meydanına doğru giderken sol köşe başındaki eski Osmanlı Bankası binası, 50 metre ilerideki Ziraat Bankası Binası, hemen karşısında yer alan ve eskiden Tekel binası iken şimdilerde Yunus Emre Vakfı'nı barındıran bina, biraz daha ileride Ulus'tan dışkapı yönüne giden Çankırı Caddesinin hemen sağ başındaki İş Bankası binası, Ulus meydanından batıya inen yolun hemen başında Birinci Meclis binası, yaklaşık 50 metre alt tarafta İkinci Meclis binası,  hemen karşısında Ankara Palas (Devlet Konukevi), Ankara Palas ile Osmanlı Bankası binasının arasında yer alan Evkaf Apartmanı bunlardan bâzılarıdır.
Bu binaların her birisinin önünden geçerken muhakkak durmuş, seyretmiş hattâ fotografını çekmişsinizdir. Diğer binalardan farklı, sıcak, güzel, gösterişli binalardır bunlar. İşte bu binaların ortak özelliği Birinci Millî Mimarî Üslûbuna sâhip olmalarıdır. Kimi zaman üslûp yerine akım da denilmektedir. (Birinci Ulusal Mimarlık Akımı gibi)
Genç Cumhuriyetin başkenti Ankara da bu üslûba sâhip eserlerden nasibini bolca almıştır denilebilir. Ankara'yı taçlandıran bu binalardan bâzıları şunlardır:


Ziraat Bankası Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. Şu an müze olarak kullanılmaktadır.

İş Bankası Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir.

Evkaf Apartmanı
Mimar Kemaleddin'in eseridir. Şu an Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve Küçük Tiyatro'nun bulunduğu binadır.

Tekel Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. İnhisarlar Müdiriyeti (Tekel Müdürlüğü) binası olarak kullanılmış olup; şimdi Yunus Emre Vakfı'nın hizmetine tahsis edilmiştir.

Ankara Palas
Mimar Vedat Tek tarafından başlanılmış ve mimar Kemaleddin tarafından yapımına devam edilmiştir. Şimdi Devlet Konukevi binasıdır.

Osmanlı Bankası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. Şimdi Garanti Bankasına aittir.

Halk Fırkası Mahfili
Mimar Vedat tek'in eseridir. Halk Fırkası Mahfili olarak yapılan bina, İkinci Meclis Binası olarak  kullanılması sebebiyle hâlen bu isimle bilinmektedir. Şu an Cumhuriyet Müzesi'ne ev sâhipliği yapmaktadır.

Türkocağı Binası
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir. Türkocaklarının kendi kendini "feshetmesi"nden sonra Halkevi binası olarak kullanılmıştır. Şimdi Resim ve Heykel Müzesine ev sahipliği yapmaktadır.

Etnografya Müzesi
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir.


Hariciye Vekaleti Binası
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir. Atatürk Bulvarı üzerinde Büyük Tiyatro binasının hemen karşısında yer alan bu bina, Hariciye Vekaleti (Dışişleri Bakanlığı) olarak kullanılmak üzere yapılmış,  hâlen Kültür ve Turizm Bakanlığı binasıdır.

Bu eski fotografta, Hariciye Vekaleti binası (yolun kıvrılma noktasında), geride ise Türkocağı binası ve Etnografya Müzesinin binası görülmektedir.

Gazi İlk Muallim Mektebi Binası
Mimar Kemaleddin'in eseridir. Şu an gazi Üniversitesi rektörlük binasıdır. Bina bitmeden önce Kemaleddin'in elinden alınarak Ernst Egli'ye verilmiş ve onun tarafından "projenin ana hatlarına ve binanın cepheden görünüşüne dokunulmadan koridorların ve sınıfların boyutlarını küçülterek" bitirilmiştir.

Meraklısına çok kısa bilgiler
1) Sanat tarihçilerince klasik Osmanlı mimarîsinin kırılma noktası kabûl edilen Sultanahmet Camiinin 17. yüzyılın ilk çeyreğindeki inşaından sonra, Hassa Mimarlar Ocağı zayıfladığından ve II. Mahmud devrinde kurulan Ebniye-i Hassa Müdiriyetinden sonra artık bu Ocaktan mimar yetişmediğinden,  yapılan câmi ve diğer mimarî eserlerde ya bir batı etkisi vardır (Nuru Osmaniye Camii gibi) ya yabancı mimarlar yapmıştır (Pertevniyal Valide Sultan Camiinin mimarı Montani, Ayasofya Camiinin tâmiratını yapan Fossati'ler gibi) ya da Osmanlı tebaından olmakla birlikte Osmanlı mimarisi ile alâkası olmayan mimarlar yapmıştır. (Balyan kardeşler gibi)

Birinci Millî Mimarî Üslûbu, mimaride gelinen bu olumsuzlukların yanında  20 yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu zor şartların doğurduğu bir millîleşme anlayışını  da yansıtır. Kimi zaman uslûp yerine "akım" da denilen birinci Millî Mimarî Üslûbu, o dönemde yaşayanlarca 'Milli Mimari Rönesansı' olarak anıldığı gibi mimarlık tarihçilerince "İmparatorluk mimarlığının yankısı" olarak vasılandırılmış  ve 'Birinci Milli Üslup' adı verilmiştir.
  Vedat Tek, mimar Kemaleddin, Arif Hikmet Koyunoğlu, Ahmet Kemal, Tahsin Sermet, Ali Talat, Falih Ülkü, Hafi, Necmeddin Emre ve Giulio Mongeri gibi mimarlar bu anlayışa uygun eserler meydana getirmişlerdir.

2) Giulio Mongeri, 1873 İstanbul doğumludur.

Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...