30 Ekim 2019 Çarşamba

Yine hazan

Yine sonbahar geldi. Hangi sebeple bu mevsime son bahar denilmiştir bilemiyorum. Zira bahar  uyanışa açılan bir kapı iken sonbahar, uykuya varış ikliminin menzil hanı gibidir. Bu sebeple "hazan" kelîmesini pek bir sever, bu mevsimin ruhuna pek bir uygun bulurum.
Hazan, hüznü de çağrıştırır... Sararan ve ağacını terk ederek toprakla bir olmak üzere yavaşça kendini boşluğa bırakan yapraklar, inceden yağan yağmurlar, kurumuş otların ve sararan yaprakların yağmurla ıslanarak yok oluş yolculuğuna çıkarken bıraktığı o buruk koku, bütün bir tabiatın sarı, turuncu ve kızıl duraklarından geçerek çıktığı yolculuğun ruhta bıraktığı vedâ hissi... Nasıl da alıp ruhunuzu hüzün diyarlarına götürür... Hazanla hüzün arasındaki ses benzerliği nasıl da tenasüplüdür.
Bahis hazandan açılınca bir hâtıram geliyor aklıma. Yıllar önce Farsça kursunda iken dersimiz mevsimler idi. Muallime hanım bir yandan bize Farsça öğretirken bir yandan da kendisi bizlerden Türkçe öğreniyordu. Herkese en sevdiği mevsimi soruyordu; sıra bana geldiğinde hiç tereddütsüz "hazan" demiştim. Muallime hanım sebebini sorduğunda Türkçe olarak "Hazan aşkın ve şiirin mevsimidir" deyince muallime "hadi bunu Farsça söyle" dediğinde "Aman efendim, ben bunu Farsça söyleyebilsem bu kursta ne işim var?" demiş; sonra da cümleyi Farsça söylemeyi başarmıştım: Hazan, fasl-ı şiir ü aşk est.
Evet, hazan hüznü, hüzün şiiri çağırıyor; hazan ve hüzün bir araya gelince de aşk ülkesinin sâhillerine yolculuk başlıyor. Sessizce yapılan, hüzünlü bir yolculuk bu. Aşkı arındıran ve ululayan bir yolculuk. Gösterişten uzak, kâle değil hâle müstenit bir aşka vâsıl olan. 
Hatıralar ve eskiler demişken, 1997 yılının Ocak ve mart ayları arasında yazdığım "Bulabildiğim kelîmelerin kifâyetsizliği mahvıma sebep. Gelmeyen akşamlar, bitmeyen geceler" serlevhalı bir şiirimde şöyle yazmışım:

Belki hiç bilemeyeceğiz sonrayı
geç zamanların hükmü herşeyi örtecek
belki bir daha hiç konuşmayacağız.. herşey nemli bir sonbahar günü çürümüş yaprak kokularının derinlerime işlediği bir sonbahar günü, hafif soğuktan ürpererek ıssız bir parkda dolaşdığım bir sonbahar günü kalbimden yüzüme akan bir acı tebessümün özü olarak, bir ömrün ebrûsu olarak kalacak..



Ömrümün kaçıncı hazanı bu, söylemeye dilim varmıyor. Amma her hazan bir öncekinden daha hüzünlü ve daha kıymetli benim için... 
Hoşgeldin hazan.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Cumhuriyet -ve demokrasi-

Yarın 29 Ekim. Türkiye Cumhuriyetinin Cumhuriyet Bayramı. Herkese kutlu olsun. Cumhuriyet bir idâre şekli olup, en basit şekliyle devlet yöneticisinin verâset yoluyla -yâni babadan oğula ya da amcadan yeğene gibi- geçmesi esâsına dayanır.  
Devlete ve idâreye sâhip yöneticinin -ki monarktır- "yönetme ve başta kalma" hakkının kaynağı konusunda çeşitli kabûller olsa da, esas itibarıyla bu sâhiplik ilahî bir temele oturtulur ve monarkın, hâkimiyetin aslî sâhibi olan Tanrı adına bu yetkiye sâhip olduğu ve kullandığı da teorik olarak dile getirilir. Bu sebeple de monarkın "by the Grace of God of ..." (tanrının inayetiyle) monark olduğu, "zıllullah" (Allah'ın gölgesi) olduğu belirtilir.
Bu anlayış -ya da kabûl- ister istemez asalet mefhumunu, asilleri, "mavi kan" saçmalığını yâni bâzı insanların doğuştan diğerlerinden üstün olduğu basitliğini doğurmaktadır. Bundan dolayı monarşik sistemi hiç bir zaman âdil, haklı ve doğru bulmadım ve Devlet yöneticisinin seçilerek işbaşına gelmesine yâni cumhuriyete taraftarım. Ancak, Türkiye'de -diğer birçok konuda olduğu gibi- müesseseler tanınmadan, mefhumların neyi ifâde etttiği bilinmeden fikir sâhibi olmak pek bir revaçta olduğu için cumhuriyetle demokrasi karıştırılmaktadır; öyle ki "cumhuriyet herşeydir" gibi bir motto da pek bir revaçtadır. Peki gerçek öyle midir? İran, Çin, Rusya Federasyonu, Almanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri birer cumhuriyet iken İngiltere, İspanya, Danimarka, İsveç birer krallıktır. Varın siz düşünün hangi ülkede demokrasi var, hangisinde yok ve anlayın cumhuriyetin demokrasi ile doğrudan bir bağı olmadığını, cumhuriyet rejiminin olduğu yerlerde demokrasinin olmayabileceğini... Yâni demokrasi ile cumhuriyet her zaman bir arada olmuyor. Türkiye'de var olan bir başka yanlış da "cumhuriyet eşittir demokrasi değildir" gerçeğine karşı takınılan tavırdır. Bu sözü söylediğiniz anda size yapıştırılacak en büyük yafta "sen padişahlık geri gelsin mi istiyorsun" saçmalığıdır. Maalesef durum bu derekededir.
İşte bu düşünceler arasında zaman zaman düşünürüm, saltanat kaldırılmamış olsaydı ne(ler) olur, nasıl yaşardık, diye.
"Muhafazakârlar" mutlu olurlar mıydı ya da "ilericiler" mutsuz?
Eğer  mutluluk ya da mutsuzluk tümdengelimle belirleniyorsa bu soruya "evet" cevâbı verilebilir. Amma tümevarımla verilecek bir cevap konusunu iyi düşünmek gerek. 
Türkiye'de muhafazakârlar (*) umumiyetle Osmanlı İmparatorluğunun başındaki pâdişahlar konusunda peşînen "iyi düşünmeye" meyillidirler. Pâdişahların, herşeyi İslâm hukukuna göre yaptıkları, kendilerinden kötü şeylerin sâdır ol(a)mayacağı, hatta velî mertebesinde oldukları düşünülür. İşret yoktur, zevk u safa söz konusu değildir.
Bu düşüncelerin en kesif olarak temerküz ettiği pâdişahlardan birisi 1876 ilâ 1909 yılları arasında tahtta kalan Sultan II. Abdülhamid'dir.  
II. Abdülhamid döneminde 1881'de Müze-i Hümayun müdürü, 1882'den II. Abdülhamid'in tahttan indirildiği 1909 yılına kadar Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürü olan birisi vardır: Osman Hamdi Bey. Rum asıllı bir sadrazamın oğlu olan Osman Hamdi, II. Abdülhamid'in hüküm sürdüğü ve Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürü olduğu 1901 yılında bir tablo yapar. "Mihrap" ismiyle bilinen bu tabloda, bir câmi mihrabı önünde bir rahleye oturmuş bir kadın resmedilir. Kadının ayakları altında arap harfli kitaplar yer alır. Bu kitapların Kur'an-ı Kerîm olduğu söylenir. İster Kur'an-ı Kerîm olsun ister bir başka kitap, kitapların ayaklar altında çiğnendiği böylesi bir tabloyu yapan ressamın II. Abdülhamid döneminde Müze-i Hümayun müdürlüğü ve Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürlüğü yaptığını düşündüğünüzde, II. Abdülhamid'in dinî hassasiyetleri ve eklektisizmi -ister istemez- zihninizi meşgul ediyor.
Mihrap

Yine II. Abdülhamid döneminde şehzâde olan ve sonra halife olan Abdülmecid Efendi'nin "Avludaki Kadınlar" tablosuna ne demeli?
Avludaki Kadınlar

Bu satırları yazmaktan muradım ne Osman Hamdi, ne Abdülmecid Efendi ve ne de II. Abdülhamid'i karalamak değildir. Osman Hamdi'nin yaptığı arkeolojik kazıların, Ülkemize kazandırdığı müze ve târihî eserlerin farkındayım. II. Abdülhamid'in ise Osmanlı İmparatorluğu'nun en zor zamanlarında Devleti mümkün olduğunca basiretli yönettiğinin ve "Ulu hâkan" sıfatını hakettiğinin de. Buradaki maksat, peşinen padişahları iyi ya da kötü olarak kabûlün doğru olmadığını beyan sadedindedir.
Hâsılı kelâm, monarşiye, cumhuriyete, demokrasiye ve diğer müessese ve mefhumlara daha geniş bir açıdan ve mümkün olduğunca objektif bakmak doğru değerlendirme yapmak için olmazsa olmaz bir ön şart olmalıdır.

Herneyse.. Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun.
---
(*) Burada muhafazakâr mefhumu, "kadîm değerlere bağlılık" esasından ayırarak, geleneksel ve miyara vurulmamış bir değerler bütününe bağlılık mânâsında kullanılmaktadır.

26 Ekim 2019 Cumartesi

Bizans mı Roma İmparatorluğu mu

Söz İstanbul'un fethinden açıldığında "Bizans" gündeme gelir. Târihçilerimizden bâzıları "köhne" Bizans devletinden, bâzıları  Bizans  "İmparatorluğu"ndan- bahsederler. Üniversitelerin sanat târihi bölümlerinde "Bizans sanatı" dersleri vardır. Peki Bizans Devleti -veya imparatorluğu- ifâdesi nereden gelmektedir, bu kullanım şekli doğru mudur diye hiç sordunuz mu kendinize?
İtalya yarımadasında M.Ö. 27 yılında kurulan Roma Devleti, zamanla büyüyerek Roma İmparatorluğu'na vücut vermiştir. Yapılan savaşlarda kazanılan topraklarla gittikçe büyüyen Roma İmparatorluğu'nda idare merkezi birkaç defa değişmiştir.
MS. 235'ten itibaren içine düştüğü fetret devrinden sonra Diocletianus Roma İmparatorluğunu toparlıyor ve biri doğuda, diğer batıda ikili yönetim sistemi getiriyor. Daha sonra, doğu ve batının "augustus" iki imparatoruna iki de "sezar" eklenerek tetrarşi denilen bir sistem getiriliyor. Kuruluşundan itibaren İmparatorluğun başşehri Roma iken imparator Diocletianus Nicomedia'da (Bugünkü İzmit) yaşayıp burasını Roma İmparatorluğu'nun idare merkezi olan kullanmaktaydı.(1)
Doğu kısmının augustusu I. Konstantin, 330 yılında eskiden küçük bir balıkçı barınağı olan bir yerleşim yerini Byzantion'u imparatorluğun yeni başkenti yapar ve şehre "Yeni Roma" anlamına gelen Nova Roma adını verir. Bu şehir kurucusunun ismine nisbetle Konstantinopolis (Konstantin’in şehri) olarak anılmaya başlar. Nihayet 395 yılında I. Theodosius'un ölümünden sonra imparatorluk fiilen doğu ve batı olarak ikiye bölünür. 476 yılında Batı kısmı sona erince doğu - batı farkı kalmamış ve Roma İmparatorluğu 1453 senesine kadar "Roma devletinin geleneklerine dayanarak" (2) doğuda hüküm sürmüştür.

Yukarıdaki haritada, şehrin ilk yerleşim yerini çevreleyen surların, tarihi yarımadanın en doğu ucunda yer aldığı belirtiliyor. İkinci sur, birinci surun batısında ve MS 330 yılında inşa edilen Konstantin surlarıdır.  Nihayet en batıda II. Theodosius zamanında 5. yüzyılda yapılan surlar görülmektedir.

Eski balıkçı barınağı şehrin kurucusu kabul edilen Byzas’a nispetle Byzantion ismi Roma İmparatorluğu döneminde, devleti ifade etmek üzere kullanılmamış; bu isim Hieronymus Wolf isimli bir 16. Yüzyıl Alman tarihçisinin  "Corpus Historiae Byzantinæ” isimli kitabından sonra kullanılmaya başlanılmıştır.  Yâni merkezi Konstantinopois olan Roma İmparatorluğu'na "Bizans İmparatorluğu" demek, Roma İmparatorluğu sona erdikten yüz küsur yıl sonra "icat olunmuştur". Nitekim ünlü sanat târihçisi Prof. Dr. Semavi EYİCE, Bizans adının uydurma olduğunu söylemektedir.(3) Bizans Devleti Tarihi kitabının yazarı Georg Ostrogorsky, "Bizans, bilindiği gibi, bizim Bizanslı dediğimiz kişilerin bilmedikleri, daha sonraki devrin bir terimidir. Bunlar kendilerini her zaman Romalı olarak adlandırmış, imparatorlarını Roma hükümdarları, eski Roma Caesar'larının halef ve mirasçısı saymışlardır." demektedir. (4)

Tarihi konularda hassas olmadığımız için, bizde de Roma İmparatorluğunun “Bizans İmparatorluğu” şeklinde yanlış isimlendirildiğine şâhit oluyoruz. Öyle ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın  “Türkiye Kültür Portalı” internet sitesinde "Doğu Roma’nın merkezi Bizans şehri olduğu için bu imparatorluğa Bizans İmparatorluğu denilmiştir." bilgisi yer almaktadır.(5)
Şu hâlde Bizans İmparatorluğu -veya Devleti- ibâresi yanlış olup, doğrusu Roma İmparatorluğu'dur.
Kafa karışıklığına sebep olan bir diğer kelîme de RUM'dur. Türkçe’de kullanılagelen “Rum” الروم kelimesi de "Romalı, Roma’ya mensup” anlamındaki Romaio isminin Arapça’ya geçmiş şeklidir.(6)
( Arapça’da “o” sesinin olmayışı, bunun yerine “u” sesinin kullanılması Roma’dan rum’a geçişi açıklamaktadır. Nitekim, İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed’in aldığı “Kayzer-i Rûm” unvanı da Roma kayseri, Roma sezarı yâni Roma imparatoru manâsına gelmektedir. )

Roma İmparatorluğunun doğuda devam eden bölümü, başlangıçta oldukça büyük topraklara sâhip iken zamanla toprak kaybederek iyice küçüldü ve nihâyet 15. Yüzyılda Konstantinopolis ile sınırlı hâle geldi. Bu durum aşağıdaki haritada gösterilmektedir.

(Harita, https://cdn.britannica.com/46/64946-050-3D7FE219/Byzantine-Empire.jpg adresinden alınmıştır)
Bu haritada, I. Justinianus dönemi (MS. 527 - 565) kırmızı çizgiyle,  yaklaşık 1020 yılındaki durumu pembe ile ve nihâyet 1360 yılındaki durumu kırmızı ile gösterilmiştir. 15. yüzyılın ortalarına gelindiğinde artık bir şehir-devlet hâline gelen Roma imparatorluğu, tekrar II. Theodosius surlarının içine hapsolmuştur.
***
Roma'ya dâir kısa değinmeler
Bu yazıda, -ve diğer yazılarımda- ele alınan konu, şahıs ve mefhumlar için değer yargılarımı belirmemiş isem, başlıktan veya yazının muhteviyatından bu kâbil çıkarımlar yapılmasını yanıltıcı bulurum. Eğer gerekli ise değer yargılarımı, beğenilerimi yazılarda belirtiyorum. Roma da bu çerçevede ele alınmalıdır. Meselâ Fatih Sultan Mehmed'in "Kayzer-i Rûm" ünvânını almasından hareketle umumî olarak Roma İmparatorluğu ve husûsi olarak Roma Şehrini, Konstantinopolis şehrini ululadığım mânâsı çıkarılmamalıdır.
Roma İmparatorluğu pek çok bakımdan dünyayı etkilemiştir. Batı dünyasında câri hukuk sisteminin dayandığı Roma Hukuku (7) bunlardan birisidir. Roma Hukuku'nun en önemli çalışması, Roma İmparatoru Iustinianus'un 528-534 yılları arasında yaptırdığı “Corpus Iuris Civilis" isimli  derlemedir. Derleme, İstanbul'da yapılmış idi.
Roma'nın sanata katkıları da bellidir.
Bunların yanında, Roma İmparatorluğu'nun menfî yönleri de anılmaya değerdir. Batı Roma'nın başkenti ve Devlete isim veren Roma şehri için Alev ALATLI "Kutsal Roma İmparatorluğu'nun başkentinin lakabı 'asalak şehir'dir. Her türlü ihtiyacı imparatorluğun paralı askerleri tarafından gasp yoluyla temin edilen bir tufeyli kenttir. Dünyanın en büyük şehriydi, bir milyon nüfusu vardı. Yoksulların cesetleri gömülmez, çöplüğe atılırdı. Dağ gibi yığılmış çöp yığınlarının, karpuz kabuklarının, yemek artıklarının arasından fırlayan insan kolları, bacakları tasvir edilir. Şahane Roma'ya, 'sömürü kültürünün yapılaşması' denilmesi bundandır." demektedir. (8)
Georg OSTROGORSKY ise, "Bizans Devleti emsali bulunmayan, çok geniş ve yetiştirilmiş bir memurlar cihazına, üstün bir savaş tekniğine, geliştirilmiş bir hukuka ve çok ileri bir iktidasî ve malî sisteme sahiptir." dedikten sonra "Bu görüntünün arka yüzü ise, bu devletin her şeyi ve herkesi bu malî gereksinmelerine köle yapan hazinecilik zihniyetidir. Onun mükemmel yetiştirilmiş idare cihazı aynı zamanda en vicdan tanımaz sömürünün bir âleti idi.  Bürokratik devletin belkemiğini teşkil eden usta Bizans memurlar müessesesi en kötü ahlâksızlık nümunesidir. Bizans memurlarının atasözü halini almış irtikâp ve ihtirası halk için en korkunç musibet idi. Devletin serveti ve yüksek kültürü, halk kitlelerinin yoksulluğu, hukuk yoksunluğu ve hürriyetsizliği bahasına sağlanmıştır." demektedir. (9)



Dipnotlar:
(1) ALATLI Alev, "America the Beautiful" Fesüphanallah! Nasihatname I, Türkuvaz Kitap, İstanbul 2019. Roma İmparatorluğunun bu "bölünme" hikâyesini çok özet ve komprime hâlde ALATLI'nın bu Kitabının 156. ilâ 170. sayfalarında bulabilirsiniz.
(2) OSRTROGORSKY Georg, Bizans Devleti Tarihi, TTK Yayınları, 7b. Ankara 2011, s.30.
(3) (Semavi Eyice ile röpörtaj - http://www.milliyet.com.tr/cadde/bizans-adi-uydurmadir-1360909)
(4)  OSRTROGORSKY Georg,  a.g.e., s.25
(5) ( https://www.kulturportali.gov.tr/portal/dogu-roma--bizans--imparatorlugu-- )
(6) ( https://islamansiklopedisi.org.tr/rum)
(7) Roma Hukuku konulu bir makaleyi http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/8_6.pdf adresinde okuyabilirsiniz.
(8) ALATLI Alev, a.g.e., s.57.
(9) OSRTROGORSKY Georg, a.g.e. s.30.



23 Ekim 2019 Çarşamba

Temenniler - Bir


Kapınız çalınsa, açsanız. Ben olsam kapıda üşümüş... yorgun...
Bir şiir gibi "üşümüşsün, gel içeri" deseniz; varlığınızla ısıtsanız rûhumu.
Bu sıcak hoşgeldin iklimine girince "zaman dursun" desem. Köyümün, ışığı yeşil derelerinin ışıltısı doğsa içimde.
Bir yer yatağı yapsanız bana, patiska yastık yüzleri olan ve  "hadi yat, dinlen" deseniz.
Sonra elinizi usulca yüzüme dokundurup "uyu...." deseniz, uyusam.
Bâdem çiçekleri içinde çalkanırken rûhum, bedenim temiz çamaşır kokan yatağında, fırtınadan kaçıp kurtulmuş bir gemi gibi dinlense. "iyi ki var olduğunu" hücrelerim terennüm etse.
Bir daha hiç uyanmasam...

15 Ekim 2019 Salı

Hayat insana neler gösterebilir ?



Leviathan'ı bilmeyen anayasa hukuku hocası,
Altınoranı ve kilit taşını bilmeyen mimar,
I. Millî Mimarlık akımını bilmeyen mimarlık doktora öğrencisi,
Üslûbu olmayan mimarlık,
Komplo ile komple kelîmelerinin farkını bilmeyen üst bürokrat,
Avrupa Komisyonu'na görev tevdi eden yönetmelik hazırlayan hukukçu,
Proteus vulgaris'i plâkta ayırt edemeyen mikrobiyoloji asistanı,
Görev yaptığı câmideki levhanın hatalı yazısını farketmeyen din görevlisi,
20 liraya aldığını 125 liraya satan esnaf,
Cumhuriyeti demokrasi ve kendisini "aydın" sanan okumuş,
Kraliçesinin iç çamaşırını eldivenle tutan uzmana nâzire, bir pâdişahın el yazısıyla yazdığı dilekçesini eliyle tutan müze müdürü,
Ebcede dinî bir veche vermeye çalışan din adamı,
Yabancı lîsan puanı düşük diye hocayı doçent yapmayan sistem,
Yobazlığın, bilmeden ve fikir sâhibi olmadan kötülemek olduğunu bilmeyen yobaz,
Türkçenin ağız ve lehçelerini "yabancı" lîsan zanneden "çağdaş" insan,
Kuru ağaç dalından ve böcek kabuğundan yardım bekleyen nakil müslümanı,
Pâdişahları peşinen "kutsal" gören muhafazakâr,
Pâdişahları peşinen "menhus" gören "ilerici",
Devletinin sultanı, terör saldırısında ölmedi diye üzüntüden kahrolan şâir,
Kadına şiddeti erkeklik olarak gören erkek,
Kadının metalaştırılmasına ses etmeyen feminist,
Dışkısının tadına baktığını söyleyen üniversite hocası,
Hukuk kitabı yazan hekim,
İstanbul'un fethini anlatan târihî belgeselde danışmanlık yapan jeolog,
Bilmezliği meydana çıkmasın diye soru sordurmayan "târihçi",
...
------------
Meraklısına notlar:
- Yukarıdaki her bir tesbitin müşahhas birer misali vardır. 
- Bu liste zaman içindeki tesbitlerimle uzayacaktır.

Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...