27 Şubat 2019 Çarşamba

Ankara'da I. Millî Mimarî Üslûbundaki Eserler

Sıhhiye'den Ulus'a giderken ve Ulus'da gezerken, bâzı binalar muhakkak dikkatinizi çekmiştir: Ankara Radyosunun binası ile Numune Hastanesi binasının arasındaki Etnografya Müzesi binası ile -şimdiki- Resim ve Heykel Müzesi binası, Büyük Tiyatro'nun karşısındaki -şimdiki- Kültür ve Turizm Bakanlığı binası, Opera'dan Ulus meydanına doğru giderken sol köşe başındaki eski Osmanlı Bankası binası, 50 metre ilerideki Ziraat Bankası Binası, hemen karşısında yer alan ve eskiden Tekel binası iken şimdilerde Yunus Emre Vakfı'nı barındıran bina, biraz daha ileride Ulus'tan dışkapı yönüne giden Çankırı Caddesinin hemen sağ başındaki İş Bankası binası, Ulus meydanından batıya inen yolun hemen başında Birinci Meclis binası, yaklaşık 50 metre alt tarafta İkinci Meclis binası,  hemen karşısında Ankara Palas (Devlet Konukevi), Ankara Palas ile Osmanlı Bankası binasının arasında yer alan Evkaf Apartmanı bunlardan bâzılarıdır.
Bu binaların her birisinin önünden geçerken muhakkak durmuş, seyretmiş hattâ fotografını çekmişsinizdir. Diğer binalardan farklı, sıcak, güzel, gösterişli binalardır bunlar. İşte bu binaların ortak özelliği Birinci Millî Mimarî Üslûbuna sâhip olmalarıdır. Kimi zaman üslûp yerine akım da denilmektedir. (Birinci Ulusal Mimarlık Akımı gibi)
Genç Cumhuriyetin başkenti Ankara da bu üslûba sâhip eserlerden nasibini bolca almıştır denilebilir. Ankara'yı taçlandıran bu binalardan bâzıları şunlardır:


Ziraat Bankası Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. Şu an müze olarak kullanılmaktadır.

İş Bankası Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir.

Evkaf Apartmanı
Mimar Kemaleddin'in eseridir. Şu an Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve Küçük Tiyatro'nun bulunduğu binadır.

Tekel Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. İnhisarlar Müdiriyeti (Tekel Müdürlüğü) binası olarak kullanılmış olup; şimdi Yunus Emre Vakfı'nın hizmetine tahsis edilmiştir.

Ankara Palas
Mimar Vedat Tek tarafından başlanılmış ve mimar Kemaleddin tarafından yapımına devam edilmiştir. Şimdi Devlet Konukevi binasıdır.

Osmanlı Bankası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. Şimdi Garanti Bankasına aittir.

Halk Fırkası Mahfili
Mimar Vedat tek'in eseridir. Halk Fırkası Mahfili olarak yapılan bina, İkinci Meclis Binası olarak  kullanılması sebebiyle hâlen bu isimle bilinmektedir. Şu an Cumhuriyet Müzesi'ne ev sâhipliği yapmaktadır.

Türkocağı Binası
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir. Türkocaklarının kendi kendini "feshetmesi"nden sonra Halkevi binası olarak kullanılmıştır. Şimdi Resim ve Heykel Müzesine ev sahipliği yapmaktadır.

Etnografya Müzesi
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir.


Hariciye Vekaleti Binası
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir. Atatürk Bulvarı üzerinde Büyük Tiyatro binasının hemen karşısında yer alan bu bina, Hariciye Vekaleti (Dışişleri Bakanlığı) olarak kullanılmak üzere yapılmış,  hâlen Kültür ve Turizm Bakanlığı binasıdır.

Bu eski fotografta, Hariciye Vekaleti binası (yolun kıvrılma noktasında), geride ise Türkocağı binası ve Etnografya Müzesinin binası görülmektedir.

Gazi İlk Muallim Mektebi Binası
Mimar Kemaleddin'in eseridir. Şu an gazi Üniversitesi rektörlük binasıdır. Bina bitmeden önce Kemaleddin'in elinden alınarak Ernst Egli'ye verilmiş ve onun tarafından "projenin ana hatlarına ve binanın cepheden görünüşüne dokunulmadan koridorların ve sınıfların boyutlarını küçülterek" bitirilmiştir.

Meraklısına çok kısa bilgiler
1) Sanat tarihçilerince klasik Osmanlı mimarîsinin kırılma noktası kabûl edilen Sultanahmet Camiinin 17. yüzyılın ilk çeyreğindeki inşaından sonra, Hassa Mimarlar Ocağı zayıfladığından ve II. Mahmud devrinde kurulan Ebniye-i Hassa Müdiriyetinden sonra artık bu Ocaktan mimar yetişmediğinden,  yapılan câmi ve diğer mimarî eserlerde ya bir batı etkisi vardır (Nuru Osmaniye Camii gibi) ya yabancı mimarlar yapmıştır (Pertevniyal Valide Sultan Camiinin mimarı Montani, Ayasofya Camiinin tâmiratını yapan Fossati'ler gibi) ya da Osmanlı tebaından olmakla birlikte Osmanlı mimarisi ile alâkası olmayan mimarlar yapmıştır. (Balyan kardeşler gibi)

Birinci Millî Mimarî Üslûbu, mimaride gelinen bu olumsuzlukların yanında  20 yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu zor şartların doğurduğu bir millîleşme anlayışını  da yansıtır. Kimi zaman uslûp yerine "akım" da denilen birinci Millî Mimarî Üslûbu, o dönemde yaşayanlarca 'Milli Mimari Rönesansı' olarak anıldığı gibi mimarlık tarihçilerince "İmparatorluk mimarlığının yankısı" olarak vasılandırılmış  ve 'Birinci Milli Üslup' adı verilmiştir.
  Vedat Tek, mimar Kemaleddin, Arif Hikmet Koyunoğlu, Ahmet Kemal, Tahsin Sermet, Ali Talat, Falih Ülkü, Hafi, Necmeddin Emre ve Giulio Mongeri gibi mimarlar bu anlayışa uygun eserler meydana getirmişlerdir.

2) Giulio Mongeri, 1873 İstanbul doğumludur.

20 Şubat 2019 Çarşamba

Şapkalar

1) Başını usul usul dosyadan kaldırdı ve "Usul hatası var" dedi.
2) Kar satışı karlı bir iş.
3) Kadın balasını sordu, Bala'ya gitti dediler.
Yukarıdaki üç cümleyi okuma şeklinize göre mânâsı değişecektir. Darbeci tâlimatıyla harflerde şapka kullanımı kaldırıldı ya, buyrun karmaşaya ve kargaşaya.
Neden mi karmaşa? Türkçe, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir lîsandır demiyor muyuz!
Efendim, Anadolu'da "usul" -diğer mahallî ve değişik kullanımları yanında- yaygın olarak "yavaş" mânâsında kullanılan bir kelîmedir. "Usulca gel" cümlesindeki gibi. Arapça'dan Türkçe'ye geçen "usûl" ise, yöntem, metod  mânâsındadır! 1 numaralı cümlede, kişi yavaş yavaş başını kaldırıyor ve  usûl hatası var diyor; eğer ikinci "usul"da şapka varsa elbette.
2 numaralı cümleyi şapkasız okursanız, her iki "kar" kelimesi de kışın yağan donmuş ve kristalize suyu ifâde edeceği için oldukça anlamsız olacaktır. Eğer sıcak bir yörede kar satmanın "kârlı", kazançlı bir iş olduğunu söyleyecekseniz, ikinci "kar" kelîmesinde şapka kullanmak şarttır.
3 numaralı cümlede, kadın çocuğunu soruyor; çocuk, Ankara'nın "Bâlâ" ilçesine gitmişse, ikinci "bala"da iki adet şapka kullanmak zorundasınız. Aksi takdirde "çocuk çocuğa gitti" gibi ilginç bir mânâ çıkacaktır ortaya.
Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Afrika'da yalıtılmış bir hayat süren bâzı kabilelerin lisânlarını hâriç tutarsak, başka bir lîsandan kelîme almamış saf bir lîsan olamayacağına göre, bâzı kelîmelerde uzun veya ince sesliler olması mümkündür ve bu sesleri şapka olmadan yazamayız, kendimizi ifâde edemeyiz. "Yok canım, biz gelişinden anlarız, şapkaya ne gerek var" diyenler olabilir elbette. O durumda, lisânda etnik bir temizlik yaparak ince ve uzun seslileri atabilir, netîcede de "Sürgünler sürgünde sürgün yemekten sürgün oldular" kuruluğuna ve bir müddet sonra da "şeyin şeyi şey olmuş" tatsızlığına düşeriz.
Esâsen, şapka konusunda bir yanlışlığımız da var. Hem uzun ve hem de ince sesliler için "^" işâretini kullanıyoruz. Oysa ince seslilerle uzun seslileri ayırt edebilmek için iki farklı işâret kullanmak daha uygun olacaktır. Öldüren kimseyi târif eden -ve ism-i fâil olan- kâtil kelîmesindeki a harfi ince değil uzun okunmalıdır. Türkçeye oldukça hâkim bâzı yazarlar, uzun a harfini gösterebilmek için, bu kelîmeyi iki adet a harfi ile "kaatil" şeklinde yazmışlardır. Eğer bu kelîmedeki a harfi kısa okunursa, kelîme "öldürme" mânâsına gelecektir; "katil zanlısı"nda olduğu gibi. Bu konuda muhtemel bir çözüm ince seslilerle aidiyet gösteren "i" harfi için "^" işâretini, uzun sesliyi göstermek içinse ilgili harfin üzerine düz çizgi işâretini koymak olabilir. Yani işāret kātil lâf, idārî gibi.
Belki bugün uzun ve ince sesli barındıran kelîmeleri bildiğimiz için, şapkasız da olsa vaziyeti idâre edebiliyoruz; ancak, gelecek nesillere kuru, tatsız ve derinliksiz bir Türkçe yerine lezzetli, âhenkli ve zengin bir Türkçe bırakmak istiyorsak düzeltme işâretlerine muhtâcız.

14 Şubat 2019 Perşembe

İkindiye methiye

Yağmurlar
Şâir Bahaettin Karakoç'un "Hani beklenmedik yağmurlar vardır, Ansızın bastırıp çabucak giden." mısralarında dediği gibi, henüz hayâl kurabildiğim zamanların erken yaz ikindilerinde yağmurlar yağardı ve o yağmurlar içimizde damla damla biriken yorgunluğu silerdi.
Yağmurla berâber hayat dururdu ve bitişiyle yeniden başlardı yunmuş sokaklarda.
Kenger ve keven gülmese de, Ankara'nın kirli havasında rengini kaybetmeye doğru giden yeşiller gülerdi yağmurdan sonra.
İçimde bir yer ve isimlendiremediğim bir his de gülerdi...

Salkım söğütler
Ankara'ya baharın gelmekte olduğunu, Kurtuluş Parkı'ndaki sarı çiçeklerin açmasından anlardım. Patlarcasına hepbirden ve yapraklardan önce açardı.
Bahar gelince de erken yazın habercisi salkım söğütler tomurcuklanmaya başlardı. Yeşili, mâsumiyetten başka bir kelîmeyle tavsifi mümkün olmayan salkım söğütlerin tâze yaprakları, ikindi güneşinin altın ışıkları altında havuzun suyuyla cilveleşir, gizli bir lîsanla bize selâm verirdi.

Beyaz leylâklar
Yenişehir Sağlık Koleji'nin bahçesinde morların yanında beyaz leylâklar da vardı. Ankara'nın kirli havasına nasıl direnirlerdi bilemem amma hep bembeyazlardı;  ikindi güneşinin altunî rengi dahi halel getiremezdi o beyazlığa.
Masallara lâyık beyaz gelinlikler gibi pürüzsüz, kat kat ve dokunmaya kıyılamaz bir güzellikti.
Ah o leylâklar... İç gıcıklayıcı ve başdöndürücü kokularıyla alıp hayâl dünyâsının kuytularına kaçırırlardı ruhumu.
Neredeyse yarım asır sonra bile hayâli içimi aydınlatıyor. Nasıl kıydılar da kestiler!
Beyaz artık müebbeden kirli...



Kurtuluş Parkı
Yenişehir'in sâde akciğeri değil kalbiydi de Kurtuluş Parkı.
Aşka dâir kelîmeler sinmiştir toprağına. Sevgililer orada buluşur, sevgili olmak isteyenler oraya kaçarlardı.
Günün her saati başka bir dünyayı sererdi ayaklarınıza. Sabahları dingin bir bahçe, kuşluk vakti sabırsız âşıklara gezi, öğleleri gölge bahşeden bir hayırhah, ikindileri şiir iklimine kalkan bir vapur gibiydi.
Salkım söğüt dallarının bir anne gibi şefkatle eğildiği havuzunda, ne hâtıraların akisleri gizlidir bir bilseniz...

Ummânım
Anadolunun kuraklığında geçen çocukluğumda, "göl" denilen su birikintilerinde çimmek yerine okumayı seçen tuhaf bir çocuk idim; belki de bu sebeple yüzmeyi bilmem.
Dahası büyük sulara karşı gizli bir korku vardır içimde.
Velhâsıl ben ummânımı yerde değil gökte buldum hep; âsumanın mâviliği, bulutları, güneşin ışıkları benim ummânımın eşkâlini belirledi.
Güneş ikindi vaktinin engin yurduna varınca, benim ummânımda altunî yakamozlar vücut bulur. En münbit hayâl dünyası bu cümbüşün içinde filizlenir.
İkindiye hürmet gerektir.

Vel asr
Hani hayatı bir güne benzetirler; sabahı doğum ve çocukluk, öğlesi ömrün ortası, akşamı ise ölüm diye.
Bu benzetmede ikindi, ömrün ortasının geçildiği, ölüme daha da yaklaşılan kısmına tekâbül etmektedir.
Gençliğin aceleciliğinin bittiği, sonbaharın olgun ve râyihalı meyveleri gibi tecrübenin biriktiği, dünyaya kısmen doymuşluğun hâkim olduğu ömür parçası.
Güneş öğle vakti kadar aydınlatmasa da, ışıkları daha altunîdir, herşeyi daha güzel gösterir.
"Min'el aşk ve halâtihi" sözünün sırrına erilir ikindi vaktinde..
Ve asra yemin edilir.


10 Şubat 2019 Pazar

"Osmanlı" mutfağı

     Son zamanlarda pek bir moda oldu "Osmanlı mutfağı" ya da yemekleri.. Yerli yersiz pek çok yiyecek Osmanlı ile özdeşleştirilmeye, ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Nitekim geçenlerde Murat Bardakçı "Osmanlı muftağı artık yoktur" serlevhalı bir yazı yazdı. Bu yazıda Bardakçı, tabelasında Osmanlı yemekleri yapıldığı belirtilen bir lokantada yediği "“Kanunî Sultan Süleyman Kebabı”nı da anlatıyor:
"Ve, gele gele bol domates soslu, baharatlı, hafifçe yanmış ve meşinden de sert bir dana eti geldi!
Kanunî’ye mâledilen böyle bir yemek hakkında orada birşeyler söyleyebilmek ne haddimize? “Kardeşim, saraya sığır cinsinden hiçbirşey girmezdi, sadece koyun yerlerdi” diyecek olsanız cahilliğinize hükmedecekler. Hele “Domates, Kolomb sonrası meyvedir, bizim buralara Amerika’nın keşfinden ikiyüz küsur sene sonra gelmiştir, dolayısı ile Kanunî hayatı boyunca domates yememiştir” gibisinden söz söylemeye kalksak meşinden bile sert dananın üzerine bir de temiz dayak ihtimali vardı ve mecburen sustuk!"
     Bu yazıyı okuyunca aklıma, Türkçe sevdâlısı şâir ağabeyim Yavuz Bülent Bâkiler'in anlattığı bir anekdot geldi: Bâkiler, Fâtih Sultan Mehmed ve İstanbul'un fethini anlatan bir şiir yazar. Şiirde, Anadolu yakasından İstanbul'a bakan Fâtih, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra 'Ey Konstantiniyye seni fethedeceğim' demektedir. Şiiri Ârif Nihat Asya hocaya fikrini almak üzere okuttuğunda Hoca, 'Evlâdım şiir pek güzel olmuş amma Fâtih kahve içmezdi; zira Fâtih döneminde Osmanlıya henüz kahve gelmemişti' der. 
     Esâsen, "Osmanlı mutfağı" denildiğinde standart yemekler ve târifler bulmak imkânsızdır. Zira, İmparatorluğun hüküm sürdüğü altıyüzyıllık süre zarfında târifler ve yemekler şüphesiz ki pek çok değişikliğe uğramıştır. Gerçekten, Fatih dönemi ile II. Abdülhamid dönemin muftağı karşılaştırılacak olursa bu husus âyan beyan ortaya çıkacaktır.
     Stefanos Yerasimos, 15. ve 16 ncı yüzyılın yemek kültürünü "Sultan sofraları 15. ve 16. Yüzyılda Saray Mutfağı" kitabında incelemiş ve bu arada 40 yemek târifi vermiştir. Kitabın adı ve saray mutfağı ibarelerine bakarak genel ile ilgili bir hüküm veremeyeceğini düşünmemek gerekiyor. Zira, Yerasimos bu Kitabında "Zirveden tabana, padişahtan imâretlerede beslenen halka kadar, kurulan düzen ve hatta yemek alışkanlıkları devlet tarafından belirlenmiş görülüyor. ... Bundan dolayı, İstanbul'da olduğu kadar Bursa ve Edirne'de, halkın ocağında pişenleri izlemek için yine de resmi belgelere başvurmak gerekecektir." (s.45) demektedir.
     Yerasimos'a göre, "17. yüzyılın ortalarından başlayarak yeni bir mutfak, özellikle bugün Osmanlı mutfağı olarak tanıdığımız mutfak doğmaktadır. Yeni kültürel katkıların ve yeni ekonomik koşulların sentezi olarak, 18. yüzyıl boyunca gelişir. Bu yüzyılın ikinci yarısında ise Amerika'dan gelen bitkilerin etkisinde kalır, bunların bir bölümü, özellikle domates ve yeşil biberi tümüyle, patates ya da mısır gibi bir bölümünü kısmen benimser. 19. yüzyıldan başlayarak da batı etkilerine açılır." (s.50)
Yerasimos'un çeşitli eski yemek kitaplarına dayanarak verdiği târiflerde salma, tavuk kavurması, râşidiye, buyressiye, mahmudiyye gibi et ve tavuk yemeklerine bal ve sirke katıldığını, tüffahiyye'ye kuru hurma, kâbuni'ye  kuru kayısı, nîrbâc, buyressiye, mahmudiyye'ye üzüm katıldığını görüyoruz. Gülsuyu, damla sakızı, safran, kimyon, tarçın sıkça kullanılan baharatdan.
Dâne-i rişte tâbir olunan erşite pilavında hem tavuk eti, hem koyun kıyması ve hem de tavuk suyunda pişirilmiş bumbar dolması var.
     Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında 1913 yılında bir iftar sofrasının menüsüne baktığımızda ise şu yemekleri görürüz: Sebzeli tavuk çorbası, börek, kuzu dağ kebabı, edip salatası, çerkes tavuğu, anberbû pilavı, bamya, yoğurt, vezirparmağı, dondurma, meyve, şekerleme. (Ayvazoğlu, s.234)
Dolayısıyla, sürekli değişen bir mutfak Osmanlı mutfağı. Yemek kültürü konusunda araştırmalar yapan Priscilla Mary Işın'ın "Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi" adlı kitabında, 1299 ilâ 1500 yılları arasını erken Osmanlı dönemi, 1500 ilâ 1700 yılları arasını klâsik Osmanlı dönemi ve 1700 ilâ 1923 arasını da geç Osmanlı dönemi olarak üç bölümde ele alması da bu hususu göstermektedir.
     Bugün, özel gastronomik denemeler hâricinde etin bal ile pişirildiği bir lokanta bulmanız imkânsız olduğu gibi, -zerdeçalla renklendirilmiş pilavın safranlı olarak "yutturulması" gibi akla zarar teşebbüsleri hâriç tutarsak- damla sakızı, çam fıstığı, safran gibi pahalı malzemeyi yemeklerde görmek de neredeyse imkânsızdır.
     Günümüzde, bir kelimenin sonuna "hâne" eki getirilerek, "felan-ı filan" gibi arapça isim tamlaması yapılarak, ismin başına pâdişah veya saray ismi getirilerek gûya Osmanlı mutfağından yemekler sunan kişi ve lokantalara bir de bu gözlerle bakın. 

- AYVAZOĞLU Beşir, Saatler, Ruhlar ve Kediler, Kapı Yayınları, İstanbul 2015.
- IŞIN Priscilla Mary, Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018.
- YERASİMOS Stefanos, Sultan Sofraları 15. ve 16. Yüzyılda Saray Mutfağı, Yapı Kredi Yayınları, 5b., İstanbul, 2004.


5 Şubat 2019 Salı

Lokanta müşterileri

Esas olarak iki tür lokanta müşterisi vardır: Yemek yedikleri yere önem verenler ve yediklerine önem verenler.
Birinci gruptakiler için "ambiyans" herşeydir. Gösterişli bir mekân, gösterişli masa örtüleri, parlak çatal ve bıçaklar, origami sanatının bir örneği imişçesine tuhaf biçimlerde katlanmış peçeteler vs. vs.
Çatal nerede, bıçak nerede, hangisi hangi elde tutulur, şu tuhaf geniş bıçak neyin nesidir, peçete nasıl kullanılır, etraftakiler nasıl, kim bana bakıyor gibi onlarca soru ve istihfamın altında ne yediğinizi bile farketmezsiniz. Farketseniz dahi, "kral çıplak" demek cesâret istediğinden tatsız tuzsuz yiyecekleri bile methetmek zorunda kalabilirsiniz. Hele bir de yemek fiyatı aklınıza düşerse, hiçbirşey anlamazsınız yediğinizden.
Erbâbı olmadığınız bıçak kullanmak işkencesi demoklesin kılıcı gibi durur başınızda. Eh azıcık da mütedeyyin iseniz, "pırotokol"e ya da kamuoyu baskısına uyarak sol elinizdeki çatalla yediğiniz her lokmada bir günah duygusu içinize oturur. Böyle anlarda, -Kemal Sunal'ın başrolünde oynadığı -Sosyete Şaban filmindeki Şaban Ağa'nın, yemek yemeyi öğreten hocası eşliğinde tavuk etini bıçakla kesip sonra eliyle çatala takma sahnesi gelir aklıma.
Kendi istekleri ile bu grupta olanlar için "o" lokantada yemek yemek bir gösteriş, bir statü edinme aracı, bir nevi kompleks tatminidir. Böylesi bir lokantaya görev gereği, arkadaş ısrarıyla, toplu bir yemek organizasyonu gibi sebeplerle isteğiniz dışında gitmek zorunda kalmış olabilirsiniz. Eğer görev gereği gitmiş iseniz, hiç sesinizi çıkarmadan yemeğin bitmesini bekleyin. Diğer durumlarda, masada  bilmediğiniz bir yemek varsa veya gelirse çekinmeden ne olduğunu sorun. Çatal ve bıçağı istediğiniz elinize alın. İsteğinizi hiç çekinmeden belirtin ve asla lokanta görevlilerine senli-benli davranmayın. Tercihlerinizi belli etmekten korkmayın. Unutmayın ki hiç kimse sizi -hangi sebeple olursa olsun- yiyemiyeceğiniz bir şeyi yemeye zorlayamaz. 
İkinci gruba gelince:
Bunlar, ağzının tadını bilen ve lezzetli yemek yemek isteyenlerdir. Masalardaki örtü umurlarında değildir. Bezle silinip kurulanmış örtüsüz bir masada yiyebilirler yemeklerini. Ekmek arası da yiyebilirler yediklerini; ekstra ekmek veya pide istemekten de çekinmezler ve bu istekleri hemen yerin getirilir. Ekmek genellikle tâzedir; pide de öyle ve hatta sıcacık. Bunlar, bir esnaf lokantasında tanımadıkları insanlarla aynı masada oturup yemek yiyebilirler; zira buradaki asıl amaç "yemek yemek"tir.
İkinci gruptakiler, neyi nerede yemeleri gerektiğini bilirler. Kuru fasülye mi? Hadi Emin Usta'ya.. Döner mi? Hadi Azim Beşiktaş'a.. Yakında ise Meşhur Ankara Dönercisine. Tavuk mu yenilecek? Tahtakale Sokak'ta Üçler Tavuk'a.. Şuranın Sivas köftesi iyi, şurada kokoreç iyi yapılıyor, şurada ekmek kadayıfı yenir... Bu liste uzar gider.
İkinci grup için iki kriter söz konusudur: Lezzet ve temizlik. Fiyatı bir kriter olarak katmıyorum; zira bu yerlerde yiyecek fiyatları umûmiyetle mâkuldür.
Hayatımıza değer katmanın yollarında birisi de ömür yolculuğunda tadlara yer açmaktır; aşırıya kaçmadan, temizinden, keşkelerin koynuna düşmeden. Düşünün ve karar verin, hangileri daha önemli sizin için diye.
Ben mi? İkinci gruptayım elbette.

Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...