30 Ocak 2019 Çarşamba

Hep ötelerdeymişim meğer

Yaylı tanbur ile nihâvend bir taksim dinlerken, akşamüstü çınar yaprakları arasından gördüğüm lâciverd gökyüzü düştü aklıma gecenin bir vakti.

Aklıma, içimin içime sığmadığı zamanlar düştü.

Bir aryanın peşinde saatlerce koştuğum zamanlar.

Ihlamurların baygın kokusuyla müzeyyen ilkyaz akşamları,

Vav'ı bilmeden vav olduğum, elifi bilmeden elif olduğun anlar...

Bilmeden şiir ummânına daldığım günler,

Hicazkârkürdîyi bilmeden kürdilihicazkâra mest olduğum vakitler,

Dünyamın majörlere emanet olduğu az umarlı yaşlarım,

Ferahfezayı bilmeden geçen mevsimler,

Kaçılabilecek mâveranın olduğunu zannettiğim yıllar.


Hep ötelerdeymişim meğer bilmeden...

Minörler varmış perdenin ardında.

Şiirlerimde değilmiş boşluk elbisesi, hep üstümdeymiş.

Elleri sızlatan soğuk ve yağmurlu havalarda aranan, avuçlarımdaymış.

Hep hiçmiş ve hiç hep...

Son dönemeçde elif vav'a tahvil oldu;

Hakikatin kasem vav'ı oldu...

27 Ocak 2019 Pazar

Meşhur Ankara Dönercisi

Ulus'ta, Çıkrıkçılar yokuşunun arka paralelinde yer alan Konya Sokak'dan Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne doğru çıkan yokuşun üzerinde, Konya Sokak ile Kardeşler sokağın köşesinde küçük bir lokanta Meşhur Ankara Dönercisi. Bütün dükkan hepi topu 25-30 metrekaredir.
Birkaç sandalyeli masa ve duvar boyunca uzanan ve taburelere oturularak üzerinde yemek yenilen bir raf bütün müşteri mekânını oluşturuyor. Adından da anlaşılacağı üzere, esas olarak ve her gün döner kebap yapılan dükkanda, bâzı tencere yemekleri de bulunuyor. Her gün mercimek çorbası ve dönüşümlü olarak yapılan diğer yemekler. Bir gün ciğer, bir gün kavurma vs..
Salaş bir esnaf lokantası Meşhur Ankara Dönercisi. Zaman içinde esnaf hâricinde de müdavimleri oluşmaya başladı. Yemek yerken bunu farkediyorsunuz. Esnaf hâricindeki müşteriler artık çoğunluğu oluşturuyor denilebilir..Öyle ki, 2016 yılının kasım ayında eklediğim Meşhur Ankara Dönercisini gösteren fotoğrafa 2019 yılının mart ayına kadar 263 bin kişi bakmış!  (Bu fotoğrafın linki aşağıdadır)
Döner, pide üzerine servis yapıldığı gibi, ekmek arası da veriliyor. Döneri olağanüstü olmasa da, her dâim bulunan taze ekmek arasında ben severek yiyorum. Ekmek arası döner isterken yarım  ekmek veya üç çeyrek olarak sipariş verebiliyorsunuz.
Cuma günleri kavurma da hazırlıyorlar. Eğer ekmekle ilgili bir sıkıntınız yoksa, kavurmanın yağlı suyuna ekmek banarak yenilmesini hararetle tavsiye ediyorum.
Yiyecek fiyatları oldukça mâkul. Yolunuz düşerse uğrayın derim.

Meşhur Ankara Dönercisi

Meşhur Ankara Dönercisinin haritada yeri

23 Ocak 2019 Çarşamba

Yıllar öncesinden esintiler - Köyümün karları

Ankara'da yatılı okuduğum yıllarda, yarıyıl tatillerinde köyüme giderdim. Köye yağan kar -Ankara'nın kirli-beyaz kar'ına inat- devasa bembeyaz yorganını örtmüş olurdu bütün köye. O zamanlar çok kar yağardı; öyle ki bir sabah uyanıp dışarı çıkmak için evin kapısını açtığımızda karşımızda sâdece kar görmüştük.  Gece boyu yağan kar, evimizin kuzey tarafını tamamen doldurmuştu ve babam bir kürekle karda bir tünel açmıştı da öyle çıkabilmiştik dışarıya. Göz alabildiğince beyaz bir örtüyle çevrelenmişti bütün köy. Bu dingin beyazlığın içinde patika hâlinde yollar, sobalardan çıkan yanmış atıklar ve ağaç gövdelerinin karartısı görülürdü sâdece.

Pencereden, karlı tabiatın hiç sonu yokmuş gibi görünürdü ve ben bu sonsuzluk hissi içinde divana uzanırdım. Dışarıda zifiri sessizlik varken sobada yanan odunların çıtırtısını duymak ruhumu ısıtırdı. Sonra sobanın üzerindeki tencerelerden ve güğümden gelen hafif tıkırtı ve fokurtularla annemin sıcaklığı, babamın güveni birleşince hissettiğim huzur ve mutluluk  bütün ruhumu sarıp sarmalar, beni asûde ülkemin kralı yapardı. Sonraları hiç tadamadığım bu esrik hâl ile bin renkli uyku diyarına uçardım usulca.  O divandaki bir saatlik uyku öyle dinlendirirdi ki ruhumu ve bedenimi, her uyanışta esenliğin mücessemleştiğini hissederdim...

Neden sonra annemin sesiyle fırından yeni çıkmış leziz çöreklerin dâvektâr kokusunun kapladığı bir zamana uyanırdım. Pek sevdiğimi bildiğinden annem çöreğin hamuruna kendi yaptığı sucuktan parçalar koyar, yağlı fırın tepsisinde nar gibi kızaran sıcacık çöreği ardımdan atlı kovalıyormuşçasına indirirdim mideye. Hiçbir şehrin, hiçbir dükkânın böreği de çöreği de o tadı vermiyor, veremiyor.. Hiçbirinde o lezzeti bulamadım yıllar içinde; belki de eskilerin dediği gibi o zamanlar "ağzımın tadı yerindeydi", kimbilir... Aradan geçen kırk yıl o lezzeti unutturamadı.

Yiyeceğimiz, içeceğimiz, sevgimiz, kızgınlığımız velhâsıl herşeyimiz kar gibi saf ve lekesizdi. Evet, salam ve sosis bilmezdik, hamburger yoktu yemek listemizde, hardal ve ketçap da öyle. Kolanın ismi bile duyulmamıştı ve kahve denildiğinde sâdece Türk kahvesi anlaşılırdı. Kaplarımız kalaylı bakırdı ve henüz teflonla, titanyumla, petle karşılaşmamıştık. Cheesecake ve donut yıldızlar kadar uzaktı bilinirliğe...

Unumuz henüz, tam buğday, tam tahıl ve kepekli şizofrenisiyle mâlûl değildi. Domates, biber, patlıcan yaz sebzesi olmaktan vazgeçmemişlerdi daha. Et, kurutulmuş veya kavrulmuş hâldeydi ve derin dondurucu tatsızlığına düçar olmamıştı. Elbebek-gülbebek korunan üç-beş yaz meyvesi hususi zamanlar veya misafir için saklanırdı. Hilesiz peynirler çömleklerde olgunlaşıp sararır, hiç duyulmamış rokfor, gravyer, gouda kelimeleri, duyulsa bile "neyi ifade ettikleri bilinmez" vasfından çıkamazlardı. Trans yağ, doymuş yağ, doymamış yağ, soya yağı, kolza yağı, palm yağı en âlim ve en âriflerin bile taacüb edecekleri lakırdılardı. Zira yağ denilince akla sadeyağ gelirdi; "vita" istilası başlayıncaya kadar.

Sütün uzun ya da kısa ömürlüsü olmazdı; süt henüz sağılmış bir şeydi zira. Yoğurdun kaymaklısı, homojenizesi, çileklisi, "doğal"ı da olmazdı... Pre mi pro mu bilmezdik amma bütün yoğurtlar probiyotikti. Köftürde glikoz şurubu var mı acaba diye bir soru akla gelmezdi. Bal gerçek bal mı sorusu akla ziyandı. Su, çeşmeden içilir, şişedeki bir şey ancak ilaç olabilirdi; ya da zehir.

Dolar kuru tâkip etmezdi kimse. Borsa hiç duyulmamıştı. Banka, duyulan ve bilinen fakat uzak durulan bir yerdi. Para, evet önemliydi ama herşey değildi. Yardım kelimesi henüz dünyamıza yabancılaşmamıştı. Komşular biribirinden birşeyler ister, istenen şey verilir amma karşılığı beklenilmezdi.

Henüz elektriğin olmadığı zamanlarda gaz lambasının körsen ışığında biribirimizi şimdinin göz kamaştıran lambalarının aydınlattığından daha iyi görürdük.
Büyük radyolar vardı, bütün bir köyde üç beş tâne belki. Gâzi dedemlerin de -dedemin maaşı sebebiyle- bir "pilipis" radyosu vardı mesela. "Acans" saatlerinde büyüklerin başına toplaşıp dinledikleri, ibre ekranında bütün yabancı şehir isimlerinin Türkçe yazıldığı radyolar. Televizyon, eskilerin "Bi gün bir iradiyo icat olunacaamış, içinde adamlar gorünecaamiş"(*) dedikleri, daha yenilerin duydukları ama hiç kimsenin görmediği bir şeydi.
Pazara kamyon kasasında gidilir, sabah serinliğinde o kasada mâruz kalınan rüzgarla üşünür, yine de kimse "nolacak bu memleketin hâli" demezdi...

***

Bir gün köye gelen adamlar yol boyu çukurlar kazmaya başladılar. Sonra o çukurlara beton direkler diktiler ve o direklerin üstüne de parlak teller döşediler. "Aletdirik"(**) denilen birşey geliyordu köye. Bir gün o direklere aralıklı olarak taktıkları lambaların parıldadığını gördük. Evlerin damına metal borudan direkler dikip yoldan geçen tellere bağladılar ve evlerde de "aletdirikli" lambalar yanmaya başladı.
"Alamancılar", naylon mintan getirdiler köye ve naylon gocuk..
Sonra "çanta radyolar" geldi. Eski radyolara göre küçücüktüler. Herkesin bir radyosu oldu. Derken televizyon da geldi. Damlara dikilen antenleriyle, akşam başlayıp gece biten yayınlarıyla, salı akşamları Türk filmi, cumartesi geceleri Amerikan filmleriyle ve daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz bir sürü şeyle...

Ve "dizi"ler başladı, işi gücü bırakıp dizileri tâkip etmeye başladık. "Oturmaya gitmek" tâbir olunan ve sohbet edilen komşu ziyaretleri televizyon seyir akşamlarına döndü. Herkesin televizyonu olunca da hepten evlerimize kapandık.

Sadece Amerika'yı değil, San Fransisco'nun sokaklarını bile öğrendik, insanların her biraraya geldiklerinde ellerinde hep içki bardakları görür olduk. Ensest ilişkilerin de yer aldığı Dallas dizisiyle yatıp kalktık.. Kanallar çoğaldı, renkli oldu yayınlar; hiç kesilmez oldu.. Ahlâka aykırı ilişkiler "aşk yaşamak" diye beynimize kazındı.

Velhâsıl köyün karları da önce kirli beyaz oldu, sonra yağmamaya başladı. Köyümüz ve bizler hep berâber kirlendik, mâsumiyetimizi kaybettik...

Herşeye rağmen sobanın fırınında pişmiş patateslerin sıcak buğusu tütüyor hâla hayâllerimde..

---
Meraklısı için notlar:
(*) "Bir gün bir radyo icat olunacakmış, içinde adamlar görünecekmiş" cümlesinin Nevşehir ağzı ile söylenişi.
(**) Elektirik
Köftür: Üzüm suyundan yapılan kalınca pestil.
Pilipis: Philips
Acans: Ajans, haber bülteni.


18 Ocak 2019 Cuma

Babaların ölümü


Şu an dar ve uzun pencereden bakınca, çınar yapraklarının ve çatıların kaplayamadığı kısımdan kapalı bir gökyüzü görüyorum, tıpkı "içim" gibi.. bu pencereden mâvi gökyüzünün "yavruağzının deliceliğinden lâciverdin sükûnuna kaçışını" seyreyledim kaç defa; oysa şimdi içimin aynası gibi âsuman..
Tesâdüfler.... birsürü tesâdüf..

İçimde kaçmak arzususu coşarken, yıllar öncesinden bir nefes hissediş..
tesâdüf.. mü acaba... bir ölüm haberinin ulağı bu mektubu bugün alışım tesâdüf mü?
"Babam öldü" diyorsun mektubunda..
Çocuk, -bu "çocuk" hitâbını küçüklük mânâsında değil, şiirlerde geçen mânâda kullanıyorum, bunu bil, şunu da bil ki- babalar hiç ama hiç ölmez... ölmüyorlar.. 2002 yılının 17 Mart'ında babamı kaybetdim; "babam öldü" demiyorum, diyemiyorum.. o, çocuklarına "beni burada bekleyin" diyerek bir yerlere gitdi ve her an dönebilir; ama bir yıldan fazla oldu ve gelmedi, onun içündür ki "kaybetdim" diyorum ve diyorum ki ve biliyorum ki babalar hiç ama hiç ölmez.. öyle değil mi?
babamın yıkanışında ve kefenlenişinde hazır bulundum; tabuta yerleştirilmesinde.. sonra mezara bizzat indirdim, başını ellerimle yerleştirdim mezarın serin toprağına.. o an, şimdi olduğu gibi gözlerimde yağmur bulutları dolaşmamıştı.. ben babamın arkasından haberi ilk aldığım birkaç dakika haricinde hiç ağlayamadım biliyor musun.. ve yine diyorum ki babalar ölmez; amma ölüm dediğimiz şiirde geçdiği gibi "uyudun, uyanamadın olacak."...
Selâm ve sevgi ile...

***
Kirli gri bir gökyüzünün altında bir aziz dosta tâziye sadedinde bu satırları yazdığımda sene miladî hesap ile iki bin dört, aylardan ocak ve ayın yirmiikisi imiş. Şimdi babamın gidişinin üstünden onyedi sene geçmiş; sîmam daha çok babama benzemiş amma babam gelmemiş... Acaba gelmiyor mu gidenler? Yoksa gelemiyor mu? Şuara, ya "Neylersin, ölüm herkesin başında, uyudun uyanamadın olacak" demiş ya "Çağırırsın bir gün beni de ölüm, ister istemez gelirim" demiş ya da "Ölüm âsûde bahar ülkesidir rinde." Çağrıldığımız uyku diyarının âsûdeliği ve dahi hangi baharın ülkesi olduğu biz fânilere meçhul. Bil(e)mediklerimizi biliyor görünmek insanın en sık kullandığı ağrı kesici.
Dâr-ı bekâya göçün dönüşü olmadığını bilirim elbet... Amma insanın kalbine saplanan hasret ağacından zehirli kıymığın acısı ancak böyle hafifliyor. Bu da bir ağrı kesici.
Velhâsıl tahtadan atlarla gideceğiz bir gün o ülkeye; şaşmaz gerçek bu. O zaman kavuşacağız babalarımıza.

17 Ocak 2019 Perşembe

Çocukluk hatıralarımdan - Ebemkuşağı

Bir uzak köyünde Anadolunun, ‎ılık bahar yağmurları‎ndan sonra -ki genelde ikindileri yağard‎ı o köyde  yağmurlar- ebemku‏şağı kurulurdu semâya boydan boya…
Bir korku, bir sevinç, bir heyecan, bir ihtişam, bir merak velhâsı‎l insan olmaya dair bütün hisler kaplardı‎ içimi nöbetle‏şe ve ayn‎ı anda.
Korkard‎ım ona yaklaş‏mak düş‏üncesinden amma içimde bir "uzak diyar tutkunu" onun alt‎ından geçmeyi kurardı‎ hep o ikindi zamanları‎nda.
Geçmeyi ve gitmeyi ve görmeyi ve bilmeyi..
İşte o anlarda içimde kurulurdu ebemku‏şakları; reng-a-renk olurdu ruhum, pembeler sarardı‎ heyecanı‎, mâviler korkuyu, yeş‏il gidiş‏i ve k‎ırmızı‎ biti‏şi.
Ve hepsi birarada içimi anlat‎ırdı; ü‏şürdüm ve yanard‎ım ve ‎ıslan‎ırd‎ım ve çatlardı‎m kurulukdan ve korkard‎ım ve herş‏eyi silerdim ve ebemku‏şağı‎ olurdum bütün olmazlara inat…
Ebemku‏şağı‎ olurdum... ömrü onun ömrü kadar..
Derdim ki "Hadi gel, kaç!
Kaçal‎ım..."

***

Yıllar geçdi.. o uzak köye ben de uzağım artık.
Çocukluğumun ebemkuşakları, bütün renkleri doldurup heybelerine hicret ettiler bilmediğim bir diyara.
Amma kaçmak makâmı hep benimle kaldı. Zeman seksendokuz imiş ve akkuşlar beklemişim kaçmak için; heyhat gelmemişler... "olur yok.. mümkîn yok.. ihtimâl yok.." diye şiirler yazmışım...
"hep kaçmak makâmını hayâle memur bedenim
çakılıp kaldı
bu zindan zemine
cüce odalara açılan
büyük kapılar da yok Yageder
beni bulamazsın karşında…

ses yok.. eşyâ yok.. mekân yok.." 

diyen şiirler...
Son dönemeçte bütün renklerin soluklaşıp siyaha tahvil olduğu ân kaçacağım biliyorum... dön(e)memek üzere.

İsimsiz

Bambaşka bir sarı zambak
Kelebekleri kıskandırırdı yürürken. Sanki yer çekimi yokmuş ya da tüymüş gibi süzülürdü bir yerden bir yere giderken ve toprak incinmezdi o üstüne basınca. Mâvi çivit mâvisi, yeşil nil yeşili, pembe şeker pembesi olur, yavruağzının yanakları allaşırdı onun için. Uzak iklimlerin masalları, akla üşüşmek için sıraya girerdi  onu görünce. O varsa, yavruağzı lâciverde kaçmazdı, gece olmasın diye. Ve ay çivilendirdi yerine yakamozlar mehtaptan mahrum ve öksüz kalmasınlar diye. Yaz ısıtır ama kış üşütmezdi  o varken ve ruh ilkyaz ikliminde saltanat sürerdi hep.

Bakışları ne kadar delici ise bir o kadar da munis ve utangaç idi. Gölgeli bal renkli gözlerinde çokluk mâveranın buzu hüküm sürse de zaman zaman vuslatın ışığı çakardı. Has bahçeden çalınıp kırlara bırakılmış sarı bir zambak gibiydi; öylesine başka, öylesine mütenasip, öylesine vakur ve öylesine mütevazı.. Ehli olmayan anlayamazdı onun hasbahçenin çiçeği olduğunu ve o da belli etmez, belli etmek için hiç çaba göstermezdi. Zira onu anlamayan için ne bahçenin, ne çiçeğin ne de rikkatin önemi olmadığını bilirdi.
Başkaydı işte.. bambaşka...

Ah minel aşk ve halâtihi
Yedi dağdan topladığı yedi çiçeğin usaresini bal buharında çıkarıp üstüne yedi gün şiir okuyarak hazırladığı iksiri içince ruhu esriyen bir adam, onun bakışlarındaki vuslat ışığını yakalamak isterken mâveranın buzuna kapıldı ve bilinmedik bir âleme nefyoldu...
Kimsecikler yoktu sürgün olduğu yerde. Zifiri sessizlik hüküm sürüyordu.
Adam şikayetçi değildi; çünki sürgününün sebebiyle kaplanmıştı varlığı. Karanlıklar içinde gölgeli bal renkli ışıklar, sarı zambaklar vardı; erişemeyeceği, dokunamayacağı kadar uzakta olsalar da görüyordu ya... Dört tarafı buzdu amma o çok uzaklardaki ışık donmasına mâni oluyordu. Herşeyiyle teslim olmuştu ve gözlerini her kapadığında vuslat rüyası görüyordu...

Ilık bahar rüzgarında uçuşan sarı zambaklar okşuyordu yüzünü. Zambakların her dokunuşu cehennemî bir yakışla dalasa da yüzünü, onun varlığına hâkim oluşun buzlu serinliği ile yanmaz hâle geliyor ve o anlarda bir sonsuzluk şarabı ummanına gark oluyordu.
Sonra ellerini uzatıp usulcacık o bahar filizi parmaklara dokunuyor, her temas zaman çarkını tersine çevirip evvelki baharları yeniden ve yeniden yaşatıyordu...  Uçlarında en tatlı tebessümün tohumunu barındıran dudaklarının birleştiği noktaya yapılan yolculuklarda bütün bedenini kasıp kavuran bir kamaşma ile öylesine doluyordu varlığı ki hem güneşe ve hem aya ve hem yıldızlara dokunuyordu. Sekizinci renkle müzeyyen, beşinci mevsimle mübeşşer oluyordu o anlarda. O anlarda Faust olup zamana dur ey zaman geçme demek, Chopin olup bütün noktürnlerin en güzelini bestelemek, Yahya Kemal olup lâlezardaki ahbâba gazel yazmak istiyordu.

Persona non grata
Rüyadan uyanınca Mephisto düştü aklına; onun Mephisto'su sarı zambaklardı...
Ve böylece gün ortasında karanlığı yaşamaya, kalabalıklar içinde yalnızlığın kekreliğini tatmaya başlayınca anladı baharların sarı sıcağa ya da mâvi soğuklara götürdüğünü ve işte o an kendisini kendi ülkesinin istenmeyen adamı ilan etdi.
Gem vuramadığı hislerinin, "Bekle, zambakların zamanı geçinceye kadar bekle" diyen Mephistovâri ateşi ile aklının zehirli kıymıklarının cengi başlamışdı...
Böylece ruhu boşluk elbisesini giydi.
Ve fenâyı bildi o an; fâni oldu.
"Bildim" dedi, "bildim..."
Bildiğiyle uçmaya vardı.

Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...