Kayıtlar

Düşünceler etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Dostlarla da yollar ayrılıyor bir bir

Resim
Otuzbeş yaşı ömrün ortası olarak gören ama kırk altı yaşında ölen  Cahit Sıtkı Tarancı meşhur şiirinde diyor ki: Hayata beraber başladığımız, Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. 47 - 48 sene önce. Adana Kozan'da çalışıyordum. Aynı evi paylaştığımız ev arkadaşım, benim tanımadığım bir arkadaşıyla buluşmak üzere Adana'ya gitmeyi teklif etti, "Sizi tanıştırayım" diyerek. Arkadaşının adı Ziya imiş, okuldan arkadaşıymış.  Adana'ya vardık, Vilayet semtinde bir kahvehânede oturduk ve tanımadığım Ziya'yı beklemeye başladık. Ev arkadaşımın yüzü kapıya dönük, benimse sırtım. Şuradan buradan laflarken ev arkadaşımın yüzünde bir tebessüm belirdi; sonra da benim ensemde bir tokat şakladı. Ev arkadaşımın tebessümü bir kahkaha tufanına dönerken aniden arkama döndüm. Tanımadığım birisi gülüyor. Ancak, benim yüzümü görünce yüzündeki gülme birden kayboldu ve neye uğradığını şaşırmış ve suçluluk duyan bir ifâdeye dönüverdi. Bu arada ev arkadaşım ...

Habersiz geçen baharlar

Resim
Çocukluk ve gençlik yıllarımda köyümde yaşadığım  ilkbaharları yazmak için oturmuştum masaya. Gözlerimi kapatıp uzak yıllar ötesini hayalimde canlandırıyordum. Ve içine o yılların hasreti sinmiş şu satırlar dökülüyordu kalemimden: "Güneş kuşluk vaktini geçmiş, tende sıcak ısırışlar yapacak kadar yükselmişti. Vâdi, kayısı çiçeklerinden tozpenbe bir örtüyle sarmalanmıştı. Çiçeklerin târifsiz kokusu ruhu esritiyordu.  Uzaklarda, çok uzaklarda Kızılırmak ilkbaharın hüküm sürdüğü düzlüklerde altın bir şerit gibi parlıyor, Hasandağı'nın karlı zirvesi puslu bir mâviliğin içinden kendini gösteriyordu. Yakın ve uzak biraradaydı velhâsıl." Bunları yazarken birden irkilerek  şimdiki zamana geldim... Bu defa da şu satırlar döküldü kalemimden: Ahmet Muhip Dranas "Serenad" adlı şiirinde der ki; Geçiyorum mevsim gibi kapından Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ. Kapımızdan bir ilkbahar daha geçiyor ve biz farkında değiliz. Farkında olmadığımız diğer pek çok şey gibi...  Yeşile gö...

Sîretler ve Sûretler - Türkiyeli Muhafazakâr

  Bizde "muhafazakâr" denilince akla gelenle batılıların "konservatif" dedikleri tipolojinin pek bir benzerliği yoktur. Değerlerine bağlı, muhafaza eden anlamında muhazafakâr batılının konservatifi ile sâdece bu noktada örtüşür. Bunun hâricinde bizdeki muhafazakâr tipolojisine o kadar çeşitli insan girer ki, bunları karşılaştırmaya kalktığınızda şaşarsınız.  Gerçekten bizde dindar, mütedeyyin, eski kafalı, gerici, varoşlarda yaşayan, sağcı ve hatta milliyetçi olarak tanımlanan insanlar karşıtlarınca muhafazakâr olarak yaftalanırlar. Elbette bu yaftalamayı yapanlar muhafakârlığı bildikleri için yapmazlar bunu. Kendinden olmayanı aşağılamak için yaparlar. Onlara göre muhafazakârlık kötü bir şeydir. Muhafazakârlar demokrat olamazlar. Kafaları pek çalışmaz. "Beyaz Türk" olamazlar. Elbette bu yakıştırma ve sınıflandırmalar çoğu zaman değerlendirmeyi yapanların sığlığından hatta cehaletinden ileri gelir. Diğer taraftan, bizim  bâzı "muhafazakâr"larımız...

Kış Başlarken

 Havaların iyice soğuduğu şu günlerde kışa dâir düşünceler dolaşıyor içimde.   Acaba kış sâdece bir mevsim midir yoksa başka başka kışlar da var mıdır düşüncesi meselâ...  Meselâ Murathan Mungan hoşnutsuzluğun ve ayrılığın kışını başlatır Yalnız Bir Opera şiirinde.  Bakın etrafınıza. Ağaçlar yapraksız, sâhiller ıssız... Bütün renkler ruhunu kaybederek boza bulanıyor. Mevsim olarak kış başladı mı başlayacak mı bilemiyorum. Amma biliyorum ki birşeyler yalnızlaşıyor ve içimizin kışı başlıyor. Sonbaharı ve kışı pek bir severdim henüz genç olduğum zamanlarda, onlara şiirler yazardım; onlarla dolu. Gerçi genç olduğum zamanların kışı da güzeldi; kar henüz kar gibiydi meselâ. Rengi apak, tertemizdi. Heryeri kaplayacak kadar bol yağardı ve bembeyaz bir örtüyle örterdi dünyâmızı.  Kartopu oynamak, kardan adam yapmak kışa mahsus renklerdi. Temiz karla karıştırılan pekmez târifi zor bir lezzet idi. Kış gündüzleri dinginliğin mücessem hâle geldiği zamanlardı. Kış gecele...

Varolamayan Herşeye Dâir

Avuçlardan çıkan ırmaklar Humması, "Avuçlarından çıkan ırmaklar felâketimi söndürebilseydi" diyen satırlar yazarak  başladı ve senelerce sürdü. Sayhalar, sitemler, ilk baharlar ve ilk yazlar ve derken nice son baharlar gelip geçse de ruhundaki ateş fırtınası dinmedi. Bir yaz gecesi Nippur'un en yüksek zigguratına tırmanacaktı. Yüzüne bakamadan gördüğü kalem parmaklar İnanna-vâri  olacaktı; târifsiz... Zümrüt yeşili bir ışık her yanı kaplayıp herşeyi yıkayacak ve olmazı olur yapacaktı. Hâsılı vuslattan doğan bir vâroluş her yeri saracak ve işte o an yarım asırdır sorduğu "aşk var mı" sorusunun cevâbını bulacaktı. Kuruyan umman Böylece pek çok baharlar geçti. Sayhalar duyulmaz, sitemler umursanmaz, ilk baharlar farkedilmez,  son baharlar hissedilmez oldu. Gençliğin uzaklarda kaldığı bir gün onu gördü." Bak " deyince baktı ve korktu. Eskiden gördüğü umman  yoktu gözlerinin derinlerinde!  O, yüzünden anlamıştı bunu; " Evet, yok " dedi. Ve yıldızl...

Opus 64

Resim
Birinci hâne -  İtirafnâme Bilinsin ki uzakları göremediğim yalanının fâili benim. Uzakların umutsuzluğu sevketti beni bu riyaya. Tütüne sevdalanmam da benzer bir sebebe müstenid hekimbaşı; kalbimdeki o küçük umudun gölgelenmesi ruh kimyamı kânun tanımaz bir eşkiyaya çevirdi. Ve içimdeki o ses 'eşkıyalar tütün içer' deyu fermân eyledi. Sonra ' Hippodamos esaslı yollar istemezuk' fermânı da tamim olundu fakire. Her ân yeni ihtimallere gebe ve üç adım ötesi tahmin edilemez yollar umudun tohumu oldu böylece. İkinci hâne -  Ontoloji Hicazla sarmalanmış  " Aşk hastasıyım bakma benim nabzıma doktor " sözlerini duyunca birden bîtab oluşu geldi aklına. Ve düşüncelerin karanlık ummânına daldı ve vâroluşun sebeb-i aslîsinin sırrına erdi. Ummânın zifirî siyahı penbeye döndü birden. Sonra "Âfet mi saâdet midir aşk, rûhuma bir sor" lafzı bir mıh gibi çakıldı beynine ve penbeler ışığını ve rengini kaybetmeye başladı. Nihâyet anladı ki vâroluşun sebeb-i aslîsi ...

Güven

Ünlü İngiliz şâiri William SHAKESPEARE'e ait olduğunu söyledikleri bir söz var,  "Güven ruh gibidir, terkettiği bedene asla geri dönmez." diye. Güvenin ne olduğunu olmasa da kaybının neticelerini pek güzel anlatan bir söz. Bir başkası da "İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim." diyerek güvenin ehemmiyetini vurgulamış. Babam vefât ettiğinde tâziye için gelenlerden birisi anlatmıştı. Altmış küsur yaşında birisinin babası vefât edince arkadaşları adama ne hissettiğini sormuşlar. Adam "Sırtımı dayadığım bir dağ vardı, göçtü..." diye cevap vermiş bu soruya. İster dağ gibi sarsılmaz bir dayanak, ister herşeyinizi hiç düşünmeden emânet edebilme gerçeği deyin, güven, hayatı yaşamaya değer kılan husustur  bana göre. Münâsebetlerin harcıdır, huzurlu yaşamanın olmazsa olmazıdır.  Eğer güven yoksa, hayatımızın yılları, ayları, günleri ve saatleri ve hatta anları biribirinden koparak güvensizliğin zifiri siyah girdabında kaybolup gitm...

Dönüşsüz Yolların Mecbûrî Yolcusu

Resim
Bizi oyalayan elma şekerlerinin câzibesinden kurtulup da kekre gerçeklerle yüzyüze gelince başlıyoruz kendimizle hasbihâle. Hakikat, üzerine resimler çizilmiş örtülerinden kurtuluyor ve olduğu gibi görünüyor. İşte o an anlıyoruz: Dönüşsüz yolların mecbûrî yolcusuyuz. Giderken yolun iki yanında gördüğümüz hiçbirşeye elimiz erişmiyor. Boyunun erişemeyeceği meyvelere imrenerek ve imkânsızlığı hissederek bakan çâresiz çocuklar gibiyiz. Yolda, yeşil vâdiler, mâvi göller ve parlak sarı-kızıl alevleri göklere yükselen yanardağlar görüyoruz; araları ise zifiri siyah. Ve bu yolda tek gece konaklanacak hanlar var. Giriş ve çıkışı ayrı ayrı olan, duvarları erişilmez yüksek. Her han bir öncekinden daha büyük, duvarları daha yüksek. Hanların ve yolda gördüğümüz vahaların isminin yazılı olduğu levhalar ancak geçtikten sonra okunacak şekilde dizilmiş. Hanlara inat her levha bir öncekinden daha küçük… Ve yolda gördüğümüz yeşiller gittikçe rengini kaybediyor.  Asuman maviliğini, çiçekler pembesini...

Olmazların Resmî Geçidi

 Babası anlatmıştı...  Henüz tan yerinin ağarmadığı bir erken vakitte karanlığın içinde karşısına çıkan kan kırmızı fistanlı kadının upuzun sarı saçları vardı. Sudan geçemeyince yıldırımvâri ve göz kamaştıran bir ateşe tahvil oldu kadın ve kamaşmışlıkdan neşet eden sekâret hâli ile bütün semayı kuşların kapladığını gördü. Olmazın resmî geçidini icra ediyorlardı sıra sıra ve zurba zurba. Henüz tan yeri ağarmamıştı oysa. Onun karşısına kan kırmızı fistanlı ve sarı saçlı ve ateşe tahvil olan bir kadın çıkmasa da bir başka ateşin sekâretine mahkûm olmuştu. Ve bu hâl içinde beş duyusunun beyni ile bağını kesecek herşey makbûl idi; en çok da tütün. Sanki dumanları beynini kör bir noktada bırakıyordu ve o noktaya hakikatin gölgesi bile düşmüyordu. Sonra isyan kuşları geçiyordu ruhunun âsumanından, her birinin nisyan kuşu olmasını istediği. Olmuyordu...  Ona ait değilmiş gibi gelen elleriyle kalp gözünü kapatamıyordu. Gönül dili lâl olmuştu. Yavaşça batıyordu çaresizlik balçığına...

Yanlışta Israr Edilmeli mi? "Galat-ı Meşhur" Meselesi

Türk olduğu için şükreden,  Türkçe'yi seven ve Türkçe'deki yanlışlıkları karınca karârınca ifâde etmeye çalışan birisi olarak, Türkçe hakkında yazılar yazarak (1) fikirlerimi anlatmaya çalışıyorum. Bu maksatla kaleme aldığım " Yanlış kullanılan kelîmeler, deyimler ve sözler" serlevhalı yazım daki bâzı kısımları "whatsapp" ismiyle bilinen haberleşme programının durum kısmında da paylaşıyorum. Paylaştığım bu minvaldeki fikilerim ve yazdıklarım hakkında zaman zaman dostlar da fikir beyan ediyorlar. Bu meyanda pek çok konuyu derinlemesine inceleyerek gerçeğe ulaşmayı âdeta varlık sebebi hâline getirmiş bir dosttan, " 'Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihten evladır'  mı derlerdi eskiler? ..." diye nezâket ve nezâhetli bir değerlendirme iletisi aldım. Dostumun bu iletisindeki sözün günümüz Türkçesi ile karşılığı şudur: Kullanılarak meşhur olmuş, bilinir olmuş bir yanlış doğru kelîmeden daha iyidir. Peki gerçekten de galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evlâ...

Öz Türkçe - Üvey Türkçe

Millî Eğitim eski bakanlarından Hasan Âli Yücel'in  "pazartesi konuşmaları"ndan 15.11.1934 tarihli olanı "Öz Türkçe Nedir?" başlığını taşıyor. Diyor ki Hasan Âli Yücel:   "Bizim bütün düşüncemiz, derisi katılaşmış eline sapanını tutan, çatlak topuklu, çorapsız ayağıyla Türk topraklarının göbeğine basan yurttaşlarımızın dediğini anlamak, istediğini yapmak, yapmasını istediğimizi ona kolayca anlatmaktır."  (1)   Yâni, Anadolu insanı ne konuşuyor, neyi anlıyorsa o Türkçeyi kullanmak, o Türkçeyle Yazmak... Ne kadar güzel! Ne kadar doğru! Bu düşüncelerle bir "öz Türkçe"cilik akımı başlatılır. Bu akımın bir sonucu olarak, 03.10.1934 tarihinde Ankara'ya gelen İsveç Veliahtı VI. Gustaf Adolf şerefine verilen yemekte Mustafa Kemal Atatürk aşağıdaki konuşmayı yapar: "Altes Ruvayel, "Bu gece ulu konuklarımıza Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken, duygum  tükel özgü  bir kıvançtır. Burada kaldığınız  uzca  sizi sarmaktan hiç durmayacak ...

Kitap - Kayıp Aydınlanma

  KİTAP DEĞERLENDİRMESİ KAYIP AYDINLANMA – S. Frederick Starr     Yale Üniversitesi'nden lisans, Princeton Üniversitesi'nden doktora derecesi aldığı, üç farklı ABD başkanına danışmanlık yaptığı belirtilen Stephen Frederick Starr'ın yazdığı Lost Enlightenment adlı kitap orijinaline uygun olarak Kayıp Aydınlanma ismiyle Türkçe'ye tercüme edilmiş. Baskı adetlerini bilmemekle beraber, 2019'dan 2024 yılı Şubat ay'ına kadar 13 baskı yapmış. Arkadaşlar arası bir sohbette konusu açıldığı için kitabı hemen alıp 18 günde okudum. Okumayı, Birunî'nin el-Âsâr’ül Bâkiye adlı kitabının The Chronology of Ancient Nations ismiyle 1879'da yayımlanan İngilizce baskısına, D. Ahsen BATUR tarafından Maziden Kalanlar ismiyle Türkçe'ye çevrilen baskısına, Mihaly Hoppal'in Avrasya'da Şamanlar kitabına, Rene Grousset'in Stepler İmparatorluğu Kitabına, V. Barthold'un Hakkı Dursun YILDIZ tarafından Türkçe'ye çevrilen Moğol İstilasına Kadar Türkistan ...