Kayıtlar

Hasbihâl etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Güven

Ünlü İngiliz şâiri William SHAKESPEARE'e ait olduğunu söyledikleri bir söz var,  "Güven ruh gibidir, terkettiği bedene asla geri dönmez." diye. Güvenin ne olduğunu olmasa da kaybının neticelerini pek güzel anlatan bir söz. Bir başkası da "İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim." diyerek güvenin ehemmiyetini vurgulamış. Babam vefât ettiğinde tâziye için gelenlerden birisi anlatmıştı. Altmış küsur yaşında birisinin babası vefât edince arkadaşları adama ne hissettiğini sormuşlar. Adam "Sırtımı dayadığım bir dağ vardı, göçtü..." diye cevap vermiş bu soruya. İster dağ gibi sarsılmaz bir dayanak, ister herşeyinizi hiç düşünmeden emânet edebilme gerçeği deyin, güven, hayatı yaşamaya değer kılan husustur  bana göre. Münâsebetlerin harcıdır, huzurlu yaşamanın olmazsa olmazıdır.  Eğer güven yoksa, hayatımızın yılları, ayları, günleri ve saatleri ve hatta anları biribirinden koparak güvensizliğin zifiri siyah girdabında kaybolup gitm...

Kâl gibi hâl de dolandırmış fakiri

 Komedi filmlerinin hisli, romantik sahnelerinde bile gözlerine yağmur bulutları üşüşen birisiyim ben. Ruhu eski asırlarda kalmış, bu zamanlar için modası geçmiş, içi cam kırıklarıyla dolu, yalnız. Bilseniz sevgiye dâir başucu kitabımda neler vardı neler... Vefâyı var zannederdim mesela; dostlar vefâlı olur diye bilirdim. Sevgi ve vefâ anne ile çocuğu gibiydiler. Ve ahde vefâyı âmentü bilirdim. Nezâket ve nezâheti olmazsa olmaz bilirdim sonra. Niyetler, yayla pınarları gibi berrak ve temiz derdim. Dil hep doğru söyler, Dost kırmaz, dost incitmez zannederdim.  *** Heyhat...  Ömrün kahır ekseriyeti geçince anladım bâzı şeyleri! Vefâ bir semt adıymış hep söyledikleri gibi. Dilin kemiğinin olmadığı mıh gibi çakıldı beynime.  Dostların saklı bohçalarında hasedi gördüm; o dostlar ki gerçek güzeli balçıkla sıvamak ve kendi çirkinlerini güzel gibi gösterebilmek için elleri balçığa bulanmıştı. Sen derken bile ben diyen diller, hakikati saklamak için kaçırılan gözler gördüm......

Yaşarken Görebilecekleriniz

 Gördüklerinizin gerçek olmadığını, Gözden ırak olanların bambaşka kişilere tahvil olduğunu, Büyük ve ağır lafların aksine unutulmanın pek kolay olduğunu, Sözlerin unutulmak üzere verilmiş olduğunu, Kutsalların en kârlı ticâret metaı olabileceğini, Çıkarın sevgi cilâsı ile mücellâ olduğunu, Cilâlı imaj devrinden cilâlı yalan devrine geçildiğini, Aşk denilen şeyin giffen mal olduğunu, Aşk literatürünün üstâd-ı âzamının Goebbels olduğunu, Derekesini saklamak isteyenlerce derecenizin üstünün örtüldüğünü, Âkil libası giyenlerin kafasını kuma sokan devekuşunu göremediklerini, Bâzılarının ancak cücelerle yanyana iken mutlu olabildiklerini, Vefânın gerçekten de İstanbul'da bir semt ismi olduğunu, Maddenin her dâim geçer akçe olduğunu, Gözyaşının her derde devâ bir setre olduğunu, Hedonun yeni bir ilâh olarak serpildiğini, Kandırılmanın da bir sonu olabileceğini, Son sözün günü gelince söyleneceğini.

Opus 1/C

 Pembe, eflâtun ve mor renkli sislerle yer yer silinmiş Dersaadet hayâlleri üşüştü gecenin bir vakti içime. Ve birden nîce âhu gözlü güzellerin nazârına mazhar olmuş ıhlamurların kokusunu hissettim sanki... Hepsinin ortasında nâzenin bir el ve hezar-his ve âteşin gözler vardı; yine içimi ısıtan... Sonra söylenmemiş ve belki de hiç söylenemeyecek sözler döküldü bir avuç kor gibi rûhuma. Sustum ve sustu, yıllar evvel olduğu gibi. Kafamdaki isfithamlar bir derece daha ziyade oldu. Sezai Karakoç'un dediği gibi "ya ben bulutları anlamıyorum ya bulutlar benden bir şey bekler"... Belki de fazlaca korkağım ya da fazlaca cesur.. Belki de fazlaca şüpheciyim ya da fazlaca vurdumduymaz... Belki de yanılmaların batağındayım ya da fazlaca anlamaz... Kafamda binbir soru... Yıllar yıllar önce yazdığım bir şiirimde demişdim ki "Menâif-i âmme için bana kat-ı zeban gerekdir." Susmalı mıyım ya da daha çok mu konuşmalıyım... Ben kimim, neredeyim, nereye varmak istiyorum... Yeni şii...

Yaşanmamış

 Şehrin pisliğinden koruyan ayakkaplarımı ve çoraplarımı çıkararak toprağın nemini ve serinliğini, çakılların ben buradayım diyen sivriliğini hissederek yalınayak yürüsem. Ve ayaklarım, ondan gelip ona gideceğimizin künhüne ermiş olarak toprakla hem-hâl olsa. Ellerimin değdiği toprağın temizliğine iman etse nefsim. Bir ağaç gölgesinin serinliğinde erse içim huzura. Araba gürültülerinin, klâkson bağırtılarının, egzos zehrinin yerini ağustosböcekleri ve kuşların sesleri alsa. Mâvi asumanın mor toprakla vuslata erdiği uzaklara kadar serâser gözümün önünde olsa tabiat. Sonra yere sereserpe uzandığımda, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi hiç konuşmadan otlarla sohbet divânı kursam; ufalsam ufalsam ve o otların arasındaki muhayyel bir âlemde seyahat ederken uyku ikliminin teslim alan yağmurlarında yıkansam. Dalların arasından sızan güneş ışıklarının gözkapaklarımda hâsıl etdiği allıkta hayal deryasına dalsam. Hafiflediğimin, uçabildiğimin, ışığa tahvil olduğumun düşünü seyreylesem. Bedenimde...

Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı

Resim
Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm. Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı. Alın "sanal" ortamları, anlık haberleşme programlarını... Her an, her yerden, her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her ânımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyo...

Af için sözler

Bir karınca ordusu gibi gelen       ve bir akıncı gibi giden, kaçan ölümcesine birden -h â yır ben bir yalancıyım- gene bir karınca gibi giden, kopan Gelme demediğim ve gitme diyemediğim     -esbâb-ı mûcibesi meçhûl- Sükûn ve celâlle tereddüdü yaşatan     -ki önceden de tanırdım- Sığındığım ve kızdığım ve bildiğim ve bilemediğim Olur ve olmazların meydana gelmeye korktuğu ey kısacası sebeb-i tereddüdüm ve dost-u bîteklifim Tuz ve ekmek hakkından başka Limon ve ıhlamur hakkı dahi aramızda bulunan Dostum ve yoldaşım -çün, pek uzak ve pek kısa yollara birlikte gittiğimiz- Yanlış zamanda ve yanlış mekânda tanıdığım Beraber güldüğüm ehl-i dilim Dağlar ve ovalar ardındaki dost kerre dost Anlıyor ve biliyoruz Öyle değil mi? Yaşanmış üç beş buruk zam â nı Geçmiş bir zamandan  ve bir boşluktan yaşanmamışlıktan daha başka bir isimle anacağız      değil mi? Henüz bilinmeyen ve kadîm zamanlard...

Temenniler - İki

RÛY-I ZEMÎN Gelse artık... Yollar kısalsa, zaman aksa ve o gelince dursa yeniden... Tüm bilinmezler bala bulansa ve yalnızın panzehiri olarak içimin arastasına demir atsa... Gönül köşkümün başodasına kurulsa ve hiç konuşmadan baksa; âcizi eritene kadar; rûy-ı zemîn deseler bana... Şart kipini hikâye zamanına tahvil etse... Geldi diyemese de lâl olan dilim, gönül kuşum fısıldasa her zerreme "geldi" muştusunu... Ve "gel" dese bana hiç konuşmadan; gel... Gitsem... varsam... yok olsam... *** AHVALİM Sen düşüncesi ısıttığı için ruhumu su alan ayakkabılarla yürüdüm kış günü sana giden yolları, üşümeden. Öyle bir şeydin sen, aslında çok şeydin ve hatta herşeydin.. Bütün yollarım sana gidiyordu ve sana erişmek düşüncesi mihmandarım oluyordu meçhul yollarda. Zamanımın ve ruhumun boşlukları seninle doluyordu ve bu tamamlanış ıhlamur kokulu bal hazzı veriyordu cismime. Tam oluyordum seninle ve tamamsız idim sensiz. Alıcı kuşlar gibi dönüp duruyordum sen dü...

Gözlerde yağmur bulutları olmalı

Sabah işe gitmek için servisin geliş saatini beklerken, birkaç dakika vakit geçirmek için televizyonu açtım. Bundan 40 yıl öncesini konu alan bir dizi film vardı. Üç çocuk babası, emekli bir adam, kanepede uyanınca, kendisine dargın olduğu hâlde, hasta olduğu için gece boyunca başında bekleyen karısını görür yanında. Ona sevgiyle, sitayişle ve mahçup şöyle der: "Sen geldin ya, sen varsın ya çok daha iyiyim. Sen olmayınca ne evin ne de bizim düzenimiz kalmamıştı." Bunları dinleyip seyrederken gözlerimde yağmur bulutları gezdiğini farkettim. Bir şeyi daha farkettim: Öylesine ruhsuz, öylesine hissiz, öylesine maddiyatçı bir hâle gelmişiz ki, şu iki hissî, samimi söz gözlerimizi dolduruyor. Biz ne zaman bu duruma düştük? Nasıl olup da değerlerimizi önemsiz saydık, yok farzettik, unuttuk.. Merhamet, sevgi, saygı, yardım, iyilik, nezaket, nezahet, irfan ne zaman el oldular bize... Kuş evleri yapan bir anlayıştan hayvanları insanlık dışı bir şekilde işkenceyle öldürüp bunun görünt...

Yine hazan

Resim
Yine sonbahar geldi. Hangi sebeple bu mevsime son bahar denilmiştir bilemiyorum. Zira bahar  uyanışa açılan bir kapı iken sonbahar, uykuya varış ikliminin menzil hanı gibidir. Bu sebeple "hazan" kelîmesini pek bir sever, bu mevsimin ruhuna pek bir uygun bulurum. Hazan, hüznü de çağrıştırır... Sararan ve ağacını terk ederek toprakla bir olmak üzere yavaşça kendini boşluğa bırakan yapraklar, inceden yağan yağmurlar, kurumuş otların ve sararan yaprakların yağmurla ıslanarak yok oluş yolculuğuna çıkarken bıraktığı o buruk koku, bütün bir tabiatın sarı, turuncu ve kızıl duraklarından geçerek çıktığı yolculuğun ruhta bıraktığı vedâ hissi... Nasıl da alıp ruhunuzu hüzün diyarlarına götürür... Hazanla hüzün arasındaki ses benzerliği nasıl da tenasüplüdür. Bahis hazandan açılınca bir hâtıram geliyor aklıma. Yıllar önce Farsça kursunda iken dersimiz mevsimler idi. Muallime hanım bir yandan bize Farsça öğretirken bir yandan da kendisi bizlerden Türkçe öğreniyordu. Herkese en sevdiğ...

Temenniler - Bir

Kapınız çalınsa, açsanız. Ben olsam kapıda üşümüş... yorgun... Bir şiir gibi " üşümüşsün, gel içeri " deseniz; varlığınızla ısıtsanız rûhumu. Bu sıcak hoşgeldin iklimine girince "zaman dursun" desem. Köyümün, ışığı yeşil derelerinin ışıltısı doğsa içimde. Bir yer yatağı yapsanız bana, patiska yastık yüzleri olan ve  " hadi yat, dinlen " deseniz. Sonra elinizi usulca yüzüme dokundurup " uyu ...." deseniz, uyusam. Bâdem çiçekleri içinde çalkanırken rûhum, bedenim temiz çamaşır kokan yatağında, fırtınadan kaçıp kurtulmuş bir gemi gibi dinlense. "iyi ki var olduğunu" hücrelerim terennüm etse. Bir daha hiç uyanmasam...

Parça parça düşünceler

Terk-i mekân Yazdıklarını her okuyuşumda uzaklara, çook uzaklara gidiyorum. Bedenim burada, amma velâkin ruhum seneler öncesinde, köyümde.. Hani Yahya Kemal, -Varşova büyükelçisiyken yazdığı- "Kar Mûsikileri" şiirinde  "Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta /Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta." diyor ya; tıpkı öyle. *** Kalemi Kırmak ve Kağıdı Yırtmak  Kalemi kırmak ve kağıdı yırtmak ve herc ü merc etmek herşeyi.. kelimeleri bulamamak ve bulabildiklerimin üzerini çizmek.. kan ve gözyaşı dahi mânâsız... Kollarım kırık.. Keşkelerden bıktım. Gelmemiş kervanların ipeğinden hayâller dikiyor kalem. bir bilse kağıtların acıyı taşımadıklarını kırılırdı iğnesi! Kelimelerin dördüncü boyutuna efendisi el’in gizlendiğini bilseydi kalem.. Acı,  parmakuçlarından aşağıya hiç inmedi.. Parmakuçlarından bütün bedene dağıldı ve rûhu dağladı acı.. Bitmemiş çiçeklerin, yaşanmamış zamanların, kaçılamamış ıssızlıkların hayâlperestini yurt belledi; onunla uykulara da...

Aşk ile hem-hâl olmak

Mekânı hiç sayabilmek gerek, zamana esir olduğumuzu hiç unutmadan. Ustura gibi soğuk bir kar tipisi içinde ellerimiz donarak yürüyüp bütün takatimizin bitdiği bir ân önümüzde bir bahar bahçesi bulmaya tâlip olmak. Önümüzde, pembenin bin renginde donanmış badem çiçekleri ile müzeyyen bir bahar vâdisi.  Kar yok.. soğuk yok... sâde ılık bir nefes; o ân ruhumuz kürdîlihicâzkâr titrer, aşkefza ile ağlar ve nevâda karar kılar…  Ve  unutulur bütün mihnetler. Parmak uçlarından başlayan bir sarsılış bedeni nasıl da esir alır, kavrar, ele geçirir, bende kılar; vazgeçersiniz "ben"den, yok olursunuz, erirsiniz, bitersiniz…   Sâde ışık hâline tahvil olur bir pembe çiçek de siz olursunuz.... "Beşnu ez ney çün hikâyet mi konem   Ez cüdâyıha şikâyet mi konem"   dedirten bir ney sesi olursunuz belki; ya da kamış olmak istersiniz, ağlayan, inleyen. Ve ağlamak istersiniz ağlatan iken… Gözlerinizde yağmur bulutları dolaşdığını hissedersiniz.   ...

Babaların ölümü

Şu an dar ve uzun pencereden bakınca, çınar yapraklarının ve çatıların kaplayamadığı kısımdan kapalı bir gökyüzü görüyorum, tıpkı "içim" gibi.. bu pencereden mâvi gökyüzünün "yavruağzının deliceliğinden lâciverdin sükûnuna kaçışını" seyreyledim kaç defa; oysa şimdi içimin aynası gibi âsuman.. Tesâdüfler.... birsürü tesâdüf.. İçimde kaçmak arzususu coşarken, yıllar öncesinden bir nefes hissediş.. tesâdüf.. mü acaba... bir ölüm haberinin ulağı bu mektubu bugün alışım tesâdüf mü? " Babam öldü " diyorsun mektubunda.. Çocuk, -bu "çocuk" hitâbını küçüklük mânâsında değil, şiirlerde geçen mânâda kullanıyorum, bunu bil, şunu da bil ki- babalar hiç ama hiç ölmez... ölmüyorlar.. 2002 yılının 17 Mart'ında babamı kaybetdim; "babam öldü" demiyorum, diyemiyorum.. o, çocuklarına " beni burada bekleyin " diyerek bir yerlere gitdi ve her an dönebilir; ama bir yıldan fazla oldu ve gelmedi, onun içündür ki "kaybetdim...