14 Mart 2024 Perşembe

Bulanık Suda Avlananlar - Kuantum

 Zaman zaman belli kelîmeler, mefhumlar "moda" olur, her bir şeyin o'nlusu çıkar meydana. Kuantum gibi.

Kuantum (quantum) kelîmesi Latince'de "ne kadar" anlamına gelmektedir. Kelîme için TDK sözlüğünde "Belirli değer alabilen küçük miktar, nicelik." karşılığı verilmektedir.

Kuantum mekaniği veya kuantum fiziği ise atom altı parçacıkları (quark) inceleyen bir temel fizik dalıdır. Hâl böyle olmasına rağmen, pek çok alan, pek çok iş kuantumla ilişkilendirilmeye, böylece o işe/alana önem atfedilmeye, en uygun tâbiriyle bulanık suda kuantum balığı avlanmaya çalışıldığı görülmektedir. "Herşeye kuantum" konusuna ilgi duymam, asıl mesleği hemşirelik olan birisinin "yaşam koçluğuna" soyunması, işini sorunca da "kuantum yaşam koçuyum" demesi ile başladı. Daha sonra ünlü video paylaşım kanalında bir medyatik fizikçinin "quantum computing" konulu bir video paylaşımıyla karşılaşınca düşünmeye başladım, acaba bilgisayarın kuantumlusu, kuantum hesaplama yapanı nasıl olur, olabilir diye. Konunun yabancıları için eser miktarda ukalalık yapmak iktiza ederse,  malûm günümüzdeki bilgisayarlar ikilik sayı sistemine dayanan sayısal mantık devreleriyle oluşturulmuştur. İkilik sayı sisteminde sâdece 0 ve 1 vardır. "0 elektrik yok -veya oldukça düşük seviyede var-, 1 ise elektrik var" mantığı bilgisayarlara uygulanmıştır. Elektrik akımı ise esasında bir elektron akışı -veya iletimi- olduğundan esasen çalışma bir atom altı parçacık olan elektrona dayanmaktadır. Başladım düşünmeye "acaba elektrondan başka atom altı parçacıkları nasıl kullanacaklar" diye amma cehaletime verin, bir cevap bulamadım. Bunun üzerine vakti zamanında "herşeye kuantum" garabetiyle bende bu tecessüsü uyandıran allâmenin söylediği hususta birazcık arama yapmak isteği doğdu içimde. Ve de Google yengemizde "kuantum yaşam koçu" diye bir arama yapayım dedim, aman Allahım, neler çıktı karşıma neler! Karşıma ilk çıkan sayfaya girdim ve şu büyük bilimsel (!) ifâdeyi buldum:  "Kuantum koçlarına göre evren bir olasılıklar okyanusudur. Ve bu olasılıklar okyanusunun içinde dünya en güçlü olasılıklardan biridir."

Kuantum astrolojisi de varmış meğer! Bakın bir büyük astrolog ne diyor: "Astroloji bugüne kadar anlatılan kalıpları yıkarak, kollektiften gelen tüm geçmiş zamanlı bilgileri elbette referans alarak, fakat yepyeni bir göz ile "gözlemleyici"nin gücü ve etkisi ile bunları incelemesidir. İşte bu da Kuantum Astroloji'dir."

Mutfakta kuantum, kuantum tıp, kuantum düşünce... ilâahır...

Eğer işinize ne olduğunu açıklayamadığınız, anlamayanların da "kral çıplak" demekten korktukları için soramadığı bir "gizli güç" katmak isterseniz kuantum sizi bekliyor! Kuantum lahmacun, kuantum sevgili, kuantum eğitim sistemi, kuantum moda... Dilediğiniz her işe, her alana kuantum etiketini yapıştırabilirsiniz. Nasıl olsa sorup sorgulayan yok. 

"Herşeye kuantum" deryasında boğulmak üzere iken aklıma seneler önce mekteb-i hukukta okurken bir hocamız söylediği şu okkalı söz geldi: "Saçmalama hakkı herkese aittir.

Doğru söze ne denir...

9 Mart 2024 Cumartesi

Sîretler ve Sûretler - Gri Türkiyeli

Nisbeten zengin, seküler, şehirli ve de "modern" insanlarımız için "beyaz Türk" deniliyor ya, beyazı-zencisi ile hernekadar sentetik ve gerçeklikten uzak bir sınıflandırma olsa da bir sınıflandırma da ben yapayım istedim.  Bu arada, "Türk" kelîmesinin kötü, yanlış ve aşağılayıcı bir nitelendirmeye tâbi tutulmasını doğru bulmadığım için Türkiyeli demeyi münâsip buldum. Buyrun size "Gri Türkiyeli"

Lahmacunu bir "alt seviye" yiyeceği olarak görür. Ama İtalyanların "pizza"sını pek bir âfiyetle mideye indirir.

Sucuk ve pastırma denilince "ıyyy" diye bir ses çıkararak yenilemez bir şey olarak vasıflandırır ama salam, sosis ve jambon olunca bayılarak yer.

Kebap denilince "yahu şehirleri kebap kokularıyla doldurdular" diye şikayet eder ama yağda kızartılan tavuk eti ve -közde değil- alevde pişirilen hamburger köftesi söz konusu olunca yumulur.

Kurufasulyeyi "halk yiyeceği" olarak görür ama içinde fasulye ezmesi olan "bean burger"i yalamadan yutar.

Baklavaya burun kıvırır ama hamuru yağda kızartıp üzerine şeker serpilerek yapılan "donut"ı lüpletir.

Tulum peynirini, çömlek peynirini bilmez ama "parmesan"ı ve "mozzarella"yı pek bir bilir.

Arabesk müziği acıların müziği diye aşağılar ama sevmese de dinlemek zorunda olduğu "blues" müziğin "blue"sunun hüzün anlamına geldiğinden bîhaberdir.

Yandan çarklıyı ve kakuleyi bilmez ama "mocha"yı ve "latte"yi bilir.

Bize ve bu toprağa ait şeyleri alaturka diyerek küçümser. Ya "alaturka"nın Türk usûlü, tarzı  olduğunu bilmeden yapar bunu ya da Türk'e karşı içindeki bastırılmış düşmanlığından.

Hiçbir bayram namazında câmiye yolu düşmemiştir ama noel ayininde İsitklal Caddesindeki kilisede görülmüşlüğü vardır.

Kendisi gibi düşünmeyeni dışlar, ötekileştirir. Demokrasi "kendisi gibiler" için geçerli bir şeydir. Laikliğin ne olduğunu bilmeden "laik", demokrasinin ne olduğunu bilmeden "demokrat"tır. Velhasıl okumadan, bilmeden fikir sâhibidir.

Türkçe'ye Arapça ve Farsça'dan girmiş ve artık Türkçeleşmiş kelîmelere karşı ırkçı bir düşmanlık içindedir ama batı lisanlarından girmiş kelîmelere karşı bir anne şefkati içindedir. Yetmez, yeni kelîmeler sokmaya çalışır.

Bomboş beynini ve pusulasız ruhunu markalı şeylerle ve afili görüşünüyle gizler. Muhtevaya değil biçime önem verir.

Bir veya birkaç konuda allâme olduğu imajı hâkimdir. Bu imajını kaybetmemek ve cehâletini gizlemek için kendisine soru sorulmasına izin vermez, gerektiğinde hastalıklı bir saldırganlık sergilemekten çekinmez.

Gri Türkiyeli'nin âmentüsü "Biz adam olmayız abi!"dir.

7 Mart 2024 Perşembe

Bozyazı - Mersin

Mersin'e bağlı ve Türkiye'nin neredeyse en güneyinde yer alan, Akdenizin kenarındaki bu küçük ilçe  ismiyle gayrı-müsemma bir yer; zira mâvinin kenarında yeşilliğin hüküm sürdüğü bir yer burası.

Bozyazı Belediyesi'nin internet sayfasında yer alan bilgilere göre burasının M.Ö.3.binyılda Luwi kavimlerinin yaşadığı Tarhundaşşa Kralığının sınırları içinde bulunduğu,  Asurlular zamanında bölgeye Queadı adının verildiği, M.Ö.7.yy.da bir Samos kolonisi olduğu, 7.ve 6.yy.da Fenikelilerle ticaret yapan önemli bir liman kenti olduğu, daha sonra Roma döneminde Kommagene Krallığına verildiği, M.S.260’dan sonra kıyıların Pers ordularının eline geçtiği, bilahare Doğu Roma egemenliğinde kaldığı, nihayet 1228'de 1. Alaaddin Keykubat zamanında Selçukluların ve daha sonra Karamanoğulları’nın hâkimiyetine girdiği, 1487 yılından itibaren de Osmanlı topraklarına katıldığı belirtilmektedir.

Bu bilgilere göre Nagidos yerleşiminin, Akdeniz deniz ticâret yolu üzerinde bir yer olması hasebiyle kozmopolit bir yapıda olması gerektir.

Bozyazı - Doğu tarafından şehrin görünümü

Paşabeleni Tepesi

Paşabeleni Tepesi'nden Nagidos Adası

Şehrin merkezinde yer alan ve Paşabeleni adı verilen tepede ve bu tepenin karşısında yer alan küçük adada Nagidos antik kenti kalıntıları bulunmaktadır. Kimileri savunma refleksiyle açıklasa da, eski yerleşim yerlerinin yüksek tepe yamaçlarında olmasını, eskilerin hayatın özüne bizlerden daha yakın oluşuyla açıklamayı daha doğru buluyorum. Zira, tepe yamaçlarında evler biribirinin önünü kapatmaz. Böylece her bir ev güneşten, rüzgardan ve manzaradan faydalanmış olur. Bir de şimdiki Bozyazı yerleşmesine bakıyorum da... Dağların çevrelediği bir düzlükte yapılan evler ne denizi görebiliyor, ne yakıcı yaz sıcağında rüzgar alabiliyor. Üstüne üstlük verimli tarım arazileri betonla kaplanıyor. Oysa bu düzlüğe hâkim tepelerin yamaçlarına yapılmış olsaydı evler, her bir evin deniz manzarası olur, her bir ev diğer evlerin arasında boğulmaz ve her bir ev tatlı rüzgarlarla buluşurdu.

Düzlüğe ev yapmanın yanında, betona karşı da dayanılmaz bir arzumuz var. Oysa bölgede bolca bulunabilen taşla yapılan evler ne kadar güzel olurdu. Nitekim geçmişten kalan birkaç "betondan münezzeh" eve tesadüf ettim. Aşağıda fotograflarını göreceğiniz bu evler taştan yapılmış. Yapımında bağdadî, hımış gibi teknikler kullanılmış, ahşap cumbalarında, ahşap pencere korkuluklarında ve ahşap kepenklerinde sanatkarâne birer üslûp kullanılmış. Hatta bacaları bile özenip bezenilerek yapılmış. Bu evler ne yazık ki yıkılmaya terkedilmiş. Birkaç yıl sonra bunların yerinde de betondan çirkin binaların yükseldiğini göreceğimiz neredeyse kesin.

Bozyazı merkezde, Merkez Camii'nin hemen karşısında yer alan 3 katlı ev

Bozyazı merkezde, Merkez Camii'nin hemen karşısında yer alan 3 katlı evin bir başka görünümü

Bozyazı merkezde, Merkez Camii'nin hemen karşısında yer alan 3 katlı evin bir başka görünümü

Paşabelenin'nden iniş yolunda sağ taraftaki metruk ev


Paşabelenin'nden iniş yolunda sağ taraftaki metruk ev

"Makıf" olarak bilinen yerde Hocacıkoğlunun evi

"Makıf" olarak bilinen yerde Hocacıkoğlunun evi
(Bu evin cephesine büyük bir siyasî parti afişi asıldığından, evin cepheden tam bir fotografını çekemedim)

Hocacıkoğlunun evinin cumbası

Hocacıkoğlunun evinden kepenkler

Merkezdeki 3 katlı evin çatı saçağından ayrıntı

  
Paşabeleni'nden inerken yolun sağındaki evin bacaları

Paşabeleni'nden inerken yolun sağındaki evin ocağı

Hocacıkoğlunun evinden pencere ayrıntısı

Bozyazı'da en ilginç yapılardan birisi Merkez Camii. Deniz kenarına yapılmış bu Cami, ilginç minareleri ve ferah iç yapısıyla mutlaka görülmesi gereken bir yer.
Bozyazı'da tabii güzelliklerin yanında birçok tarihî eseri görmek de mümkün. Bunlardan belki de en önemlisi şehrin doğu tarafında 150 metre râkımlı bir tepede bulunan Softa Kalesi. Henüz tepeye çıkarak gezemediğim bu kalenin ve diğer bâzı yerlerin bilgilerini ve fotograflarını gezdikten sonra ilâve edeceğim.
Batıya doğru şehri gezdikçe eski bir yapının tonozlu kalıntısına, bir su kemerini kalıntısına veya bir sütün taşına rastgelmeniz çok muhtemel. Henüz vahşî turizmin keşfedemediği Bozyazı hâlen bir Akdeniz köyünün özelliklerini kısmen de olsa taşıyor.
Vahşî turizm keşfedemese de, denizi gerçek anlamda sevmeyen, onu bir "çimme aracı", kenarında ev sâhibi olmayı mârifet sayanlarca ne yazık ki Bozyazının deniz kenarı "site"lerle doldurulmuş durumda. 

13 Şubat 2024 Salı

Yazmak

 

"Yıllar cildi buruşturabilir ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur." demiş bir "iyibilmiş"(*). Vardır böyle tumturaklı lâflar, her yerde karşılaşabilirsiniz, internet salgınıyla birlikte cep telefonunuza bir mesaj olarak da düşebilir âniden. Artık yazı yazmak gibi "yorucu" işlerle uğraşmanıza gerek yok. Birisi biryerlerden böyle lâfları bulup bir "görüntü" hâline getiriyor, siz yazmak zahmetine katlanmadan, ne nârin parmaklarınızı, ne de obez beyninizi yormadan şıp diye gönderiveriyorsunuz bu görüntü levhalarını. Bayramlarda, özel günlerde...

Oysa yazmak başka, bambaşka bir iş, bir vârolma hâlidir. Yazdığınızda kendinizden birşeyler katarsınız yazıya. Kelîmelerin dizilişi sizi anlatır karşınızdakine. Yazmak, görüntü levhalarının konfeksiyon mağazasından usta bir terzi dükkânına terfi ettirir sizi. Boyunu kısaltarak, belini daraltarak üzerinize uydurulan hazır giyim sıradanlığından üzerinize göre biçilip dikilmiş bir elbisenin fevkalâdeliğine ulaşırsınız yazarak. Velhâsıl herhangi birisi olmaktan "siz" olmanın künhüne varıştır yazmak.

Bu kadar başka, bu kadar özel, bu kadar güzeldir yazmak. 

Mektuplar yazılırdı meselâ... Kağıdının nev'inde, kaleminin cinsinde mânâlar saklı olurdu mektupların. Dört gözle beklenir, geldiğinde içiniz içinize sığmaz, okurken yağmur sonrasının dağ kokuları hissedilirdi. Uzakta ama sevilen birisinin elleri değdiği için o mektup kâğıdı sanki kutsiyet kazanırdı. Hatta belki kokusu da sinmiştir azıcık, belli belirsiz kimbilir. Her kelîmenin batınî bir mânâsı var mı diye defalarca okunur, ruhunuzda sindirilirdi o mektuplar. Ve saklanırdı. Yıllarca... Zaman içinde mücessem olmaktan müşahhas olmaya ınkılab ederdi. Bin türlü sebeple yok olan internetin veled-i zinası mesajlarına inat.

----

(*) İşbu yazının yazılmasına sebep olan lâfların yazılı olduğu bir levha geldi internet yoluyla. Levhada yazdığına göre bu iyibilmiş William Ewart Gladstone imiş.

Künhüne varmak: Özüne ermek, sırrını keşfetmek. 

Batınî: Görünmez olan, içinde saklı olan.

Mücessem: Cisimleşme hâli.

Müşahhas: Şahıslaşma hâli.

Inkılab etmek: Şekil değiştirmek.

11 Ocak 2024 Perşembe

Güzel ülkemin eğitim sistemi

Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde kamu yönetimi uzmanlık ( yüksek lisans) programında, hukukçu, öğretmen, mühendis ilâahır her meslekten kamu görevlileri vardı. Bir gün profesör Oya Araslı'nın Anayasa hukuku dersindeyiz.  Hoca ders anlatırken "pozitif hukuk" deyince, bu programdaki "öğrencilerden" meşhur bir teknik üniversiteden mezun edilen bir elektronik mühendisi hocaya "Hocam bu pozitif elektrikteki pozitif mi?" diye sormuştu.

Bu uzak hâtıra niye aklıma geldi, daha doğrusu niçin hiç aklımdan çıkmadı bilir misiniz? Türkiye, "yüksek" eğitim ve öğrenim bakımından ilginç bir ülke de ondan.

Meselâ lisans öğrenimini mâliye ve sosyal hizmetler üzerine yapıp üniversitede sosyoloji dersleri verenler var Ülkemizde.

Meselâ lisans öğrenimini inşaat mühendisliği üzerine yapıp üniversitede siyaset bilimi dersleri veren ve sanat bilimi ana bilim dalı başkanlığı yapanlar var Ülkemizde.

Meselâ tıp öğrenimi gördüğü hâlde câmide dini konularda vaaz verenler var Ülkemizde.

Mesela lisans öğrenimini gazetecilik ve halkla ilişkiler üzerine yapıp, üniversitede Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölüm başkanlığı yapan ve televizyonlarda arkeoloji, tarih konularındaki programların sunuculuğunu yapanlar var Ülkemizde.

Meselâ hukuk lisans öğrenimi görmediği hâlde "yüksek mahkeme" başkanlığı, yüksek mahkeme üyeliği yapanlar var Ülkemizde.

Bir de "herşeyolog"lar var!

Meselâ lisans ve lisans üstü öğrenimi yer bilimi üzerine olan ama tarih, dinler tarihi, evrim biyolojisi konusunda allâme-i cihan olarak ahkâm kesenler var Ülkemizde.

Meselâ hukuk öğrenimi görüp ceza hukukçusu olduktan sonra siyaset, seçim, sağlık, ekonomi gibi her konuda ahkâm keseneler var Ülkemizde.

Bu misalleri de bu sualleri de çoğaltabilirsiniz. Netice mi? Altın oranı bilmeyen mimar, leviathan'ı bilmeyen anayasa hukuku hocası, proteus vulgaris'i tanımayan kıdemli mikrobiyoloji asistanı hekim ve boşluğu dolduran niceleri...

Bu misalleri görünce, aklıma bâzı sualler takılıyor.

Meselâ makine mühendislerine neden hekimlik yapma hakkı tanınmıyor?

Meselâ ilkokul öğretmenlerine neden mimarî proje çizme hakkı verilmiyor?

Meselâ kısa süreli bir kurs verilerek bütün meslek mensuplarına hâkim olma hakkı neden tanınmıyor?

Meselâ beş yıl süreyle taksi sürücüsü olanlara pilotluk hakkı neden tanınmıyor?

Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.

Çağdaş eğitim sistemimiz var ya...

8 Ocak 2024 Pazartesi

Kâl gibi hâl de dolandırmış fakiri

 Komedi filmlerinin hisli, romantik sahnelerinde bile gözlerine yağmur bulutları üşüşen birisiyim ben.

Ruhu eski asırlarda kalmış, bu zamanlar için modası geçmiş, içi cam kırıklarıyla dolu, yalnız.

Bilseniz sevgiye dâir başucu kitabımda neler vardı neler...

Vefâyı var zannederdim mesela; dostlar vefâlı olur diye bilirdim.

Sevgi ve vefâ anne ile çocuğu gibiydiler.

Ve ahde vefâyı âmentü bilirdim.

Nezâket ve nezâheti olmazsa olmaz bilirdim sonra.

Niyetler, yayla pınarları gibi berrak ve temiz derdim.

Dil hep doğru söyler,

Dost kırmaz, dost incitmez zannederdim. 

***

Heyhat... 

Ömrün kahır ekseriyeti geçince anladım bâzı şeyleri!

Vefâ bir semt adıymış hep söyledikleri gibi.

Dilin kemiğinin olmadığı mıh gibi çakıldı beynime. 

Dostların saklı bohçalarında hasedi gördüm; o dostlar ki gerçek güzeli balçıkla sıvamak ve kendi çirkinlerini güzel gibi gösterebilmek için elleri balçığa bulanmıştı.

Sen derken bile ben diyen diller, hakikati saklamak için kaçırılan gözler gördüm...

Anladım ki bu zamanın sözleri gibi gözleri de çok zaman önce vedâlaşmış gerçekle.

Gökkuşağının henüz kirlenmediği zamanlara ait ne varsa uzak bir iklimde müebbeden nefyedildiler.

Ve ne hazindir ki bu sürgün kervanının muhafızları arasında tanıdık simalar vardı!

***

Anladım yaşadığım zamanların hülasasını.

Ruhun pusulası iflas edeli hayli zaman olmuş.

Kâl gibi hâl de dolandırmış fakiri. 

Baharlar çiçeksiz artık. Gölgeler serinletmiyor...

***

 Komedi filmlerinin hisli, romantik sahnelerinde bile gözlerine yağmur bulutları üşüşen birisiyim ben demiştim hani; o bulutlar gittikçe daha sık uğrar oldular feri azalan gözlerime.


Güzel ülkemin bilim insanları

 Tarih TV'de "Gizemli Tarih" programını seyrediyordum. Konu, Mimar Sinan'ın eserleri. Programda dış ses diyor ki "Yerçekimini alt etmeyi başaran dehası bu kez ses hızını dört kez yavaşlatacak akustik bir tasarımı planlamaya başlar." Bahsolunan deha elbette Mimar Sinan.

Sonra programın sunucusu Prof. Hikmet Kırık geliyor sahneye. Elinde bir ses şiddeti ölçer (desibelmetre), yanında müezzin ezan okuyor ve Hikmet Kırık ekranda okunan değeri gösteriyor: 96 dB. Sonra Hikmet Kırık, bir köşede oturur hâlde geliyor ekrana, ezan devam etmektedir. Hikmet Kırık kısık bir sesle şunları söylüyor: "İnanılmaz. Merkezle en uzak köşe arasında sadece 5-10 desibel fark var." Bunları söyledikten sonra desibelmetrenin ekranını gösteriyor. Görünen değer 80.4 dB. Bu defa bir başka planda devam ediyor Hikmet Kırık ve diyor ki "Böylece 70 metre uzaktaki bir kişi imamın sesini en ön saftaki cemaatle aynı desibelde duyabiliyordu."

Nereden başlamak lâzım bilemiyorum...

Mimar Sinan'ın yerçekimini nasıl "altettiği"nden bahsetmek bile istemeden, ses hızının dört kez yavaşlamasına gelmek istiyorum. Sesin hava, su, katı bir ortamdaki hızı bellidir ve ihmal edilebilir değerler hâricinde değişmez. Sesin havadaki hızı da bellidir ve dört defa yavaşlaması söz konusu bile olamaz. Bu programın metin yazarı, editörü, bilim danışmanı nerede? Koca Mimarın mezarında kemikleri sızlıyordur!

Yapılan onca yanlış var ki, 96 desibelden 80,4 desibele düşmeye, -ki 15,6 desibel fark var aralarında- hem de ses şiddeti ölçerin ekranını göstererek "5-10 desibel" denilmesine ne denilebilir bilemiyorum. Câmi içindeki 15,6 desibel ses farkına rağmen "70 metre uzaktaki bir kişi imamın sesini en ön saftaki cemaatle aynı desibelde duyabiliyordu." sözü ilkokul matematik bilgisi ile dahi anlamsız... Zira bizzat programda gösterildiği gibi en ön saf ile arkalarda tam15,6 dB'lik bir düşüş var; gerisini siz hesap edin.

Programın sunucusu Prof. Hikmet Kırık kimdir diye merak ettim. Hikmet Kırık, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Ve Halkla İlişkiler bölümünde lisans eğitimini tamamlamış, Birleşik Kırallık'taki Leicester Üniversitesinde  yüksek lisans, Westminster Üniversitesi iletişim ve medya araştırmaları enstitüsünde doktora yapmış. Şu anda İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümü başkanı olarak görev yapıyor.

Yani ne mimari, ne akustik akademik alanlarından değil. Tarih ve arkeoloji de öyle. Ama tarihi, arkeolojik programların sunuculuğunu yapıyor. Bahsettiğim alanların uzmanı olmak başka, "sunuculuk" başka, dediğinizi duyar gibiyim. Evet, haklısınız; ancak insan bilmediği bir konuyu uzmanına danışır değil mi? Uzmanından da vazgeçtim, nasıl olup da sesin DÖRT DEFA YAVAŞLAYABİLDİĞİNİ söylemek, 16 desibel farkı 5-10 desibel olarak göstermek, bunca ses farkına rağmen 70 metre uzaktakilerin de aynı ses şiddetini duyduklarını söyleyebilmek için insanın akustik ve fizik alanında uzman olmasına da gerek yoktur. Basit bir mantık ve aritmetik kıyaslaması ve lise seviyesinde fizik bilgisi kâfidir.

29 Kasım 2023 Çarşamba

Yanlış kullanılan kelîmeler, deyimler ve sözler

 Haydan gelen huya gider

Bu deyim, zahmetsizce kazanılan şeylerin kolayca kaybedilebileceği manasında kullanılmaktadır. Oysa gerçek çok farklıdır. "Hay" Allah'ın sıfatlarından olup, "ebedî hayatla diri" mânasındadır. "Hû" ise  “O” mânasında bir zamirdir. Dolayısı ile bu söz "Ebedi hayatla diri (hayy) olan Allah'dan gelen yine o'na gider"  anlamındadır.

***

Her halde

Çoğu zaman herhalde olarak bitişik de yazılan bu iki kelîme, pek çok kişi tarafından ihtimal belirtmek üzere "sanırım", "zannederim" mânasında kullaınlmaktadır. Oysa her durumda, her şart altında anlamında mutlaklık belirten iki kelimedir. "Her halde gideceğim" denildiğinde  "mutlaka gideceğim" denilmektedir.

***

Özeleştiri vermek

Son zamanlarda, televizyon tartışma programlarında ve gazete yazılarında "özeleştiri vermek" deyimini duyar olduk. "Vermek" fiili, cisimler bakımından bir şeyi bir başkasına vermeyi ifade ederken, gayrı-maddî hususlar bakımından bir konuyu bir merciye intikal ettirmeyi ifade eder. Söz gelimi "ifâde vermek" gibi. Dolayısıyla özeleştiri vermek ancak bir kimsenin sorgulanırken veya yargılanırken yapabileceği bir iş olsa gerektir. Bunun hâricinde bir kimsenin kendi kendisini tenkit etmesi, eleştirmesi için "vermek" fiili değil ancak ve ancak "yapmak" fiili kullanılabilir. Dolayısıyla deyimin doğrusu "özeleştiri yapmak"tır.

***

Almak

Almak fiili, maddî hususlar içinbir şeyi bir yerden almak mânasındadır. Zaman zamana birleşik fiil olarak da kullanılır.  Gayrı-maddî hususlar için de kullanılır. Selam almak, dua almak gibi. Son zamanlarda almak fiili maksadı ve mânası dışında kullanılır hâle geldi. Duş almak, çay almak, kahve almak vb. Oysa duş "yapılır", çay ve kahve "içilir". Yapmak, içmek gibi çeşitli fiillerin yerine "almak" fiilini kullanmak yanlış olduğu gibi, çeşitli işlere ait fiilleri lisânımızdan uzaklaştırarak zayıflattığı da açıktır.

Sebep - neden
Bugünlerde sebep kelîmesinin yerine "neden" kelîmesini kullanıyor bâzıları. Bu kullanımı doğru bulmuyorum. "sebep" İngilizce'deki "reason"kelîmesinin karşılığı iken "neden" "why" soru kelîmesinin karşılığıdır. "Neden" kelîmesi bir soru sorarken "sebep" kelîmesi bir açıklama getirir. "Neden söyledin" derken "neden" kelîmesini kullanmak gerekirken, bu soruya cevap verirken "Şu sebeple söyledim." deriz.
Hep söylüyorum. Birden fazla kavramı bir tek kelîmeye sığdırmak ancak Türkçeyi fakirleştirir.

***

Suistimal - suiistimal
Arapça'da "sui" kötü", "istimal" ise kullanım mânâsına gelir. Dolayısıyla "suiistimal" kelîmesi "kötü kullanım", "kötüye kullanım" anlamındadır. Bu kelîmeyi suistimal şeklinde kullanmak yanlıştır ve -mizahî bir yakıştırma ile- olsa olsa "su kullanmak" anlamını verir. Suiistimal kelîmesini kullanmak zor geliyorsa, -su kullanmak yerine- cümlenin gelişine göre  "kötü kullanım" veya "kötüye kullanım" diyebilirsiniz.

***
Mütevazi - mütevazı
Mütevazi kelîmesi , (ﻣﺘﻮﺍﺯﻯ) Arapça "tevāzі" “paralel yapmak”tan gelir ve paralel demektir.
Mutevazı kelîmesi ise tevazu (alçak gönüllülük) kökünden gelir ve alçak gönüllü demektir. Dolayısıyla, birisine "alçak gönüllü" demek istiyorsanız mutevazı demelisiniz; mütevazi değil.

***


Hâlâ

Şu ân var olan, geçerli olan, süregiden bir durumu ifâde etmek üzere "hâlâ" zarfını kullanırız. Bâzı aklıevveller şapkayı kaldırdılar ya, şimdi bu kelîmeyi "hala" olarak kullananlar var. Oysa hala kelîmesi Türkçe'de babanın kız kardeşini ifâde eder. "Hâlâ gelmedi" yerine "Hala gelmedi" diyorlar; teyze geldi mi acaba?!

***
Salatalık - hıyar
Hıyar olarak bilinen -ve ilmî bakımdan meyve sayılan- sebzeye kibarlık olsun diye salatalık denildiğini biliyorsunuz. Oysa, "salatalık", salatası yapılan her türlü zerzevat için kullanılabilecek bir kelîmedir. Buna göre, marul, domates, havuç ilâ... salatalıktır. Dolayısıyla hıyara salatalık demek yanlış olduğu gibi, Türkçemizde bir kelîmenin unutulmasına yol açar mâhiyettedir.

***
Yanıt
Çeşitli "kesim"lerce "cevap" yerine kullanılan bir kelîme. Pek çok dilbilimciye, hocaya, hâceye, öğretmene, muallim ve muallimeye, gericiye ve ilericiye sordum fakat cevap alamadım bu "yanıt" kelîmesinin kökü, etimolojisi hakkında. YAN, YANI.. Cevâbı karşılayacak bir "üretim süreci"ne ulaşamıyorum. Uydurma bir kelîme olup, kuşaklar arası kültür iletimini bozan bir virüstür.
(Yukarıdaki "kesimler"den kasıt, bilmeden fikir sâhibi olanlar, kullandığı kelîmelere göre kendisine politik yer belirleyenler, muhafazakâr kültüre itiraf edemedikleri bir düşmanlık besleyenlerdir. )

***
Alaturka
Bâzı "sözlük"lerde "Eski Türk töre, 'alışkı' ve yaşama biçimine göre olan", "dünya görüşü ve yaşam biçimi, davranışı güne uygun olmayan, yöntemsiz, ilkesiz, düzensiz (kimse, tutum)" gibi karşılıklar verilmesi TÜMÜYLE YANLIŞ ve dahi insafsızlıktır. Kelîme, İtalyanca "A la Turca"dır ve kelîme karşılığı TÜRK GİBİ demektir. Sözlük mânasına gelince, eğer bir kelîmenin başına geliyorsa, o kelimeye "Türk usûlü, Türk tarzı" mânasını katar. Misal, "alaturka müzik" "Türk usûlü müzik" demektir.
Kimliğinde Türk vatandaşı yazan bir sinema oyuncusu "Türk olarak doğmayı ben seçmedim"  mealinde bir lâf ederken Türk olmaktan nasıl utanıyorsa, yukarıdaki ifâdeler de aynı kapıya çıkar mâhiyettedir.

***

Yasal
Yasal kelîmesi şimdilerde -tıpkı şey gibi- hukuk soslu konuşmanın ve yazmanın vazgeçilmezi oldu.  "Bu durum yasal değil. Yasal hakkımı kullanıyorum. Yasal durum şöyledir. Yasal davranış" bu ve bunun gibi onlarca şekilde kullanılıyor. Hadi bilmeyen kullansın, ya hukukçuların bu kelîmeyi kullanmasına ne demeli? Yasal kelîmesi "yasa" kökünden üretilmiş, yasa da bildiğiniz gibi "kanun" demektir. Şu hâlde yasal "kanunî" manâsına geliyor, değil mi? Ancak, uygulamada sâdece kanunî manâsında değil, "hukukî" manâsında da kullanılıyor. Oysa, her kanunî durum hukukî olmakla birlikte, her hukukî durum kanunî değildir. Gerçekten, bir yönetmelikte yer alan hususa temas ederken yasal denilmesi fâhiş hatadır. Dolayısıyla "yasal" kelîmesinin yerli yersiz kullanılması bir karmaşaya, bir kargaşaya, bir yanlışlığa sebep oluyor. Kanunda yer alan hususlar, kanuna göre yapılan işler için kanunî, hukuka ilişkin hususları ifade etmek için de hukukî kelîmeleri kullanılmalıdır.

***

Usul - usûl
Türkçe'de iki tâne "usul" kelîmesi vardır. Birincisi Arapça'dan Türkçe'ye geçmiştir  ve kökleri asıllar, üstsoy, yöntem, metod mânalarına gelir.
"Onun aslını bilirim", "Usul ve füruya karşı işlenen suçlar", Bu işin usulü böyle değildir." Bu cümleler yukarıdaki mânalara misaldir.
İkinci kelîme ise Türkçe "usul" kelîmesidir ki yavaş mânasına gelir. "Usul usul geldi", "Usulca yanıma sokuldu." misallerinde olduğu gibi.
Ama bu kelîmeyi şapkasız kullandığımızda işler karışıyor. Yavaş mânasındaki kelîmede herhangi bir ses uzaması veya incelmesi olmadığı hâlde, Arapçadan geçen kelîmede, kullanılan yere ve kullanılmasına göre ses incelmesi veya ses uzaması gereklidir. Bu yüzden üstsoy, yöntem mânasında kullanıldığında kelîmenin "usûl" olarak yazılması gereklidir.

19 Kasım 2023 Pazar

Bakiye

 Daha kaç nisan kaldı tül kanatlı çiçekleri görebileceğin,

Huzura vâsıl olacağın kaç vakt-i müstesnâ,

Hemhâl olacağın ne kadar mutluluk,

Daha kaç fırsat kaldı tevbe-i nasuha,

Neresindensin ömür denilen bu kısa yolculuğun,

Daha kaç menzilin kaldı ... 


Elbet geçecek kapından o tamahkâr bezirgân,

Yalanla sarmalanmış sîmalar alıp

Zamana uygun maskeler vermek için,

Sonrasız sıradanlığınla alıp

Mutlu olacaksın bir zaman.

Kalan zamanı düşünmeden...


Daha kaç gün kaç saat kaldı...

2 Ağustos 2023 Çarşamba

İtirafı müşkül bir seraba dair itiraflar

Vardılar.

Vâr olmuş olmalılar.

Vâr olmaları gerekiyordu.

Fakat...

İhtimâl iklimi şiirlerde değil yaşamanın içindeymiş...

Yok'un aynadaki aksi imiş var; altmış yılın yekûnu da hayalât.

Şu hayat denilen Tatar içkisinin bin kerre bin sahneli piyesinin son perdesinin zili çalıyor, 

haydi seyre, ey hayâllerim ve seraplarım 

        -ki siz en vefâlı dostlarım oldunuz...

Saman kağıda basılmış on kıtalı bir taşra ağıdının hüznünü yaşamak için ey hâzirun!

Gelin ve dinleyin! Hayallerimi ve sükutlarını

ve dibe çökmüş kurşun gibi acılara dokunun ruhunuzla.

Kan kırmızı canfes perde açıldı, şimdi susmak zamanı.

Son perdesi başladı yaşamak denilen şu oyunun.

Şimdi hüzün zamanı...


Var mıydılar? Var olmuş muydular? Var olmaları gerekiyor muydu?

18 Temmuz 2023 Salı

Kayıplarımız

Ne güzel insanlarımız vardı, merhametli. Kuş evleri yapan...

Ne güzel insanlarımız vardı, yardımsever. Komşusu açken tok yatmayan...

Ne güzel insanlarımız vardı, hayırhah,  âcizler için vakıflar kuran...

Ne güzel insanlarımız vardı, dünyayı kendisine emanet olarak gören...

Ne güzel insanlarımız vardı, hayvanları seven, ağaçlar diken...

Önce birer birer pir-i fâni oldular sonra dar-ı bekâya göçtüler.

Büyüklerini düşünmeyen gençlerimiz, hayvanlara eziyet eden, paradan başka değeri olmayan insanlarımız var şimdi. Tek kıstası madde olan, açgözlü, bencil.

***

Ne güzel evlerimiz vardı, bahçeli. Bahçesinde meyve ağaçları olan..

Ne güzel evlerimiz vardı, sığındığımız. Ailenin büyükleri ve küçüklerinin bir arada olduğu...

Ne güzel evlerimiz vardı, ferahladığımız . Gölgeli, serin sofaları, mahrem avluları olan...

Ne güzel evlerimiz vardı, kerpiçten, taştan, tahtadan. Hımışı, bağdadileri olan...

Ne güzel evlerimiz vardı, huzur veren, yuva olan...

Önce birer birer terkedildiler, sonra ya yıkıldılar ya da arsa olarak satıldılar.

Bahçesiz, sofasız, bağdadisiz, avlusuz rezidanslarımız var şimdi. Beton, çelik ve seramikle özü kurutulmuş. En yakın aile fertlerinin ayrı ayrı yaşadığı.

***

Ne güzel lisanımız vardı, kış gününü bahar letafetiyle târif edebilen...

Ne güzel lisanımız vardı, yeşillikler içinde akan derenin şırıltısını mücesemmleştiren...

Ne güzel lisanımız vardı, şiirin şiiri olan...

Ne güzel lisanımız vardı, ana sütü gibi temiz ve bizim olan...

Ne güzel lisanımız vardı, bütün nesillerin biribirini anladığı...

Önce birer birer kelimeler düşman ilan edildiler, unutturuldular sonra da yerine ya kelime uydurdular ya da batıdan kelimeler soktular.

Üç neslin biribirini anlamadığı, birkaç yüz kelimeyle meram anlatılmaya çalışılan kupkuru bir dil var şimdi. 

Güzelliklerimizi, hasletlerimizi birer birer yok ediyor ve gittikçe kurumuş dere yataklarına dönüyoruz.. Velhâsıl iyi ve güzel ne varsa yitiriyoruz.





28 Şubat 2023 Salı

Ne Güzel Hazanlarımız Vardı

 Yermeye kıyamadığımız hüzünlerimiz vardı; hazanlarda serpilen, içimizi titreten...

Yağmur çiseltisi, toprak kokusu, bin renkli yapraklar...

Elveda diyen meyvelerin bayıltan rayihası...

Gittikçe kısalan günlerde bir şeyleri yetiştirmenin, bir yerlere yetişmenin telaşı...

Uzak bir iklimden gelen soğukların akşamları hissedilen nefesi...

Yağmurun vurduğu camların ardında içilen buğusu tüten çaylar...

Nihaventden gelip hicazda eğleşen ve hüzzama doğru hicret eden şarkılar...

Hâk ile yeksan olmak üzere dallarla vedalaşan altın renkli yapraklar...

Gittikçe artan yalnızlıklar...

Velhasıl

Ne güzel hazanlarımız vardı, doya doya yaşayamadığımız...




13 Temmuz 2022 Çarşamba

Yağmurlardan sonra

"Yağmurlardan sonra büyürmüş başak" demişti ya Diriliş şâiri, yağmurlu bir yaz gecesinde, yağmur dinip de yıldızlar bulutların arasından  göz kırpmaya başladığında, içimize yağan yağmurlardan sonra neyin büyüdüğü sorusu bir mıh gibi çakılınca aklıma, ihtimaller uç vermeye başladı...

Salkım söğütlerin iç gıcıklayıcı yaprak hışırtılarının sofra bezi olduğu gece yarısı sohbet sofraları...

Kalbimin, aklımın önünde koştuğu delişmen zamanlar...

Sonbahara delicesine vurgun olduğum hüzünbaz yaşlarım...

Siyah beyaz Türk filmlerindeki yakıcı şarkıların kalbime kıymık gibi saplandığı yıllar...

Sultanıyegâh sirtonun üçüncü hânesine geçemediğim geceler...

Erken ikindi vakitlerindeki kalp çarpıntılarım...

İhtimallerin peşinde dönüşü olmayan yollara sapmalarım...

Kimi zaman bin sebepli kimi zaman sebepsiz bitişler...

Kendimden kaçışlarım...

Kalbimin derinlerinde uçmaya varmış keşkelerim...

Gidip de dönülemeyecek uzaklar...

Seslerin duyulamayacağı mesâfeler...

İçi içine sığmayan mutlar...

Benzi sarartan hüzünler...

Ve hülâsası şiire tahvil olan yaşanmışlıklar...

Daha onlarca şey üşüştü aklıma.

Yağmur, içimizdeki yangın yerinin küllerini yıkadıkça açığa çıkan tahnit edilmiş hatıralar velhâsıl. Notalarına hasret kokuları sinmiş geçmiş zaman şarkıları mırıldanan hatıralar. Kimi milyonlarca ışık yılı mesâfedeki körsen bir yıldız kadar uzak, kimi kurşun geçirmez camekânlarda sergilenen elmaslar kadar değerli ve erişilmez... Hepsi de renkleri solmuş, dili lâl olmuş cennet kuşları gibi tünemişler zamanın dallarına.

İçimize bakan o gizli gözün feri de gittikçe azalıyor ve onlarla aramızdaki sis perdesi her geçen gün daha da kesif bir hâle geliyor; yağmurların boşa yağacağı bir menzile doğru giderken.

2 Temmuz 2022 Cumartesi

Hâdi Baba Kukla Kebap

Ankara'nın Cebeci Dörtyol semtinde bir Kukla Kebap lokântası vardı. Dörtyolda hemen Ziraat Bankası binasının arkasında mütevazı bir yerdi. Seneler içinde Cebeci Dörtyol'dan -iş ve hayat gereği- uzaklaşınca pek uğrayamaz olmuştum. Daha sonra Konya yolu üzerinde "modern" bir binada Kukla Kebap lokantası açılmıştı.

Yıllar sonra bir hafta sonu gezmek üzere Hamamönü semtine gidince eski Kukla Kebap aklıma düştü, hâlâ çalışıyor mu diye bir bakmak istedim. Mâlum, bizde müesseseler pek uzun ömürlü olmazlar. Yeni nesillerce ya o iş sürdürülememiştir veya beğenilmediği için sürdürülmemiştir. Dörtyol ağzındaki Banka binası yıkılmış, oraya yeni bir inşaat başlanılmış. O civardaki birilerine pek de ümitli olmadan sordum Kukla Kebabı, biraz yukarıda olduğunu söylediler. Eski yerinden birkaç dakika daha kuzeyde Kestane Caddesi 43 numarada buldum lokantayı. İsmi, "Hâdi Baba Kukla Kebap" olmuş.


  
Hadi Baba Kukla Kebap lokantasının girişi

Oturup "Kukla Kebap" siparişi verdim. Bu arada önümdeki servis kâğıdının üzerindeki bilgileri okudum. Şunlar yazıyordu:

"1958 yılında, kukla sanatkârı Hâdi POYRAZOĞLU tarafından Ankara'da kurulan Kukla Kebap Salonu; nefis tereyağlı, yoğurtlu, soslu, bulgur pilavlı ve kıtır turşulu Kukla Kebabı ile sizlere merhaba dedi.

"Başkentin en köklü yerleşim yerlerinden biri olan Cebeci Dörtyol’da nefis lezzetleri kaliteli hizmetlerle buluşturmayı iyi bilen Hâdi Poyrazoğlu yıllar içerisinde lezzet dünyasındaki haklı yerini aldı. Lezzet mirasını çocuklarına devreden Kukla Sanâtkârı Hâdi Poyrazoğlu 17 Ocak 2000 yılında hayata gözlerini yumdu.

"Lezzet bayrağını Hâdi Poyrazoğlu’ndan devralan çocukları, geçen zamanla birlikte Hâdi Baba Kukla Kebap’ın menüsünü zenginleştirerek yeni lezzetlerle şekillendirdi. Nefis tereyağlı İskender Kebabını yanı sıra Cebeci / Dörtyol'da bulunan merkezinde Et - Tavuk Izgara ve meşhur açık - kapalı pide çeşitleri ile Türk damak zevkini en iyi şekilde yansıtan Hâdi Baba, lezzetlerin yanı sıra kaliteli hizmetiyle de Ankaralıların en çok tercih ettiği İSKENDER kebap salonu olmuştur.

"Kukla Kebap Salonu adı altında çıktığı lezzet serüvenini Hâdi Baba adı altında sürdürerek bu sene 63. yılında kutlayan Hâdi Baba'nın yılların tecrübesine dayanan vazgeçilmez ilkeleri lezzet, temizlik, misafirlerine saygı, güler yüz ile harmanlanmıştır. Hâdi Baba’nın eşsiz menüsünde tüm yiyecekler aynı özenle hazırlanmaktadır. Mutluluk ve anılar 63 yıldır Kukla Sanatkârı Hâdi POYRAZOGLU’nun Mutfağından geçmektedir."

Dükkânın her yerinde fotograflar var. Kurucusu Hâdi Poyrazoğlu'nun, çeşitli sanatçıların fotografları.

Hâdi Poyrazoğlu

Bu fotograftaki sanatçıları tanımaya çalışın.

Kebaptan önce masaya biber ve hıyar turşusu ile meşhur tereyağlı meyhâne pilâvı geldi.

 
Tereyağlı meyhâne pilâvı
 
"kıtır" turşu
  
Ve biraz sonra kebabım geldi. Üzerinde köftesi, yanında yoğurdu, domatesi ve pişmiş biberi ile. Sonra üzerine gezdirilen bol tereyağı...

Yoğurdu ekşi değil, tereyağı mis kokulu, etleri lezzetli, pideleri tereyağını içmiş... Ankara'da yenilebilecek en iyi iskender kebaplardan birisi burada yapılıyor.

Dükkânın bir köşesinde hâlâ kukla sahnesi duruyor.




Eski bir fiyat listesini çerçeveletip duvara asmışlar.


Hâdi Baba Kukla Kebap lokantası
Dörtyol Kestane Caddesi No: 43

Google Maps için bağlantı:
Güncelleme: 10.12.2023

28 Şubat 2022 Pazartesi

Sîretler ve Sûretler - Hamal Aydın

"Vay be, ne mükemmel birisi, ne çok şey biliyor!"

İlk intibanız böyledir onun hakkında. Her konuda sarfedilecek sözü, her duruma uygun esprisi, her meselede ünlü bir kişiden verilecek misâli vardır.

Eğer telife değil nakile değer veriyor, araştırmak yerine duyduklarınızla fikir sâhibi olmayı tercih ediyorsanız bu düşünceleriniz uzun süre değişmez. Hatta belki de hiç değişmez; zira o kişinin sarfettiği sözlerin, serdettiği fikirlerin kendisine ait olmadığını, sâdece oradan buradan derlenerek nakledildiğini anlamazsınız. Her hârikulâde sözü, -âmiyane tâbirle- yerine cuk diye oturan vecizeleri o kişinin zanneder, böylece az bilmekten neşet eden bu illüzyonun devamına çanak tutarsınız.

Kendi yaşadıklarını ve öğrendiklerini beyninde harmanlayarak kendine ait telif fikir üretemeyen ve başkalarının üretimini taşıyan böylelerine "hamal aydın"dan başka ne denilebilir ki...

Hamal aydın, çevresinde kendisinden daha zeki, daha becerikli, daha kâbiliyetli kimselerin olmasını istemez; zira bu, haketmediği rütbesini tehlikeye atar. Bu yüzden çevresinde dâima orta seviyede insanlar bulundurur, çevresini bu insanlardan kurar. Ezkaza kendisinden daha kâbiliyetli birisi ile karşılaşırsa, onu çevresinden uzak tutmak için elinden gelen gayreti gösterir. O kişi ile istemeden kendi çevresi içinde bulunmak gafletine düşmüş ise, o kişinin kâbiliyetinin ortaya çıkmaması için ilgili kâbiliyet konusunu asla dillendirmez, dillendirilecek olursa derhal konuyu değiştirmeye çalışır. Eğer bunda başarısız olursa son sürat konuyu değiştirmek için çâreler arar. Hamal aydın kurnazdır.

Hamal aydın, pratiğe yönelik hazır reçeteler veren şunu yapma sanatı, bunu başarma sanatı gibi isimleri olan kitaplara pek bir düşkündür. Bunlardan öğrendiği teknikleri hayatına uygular, her hareketini şablonlara uygun icrâ etmeye dikkat eder. Hamal aydın taklitçidir.

Başkalarına nasıl görüneceğine özellikle dikkat eder ve her dâim kontrollü bir sâkinlik elbisesi taşır üstünde. Öylesine titizlikle uyar ki bu "tavsiye edilmiş sâkinliğe" kimisi onu derviş meşrep bulur, kimisi ağırbaşlılığından sitâyişle bahseder. Eğer birisi, ondaki bu yapmacık mollalığı yıkacak bir söz sarfeder, bir harekette bulunur ve sukûnet kılıfı yırtılırsa o an  bir ergenin fütursuzluğu içinde en gâliz yıkıcılığı sergilemekten çekinmez. Hamal aydın iki yüzlüdür.

Egosunu tatmin edebilmek için her dâim etrafında kendisini ululayacak bir yarı-câhil zümresi bulunmasını ve bu yarı câhillerin sayısının artmasını ister.  Onun için inançlar, düsturlar, fikirler değil bu yarı câhil dalkavukların mevcûdiyeti ve kendini ululamaları önemlidir. Bunun için her fikre, her meşrebe uygun görünmeye, renksiz, tarafsız ve biçimsiz olmaya özen gösterir. Etnik aidiyetine, içinde sayıldığı dine karşı en gâliz hücumları bile bir sağırmışçasına dinler, gerekirse arada bir "evet, tabii" gibi karşısındakinde zımnen kabûl fikri uyandıracak lâkırdılar etmekten çekinmez. Hamal aydın alaca-bulacadır.

Hiçbir konuda derinlemesine bilgi sâhibi değildir. O sâdece kabuklarla ilgilenir. Zira en harcıâlem bilgi kırıntıları en kolay kabukta bulunabilir. Etrafında topladığı yarı câhil zümre de hiç bir zaman özle ilgilenmeyip sâdece dış görünüşle alâkadar olduklarından hamal aydının arka arkaya sıraladığı "magazinel" spotlar pek bir hoşlarına gider. Hamal aydın derinliksizdir.

 Nabza göre şerbet veren, herkese hoş görünmek gayreti içinde olan, egosunu herşeyin üstünde tutan bu çakma bilgeden bugüne kadar en az bir tâne görmüşsünüzdür; dilerim başka da görmezsiniz.

22 Şubat 2022 Salı

Nihâvend

Pek çok kişi gibi ben de pek bir severim nihâvend makâmını. Hâfızasında bu makamdan üç beş şarkı olmayan kimse yoktur desem yeridir. Kimseye etmem şikâyet, gizli aşk bu söyleyemem derdimi, ellerim böyle boş boş mu kalacaktı, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, hatırla ey peri o mesut geceyi, yemeni bağlamış telli başına, gönül nedir bilene gönül veresim gelir, bahar bitti güz bitti, yine bu yıl ada sensiz ... Çok sevilen ve çok bilinen nihâvend şarkılardan bâzıları. Yeri gelir gönül telinizi titretir, yeri gelir içinizi fıkır fıkır kaynatır; böyle bir makamdır nihâvend.

Musiki ile tedâvi konusunda ilmî çalışmalar yapmış ve bu konuda bir kitap da yazmış olan etnomüzikolog Rahmi Oruç Güvenç, nihâvend makâmının toprak-ateş tabiatlı ve sıcak-kuru yapıda,  öğleden sonra ( ikindi ) zamanı etkisinin fazla olduğunu;  kan dolaşımı, karın bölgesi, kalça, uyluk ve bacak bölgelerine etkili ve kulunç, bel ağrısı ve tansiyon rahatsızlıklarına faydalı olduğunu, kuvvet ve barış duygusu verdiğini ve akıl hastalıklarına etkili olduğu konusunda önemli bilgiler mevcut olduğunu belirtmektedir.(*)

Çok sevmeme rağmen nihâvend makâmını hep "batılı" bulmuşumdur. Ancak dinlediğim bir kaç şarkı bu düşüncemde gedik açmıştır. Bunlardan birincisi Hacı Ârif Bey'in  "Vücûd ikliminin sultanı sensin" şarkısıdır.

Vücud ikliminin sultânı sensin
Efendim derdimin dermânı sensin
Bu cism-ü na-tüvânın cânı sensin
Efendim derdimin dermânı sensin.

Bu şarkı,  nihâvendin "bizim coğrafyamıza" aidiyetini hissettirir, "buralı" olduğunuzu hissedersiniz. Kendinizi kendinizde bulursunuz velhâsıl.

İkincisi yine Haci Ârif Bey'in "Bakmıyor çeşm-i siyah feryâde" şarkısıdır.

Bakmıyor çeşm-i siyâh feryâde, 
Yetiş ey gamze yetiş imdâde. 
Gelmiyor hançer-i ebrû dâde, 
Gel ne korkarsın ecel sîmâ-yı zerdimden benim, 
Kurtar allah aşkına dünyâyı derdimden benim. 
Yetiş ey gamze yetiş imdâde.

Bu şarkıyı her dinleyişimde, cumbalı evlerin kucakladığı daracık sokaklarıyla eski İstanbul canlanır hayalimde; hem de İstanbullu olmadığım, hayal ettiğim zamanları yaşamamış olduğum hâlde. Böylesine tesirlidir bu şarkı. 

Üçüncüsü, güftesi İlkan San'a ait Erol Sayan'ın "sizden biri" şarkısı olmuştur.

Şu gönlümü yaralayan,
Bu bahtımı karalayan,
Beni dertten derde koyan,
Sizden biri, sizden biri.

Hep aranan, hep özlenen,
Gelir diye yol gözlenen,
Öldürse de çok sevilen,
Sizden biri, sizden biri.

Ne dedimse inanmadı,
Ne yaptımsa anlamadı,
Gözlerimde yaş koymadı,
Sizden biri, sizden biri.

Erol Sayan'ın bütün şarkılarının nev'i şahsına münhasır olduğunu bu şarkı matematik bir kesinlikle anlatır. Öylesine bir nihâvenddir ki sanki bütün makamlar onda mündemiçtir.

Bugün dördüncü gediği açan bir şarkı daha dinledim: Güftesi Rıza Savaşkan'a ait Emin Ongan'ın Nihavend şarkısı. 

Gül kokan, sünbül kokan şebtâbı sensiz neyleyim 
Nevbahârı, gülşeni, mehtâbı sensiz neyleyim 
Olsa da devreyleyen peymâneler âb-ı hayat 
Sevdiğim ben ol şarâb-ı nâbı sensiz neyleyim.

İbrahim Suat Erbay'ın eşsiz icrâsı bu şarkıyı daha bir mutantan hâle getiriyor. Emin Ongan'ın bestecilik kudretini ifâde ediyor ve hepsinden önemlisi nihâvend Türk olduğunu ikrâr ediyor.

---------------

Meraklısına notlar ve bağlantılar

(*) https://tumata.com/muzik-terapi/turk-muzigi-makamlari-ve-etkileri/

Vücûd ikliminin sultanı sensin şarkısının Nesrin Sipahi icrâsı - https://www.youtube.com/watch?v=5rKVrevFzPo 

Bakmıyor çeşm-i siyâh feryâde şarkısınınHamiyet Yüceses icrâsı - https://www.youtube.com/watch?v=u0K-e3uDeds

Sizden biri şarkısının Serap Mutlu Akbulut icrâsı - https://www.youtube.com/watch?v=-VRAnnsPH3U

Gül kokan sünbül kokan şarkısının İbrahim Suat Erbay icrâsı - https://www.youtube.com/watch?v=DcxiyWnV35c


TDV İslâm Ansiklopedisi'nde nihâvend makâmı için oldukça teferruartlı bilgiler yer almaktadır.

Çok özet olarak şu bilgileri aktarayım:

Nihâvend makamı bûselik makamı dizisinin rast perdesine göçürülmesiyle elde edilmiş, buna göre dizisi, rast perdesindeki bûselik beşlisine nevâ perdesinde kürdî ve hicaz dörtlülerinin eklenmesiyle oluşmuştur. Güçlüsü beşli ile dörtlünün ek yerindeki nevâ perdesidir. Nihâvend makamı dizisi Batı mûsikisi bakımından sol minördür. 

https://islamansiklopedisi.org.tr/nihavend--musiki

7 Ocak 2022 Cuma

Ya Bizde Olsaydı

 

Ünlü Amerikalı kemancı Caroline Campbell,  İtalyan besteci Vittorio Monti'nin Csàrdàs adlı eserini çalıyordu. (https://www.youtube.com/watch?v=vZIuT-wK0OY)  Konser, orta İtalya'da Umbria bölgesinde olduğunu öğrendiğim Assisi'deki San Francesco Bazilikasında bir noel konseri. Bazilikanın, katoliklerin hac yerlerinden birisi olduğunu da kısa bir araştırma ile öğrendim.


Csàrdàs'ın icrası bitti, alkış kıyamet..
Yukarıda, bu âna ait bir kare var. Bu karede dikkatinizi çeken bir şey var mı? Yok mu?

Sarı yuvarlak çizgilere dikkat. Hayır, hıristiyan ikonografisindeki hâleler değil bunlar, dikkatinizi çeksin diye ben ekledim.
Aynı kareyi bir de sahne tarafından görelim.
Evet.. kırmızı takkelerinden anladığınız üzere kardinaller bunlar.. En ön sırada.. Aynı konserde askerler de var. Bakın aşağıdaki resme. Omuzundaki yıldızlardan anlayacağınız üzere hem de oldukça yüksek rütbeli. Ama ilk sırada değil. 

Düşündüm... hem de uzun uzun. Ya bizde olsaydı bunun benzeri bir olay diye! 
Bir câmide, dinî bir olay, bir gün, bir hâdise için konser verildiğini...
Câmideki bu konsere rütbeli askerlerin de gittiğini...
O konserde en ön sırada -lâteşbih- müslüman din adamlarının oturduğunu...
Rütbeli askerlerin din adamlarından daha geride oturduklarını...
"Lâiklik elden gidiyor" diye kopartılacak yaygarayı...
O rütbeli askerin ordudan ayrılması gerektiğini yazan "çok bilmişleri"...
"Ortaçağ zihniyeti hortladı" diyen "aydın"ları...
Sosyal medya bataklığındaki hezeyanları...
Bir de siz düşünün bakalım. 

20 Aralık 2021 Pazartesi

Zaman Yitiğin Olsun

 

Ey Yageder!

ruhumda mı yoksa beynimde mi veyahutta kalbimde mi

olduğunu bilemediğim fabrika artıklarını

gelişmiş ülkelerin disposible çöplerini

ve geri kalmış ülkelerin sömürge acılarını

pis ve rutubetli ve karanlık ve daracık

bir hücreye kapatılmış

bir klostrofobiğin korkularını

ve içi petrol ve sidik ve sigara zifiri kokan

altmış model

bir uzunyol otobüsünün verdiği bulantıyı

andıran

bir garip duygunun pençesinden

alıpta

beni uzak iklimlerin pembe sislerine

    ve mâvi huzuruna

morfin almış kanserlinin rahatına

ve kötü bir kâbustan uyanan çocuğun

    terli korkusuzluğuna

götüren

huzur kaynağım!

Ey alâim-i semâ!

sakla gittikçe hızlanan şu saati heybene

kurtar huzuru zamanın bukağısından

zaman yitiğin olsun.

Azad et beni korkularımdan

Sodom ve Gomore donanma şenliği kalsın

leyl-i zulmünde zâlimin

Ey sevgili!

Salat-ı tefriciyen olsun

bu zulme lânetin...

18 Aralık 2021 Cumartesi

Tanzimat Kafası - Yabancı Lisana Dâir

 "Galatasaray mezunu" bir yazar, "lumpenproletarya" tesmiye ederek kendince tahfif ettiği bir kesimden bahseden bir yazısında (1) "Fransızca konuşmaya başlayın demedik de..." diyerek, Fransızca konuşmanın ona göre bir üstünlük vesilesi olduğunu ifâde ediyordu. E malûm "Galatasaray'da" fen eğitim lisanı da Fransızca değil miydi?

Tanzimatla bünyemize kalıcı olarak yerleşen Fransızca virüsünün neler yaptığının en çarpıcı örneği, Reşat Nuri GÜNTEKİN'in Çalıkuşu adlı romanındaki "maarif müdürü"nde hayat bulur; bir köy okulunu gezen ve Fransızca kelîmeler döktüren maarif müdürünün okul binası için "ahır" demesinde!

Peki Fransızca konuşmak, konuşanı üstün vasıflı yapan bir hususiyet midir? Eğer böyleyse anadilleri Fransızca olanların "ideal insanlar" olmaları, "Frankafon"luğun, dünyayı daha iyi, daha güzel bir yere getirmesi gerekmez miydi?

Dünya gerçeklerine baktığımızda bunun böyle olmadığını görüyoruz. 

Laos, Kamboçya, Vietnam, Yeni Kaledonya, Fransız Polinezyası, Cezayir, Gabon, Moritanya, Senegal, Gine, Fildişi Sahili, Kongo, Mali, Madagaskar, Benin, Burkina Faso, Togo, Çad  ve Nijer'i sömürgesi yapan ve hâlâ "denizaşırı toprakları" bulunan Fransa'nın anadili Fransızcadır. (2)

Antep ve Maraş'ı işgâl edenler de Fransızca konuşuyorlardı.

1945'te Cezayir'de Setif ve Guelma'da 45 bin Cezayirliyi öldüren Fransızların anadili Fransızcadır.

17 Ekim 1961'de Paris'te barışçıl gösteri yapan Cezayirlilere saldırıp binlerce kişiyi yaralayıp, yaklaşık 14 bin kişiyi gözaltına alan ve 300'den fazla Cezayirliyi öldüren Fransız polisinin anadili Fransızcadır.

Fransa'da neşrolunan ve İslam dinine hakâretleriyle meşhur Charlie Hebdo dergisi  de Fransızca yayımlanmaktadır.

Bu kötü misallerden yola çıkarak bütün Fransızları ve Fransızcayı kötülemek elbette mümkün değildir. Her milletden iyi ve kötü insanlar çıkabileceği gibi, Fransızca da nihâyetinde yüzlerce lisandan sâdece birisidir. Tıpkı Afrika'daki Bantu lisanları, Malayca, Korece gibi. Fransızca konuşmak -tıpkı diğer yabancı lisanları konuşabilmek gibi- bir üstünlük işâreti, bir üstünlük kıstası olamaz. Fransızca'yı bir lisan olmaktan alıp bir üstünlük göstergesi hâline getiren tanzimat kafası aksini iddia etse de durum budur. 

---

(1) https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2021/12/09/tarz-i-siyaset

(2) Fransa'nın sömürgeciliği hakkındaki "Fransız Sömürgecilik Tarihi Üzerine"  adlı akademik bir makaleyi şu adreste bulabilirsiniz:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/200454#:~:text=Cezayir%20(1830)%2C%20Gabon%20(,%C3%BClke%20Fransa'n%C4%B1n%20kontrol%C3%BCne%20ge%C3%A7er.

12 Aralık 2021 Pazar

Anlamayın Beni

 Sizlerden beni anlamanızı beklemiyorum!

"Sizler"den kasdım, hepsi biribirine benzeyen alelâde insanlar...

"Sizler"den kasdım,  münevver olmayı değil aydın görülmeyi tercih edenler...

"Sizler"den kasdım, cilâlı imaj devrinin prototipleri...

"Sizler"den kasdım, birkaç yüz kelîmeyle konuşmaya çalışanlar...

"Sizler"den kasdım, tahammülün yerine hoşgörüyü ikâme etmeye çalışanlar...

"Sizler"den kasdım, şiirden ve müzikden hazzetmeyenler...

"Sizler"den kasdım, susmayı olgunluk sayanlar...

"Sizler"den kasdım, molla demeleri için ağır olanlar...

"Sizler"den kasdım, status quo'nun yılmaz bekçileri...

"Sizler"den kasdım, bırakın evinde kütüphânesi olmayı kitaba para vermeyi israf sayanlar...

"Sizler"den kasdım, kendisini yerleştirdiği yere göre fikrî şablona sâhip olanlar...

"Sizler"den kasdım, "Güneşi ceketinin astarı içinde kaybedenler"... (1)

"Sizler"den kasdım, bilgi sâhibi olmadan fikir sâhibi olanlar...

"Sizler"den kasdım, mazrufa değil zarfa bakanlar...

"Sizler"den kasdım, hayattaki tek gâyesi keseyi doldurmak olanlar...

"Sizler"den kasdım "norm"a uygun insanlar...

Şimdi anlıyorum ki sizlerden  beni anlamanızı beklemek ham hayâl imiş; hem de en başından beri...

---

(1) İfâde, Sultan'üş şuara Necip Fazıl Kısakürek'e aittir.

10 Aralık 2021 Cuma

ADOY'dan İzlenimler - 2) ADOY Gezegeni nasıl bir yer

 Adoy gezegeninden en genel bilgiler

"Adoy gezegenine nasıl gittim" serlevhalı yazımdan sonra ilginç mesajlar aldım. 
Bâzı okuyucular, "astral seyahat" konusuna inanmakta güçlük çektiklerini belirtirken bâzı okuyucular da Adoy gezegeninin nasıl bir yer olduğunu anlatmamı istiyorlar.
"Astral seyahat" konusu, ancak bu alanda yapılacak ileri mental ve psişik tecrübelerle anlaşılabilecek ve "kâl"den ziyâde "hâl"e dâir bir konu olduğundan, kelîmelerle ifade edilmesi oldukça zor. İleride bu konuda birkaç kelâm edeceğim. Şimdi, bugüne kadar kadar yaptığım astral seyahatlerde Adoy gezegeni hakkında öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dünyadan birazcık küçük bir gezegen Adoy. Çapı 10 bin kilometre. Dünya yön sistemine göre düşünürsek, kuzey ve güney yarıkürelerinde birer büyük kıta var. Kuzeydeki kıtanın adı Sözenob, güneydekinin adı ise Söfakob. Bu iki kıtanın ortasında ise Ateş Denizi bulunuyor.
Bu kıtalarda, idare sistemi farklı çeşitli devletler bulunuyor. İdareciler bâzı devletlerde seçimle işbaşına gelirken bazı devletlerde monarşik bir sistem bulunuyor.
Sözenob kıtasındaki devletler Söfakob kıtasındaki devletlere göre çok daha zengin. Bunun sebeplerini ileride yapacağım astral seyahatlerde öğrendiğimde sizlerle paylaşacağım.
Adoy'da atmosfer Dünyadakine oldukça yakın. Sâdece karbondioksit oranı Dünyadakinden daha yüksek. Öğrendiğime göre yıllar içinde atmosferdeki karbondioksit oranı gittikçe artıyormuş. Bu yüzden nefes almak dünyadakinden daha zor. Atmosferin rengi kızılımsı bir mâvi. Atmosferden gelen kızıl ışık, denizleri de kızıl gösteriyor. Bu sebeple de iki kıtanın arasındaki denize Ateş Denizi denilmiş.
Adoy'da hava oldukça sıcak. Buna atmosferdeki karbondioksit oranının yüksekliği sebep oluyormuş. Sıcaklık sebebiyle evler yer altına -âdeta gömülerek- yapılmış. Bir evin varlığına tek işaret bir bekçi kulübesini andıran giriş kapısı. Bu kapıdan aşağıya inilerek evlere ulaşılıyor. Karbondioksit artışına bağlı olarak gittikçe artan hava sıcaklığı yüzünden bitkiler ancak kapalı yerlerde suni ışık altında ve sıcaklığı düşürülmüş ortamda yetişebiliyor. Gezegende hiç ağaç yok.
Adoy'un ışık ve sıcaklık kaynağı Ar dedikleri bir yıldız. Ar yıldızı, ömrünün sonlarına yaklaşmış ve kızıl dev olma yolunda. Bu yüzden -bizim Güneşimize göre- hem çok büyük görünüyor ve hem de ışığı kızıla çalıyor.
İşte böyle bir yer Adoy.
Mâvi gökyüzüne ve denizlere alışan biz dünyalılar için oldukça garip bir yer. Sizlere yemyeşil ormanları, masmavi suları, berrak âsumanı anlatmak isterdim; ama Adoy'un gerçeği bu.
Öğrendikçe yazacağım.

9 Aralık 2021 Perşembe

Yaşarken Görebilecekleriniz

 Gördüklerinizin gerçek olmadığını,

Gözden ırak olanların bambaşka kişilere tahvil olduğunu,

Büyük ve ağır lafların aksine unutulmanın pek kolay olduğunu,

Sözlerin unutulmak üzere verilmiş olduğunu,

Kutsalların en kârlı ticâret metaı olabileceğini,

Çıkarın sevgi cilâsı ile mücellâ olduğunu,

Cilâlı imaj devrinden cilâlı yalan devrine geçildiğini,

Aşk denilen şeyin giffen mal olduğunu,

Aşk literatürünün üstâd-ı âzamının Goebbels olduğunu,

Derekesini saklamak isteyenlerce derecenizin üstünün örtüldüğünü,

Âkil libası giyenlerin kafasını kuma sokan devekuşunu göremediklerini,

Bâzılarının ancak cücelerle yanyana iken mutlu olabildiklerini,

Vefânın gerçekten de İstanbul'da bir semt ismi olduğunu,

Maddenin her dâim geçer akçe olduğunu,

Gözyaşının her derde devâ bir setre olduğunu,

Hedonun yeni bir ilâh olarak serpildiğini,

Kandırılmanın da bir sonu olabileceğini,

Son sözün günü gelince söyleneceğini.

26 Kasım 2021 Cuma

Kat-ı Zeban

 Hadi, çocukluğunun bakkal dükkanında farzet kendini. Nemli bisküvi kokusunu hisset. 

Sonra kopya kalemiyle semaya çizilmiş devâsa resimler girsin rüyana. 

Akşam üstü oyunlarını terketmenin zorluğu sarsın içini. Bir yanda seni tatlı bir ökse gibi çeken oyun diğer yanda seni gerçeğe çağıran ses. Oyun arkadaşlarının kurnazlıkları, çocukça hesapları, benmerkezci hasetleri... 

Ve sen kendini anlatamayan çocuk.

Yok, hayır.. çocukluğunun bakkal dükkanlarından çık ve seni evinden uzak bir gurbete götüren o şehirlerarası otobüsün mazot kokulu iklimine sığın.

Yok artık o bakkal dükkanları.

Sararmaya yüz tutmuş başakların arasında çocukluğa baş kaldıran koşuşturmalar da. O başakların boy verdiği tarlalar otların istilâsına uğramış, o tarlaların olduğu köy ışığı sönen bir lamba gibi şimdi.

Sonra ikindi vaktinin sersemletici ikliminde gezilen havuz başları da. Mâviden yeşile kayan ummanlar da. Şimdi ikindiler siyah-beyaz işlere hasredilmiş hâlde ve ummanların hayâli dahi fersah fersah ötelerde...

Saklanan küçücük yâdigârlar yitiklerin birer cüzü şimdi. Sorsam hatırlanmaz belki de, o kadar yitik, o kadar eski, o kadar yokmuşlar...

Avuçlardan çıkan ırmaklar ırak bir iklimin sam yeliyle kurumuş ve artık gözlerde yağmur bulutları gezmiyor... Duygular şimdi maktûl...

Bu kurak vâdide bir tek şiir kalmıştı hayatta; zaman denilen kaatil ona da uğradı ve nihâyet şiir de öldü.

Yokların muhasebesi de yok.

Ve menaif-i âmme için kat-ı zeban dahi yok.


Zeyl: Hem-zebân dahi olmadığı hususu işbu lâyihaya zeyl ve beyan olunur.

Hâşiye: İşbu lâyihanın anlaşılamaması hâlinde kamusa müracaata gerek yoktur. Anlaşılamıyorsa anlamak için çaba sarfetmek beyhudedir.

25 Kasım 2021 Perşembe

Sîretler ve Sûretler - Mut Emici

 Hani bir çocuk filminde "ruh emici"ler vardı. Kendi ruhları olmadığı için yakaladığı insanların ruhunu emiyorlardı. İşte mut emiciler de başkalarının mutluluğunu emerek mutsuzluklarını gidermeye çalışırlar; zira kendilerinde mutlu olabilecekleri hiç birşeyleri yoktur.

Mut emici, mutlu insan görmeye dayanamaz; zira kendisi hiç mutlu olmamıştır. Bunun için çeşitli yollarla mutlu insanların mutluluklarını yıkmaya, yok etmeye çalışır. Mutlu insanların sâhip olduklarını küçümser, kulp takmaya çalışır, kötüler, gerekirse iftira atmakdan dahi çekinmez. Yeter ki mutlu olan mutluluğunu kaybetsin.

Asla sâhip olamadığı mutluluğun yokluğu ruhunu zifiri karartmış, yüreğini garez gömüğünün bataklığı hâline getirmiş velhâsıl iç dünyası çirkinliğin zifti ile kaplamıştır. Dahası sîretinin çirkinliği sûretine de vurmuştur. Bu sebeple sûreten güzel olanlara dayanamaz. Mut emici çirkindir. 

Sûreten güzel olmadığından kendisini soyut niteliklerle vasıflandırarak egosunu tatmin etmeye çalışır. Bunun için etraflarında sürekli kendini ululayacak, hiç birisi sûreten kendisinden güzel olmayan bir bağımlılar güruhu barındırır ve bu güruhu kaybetmemek için elinden geleni yapar. Mut emici kibirli ve komplekslidir. 

Benmerkezciliğinin bir sonucu olarak sâhip olamadıklarını önce önemsiz göstermeye çalışarak küçümser,  sonra alay eder. Hep ön planda olmak ister. Eğer başarılı olamazsa önce kendini ortamdan soyutlayarak karşısındakilere değer vermediğini göstermek ister, sonra sudan bahanelerle maraza çıkarır ve ortamı terkeder. Mut emici hasistir.

Kendisinin sâhip olmadığı hiçbir bilgi önemli değildir.  Dolayısıyla mut emici için gerçek değil doğru önemlidir, kendi doğrusu. Kendi doğrusunu da açık bir şekilde dile getirmez, getiremez. Dile getirmez; zirâ bildiğinin basit olduğunun bilinmesini istemez. Bunun için üç-beş bilgi kırıntısını şişirir, süsler, meslekî jargonlara boğar, sofizmin şâhikasına çıkar. Mugalatada kimse eline su dökemez. Düşünür ki karşısındaki söylediklerini ne kadar az anlarsa o kadar bilgili olduğunu zannedecektir. Dile getiremez; zirâ güzellik kıtlığı ikliminde yaşamaktan dolayı belâgata da yabancıdır. Mut emici câhildir. 

İçinden geçenleri asla yüze söylemez; samimiyeti bir sürüngen soğukluğundadır. Arkadan konuşmak, kendi güruhu hâricindekileri kötülemek vazgeçemediği gıdasıdır. Mut emici mürâîdir. 

Hiç mutlu olmayan ve olamayacak olan, acınası bir psiko ve sosyo patolojiyle muztarip bu kimselerle yolunuz dilerim hiç kesişmez.

23 Kasım 2021 Salı

ADOY'dan İzlenimler - 1) ADOY Gezegeni'ne nasıl gittim

 Şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım seneler önce "astral seyahat" diye birşeyden bahsetmişti. Arkadaşım, kendisini tâbi tuttuğu belli bir eğitimle bu kâbiliyeti kazandığını, artık istediği zaman bir nevi trans hâline geçerek astral seyahate çıkabildiğini, böylece istediği yere gidebildiğini söylemişti. Başta oldukça tuhaf hatta saçma gelen bu fikir, zihnimin geri plânını hep meşgul etti. Okumaya araştırmaya başladım.

Bu arada, ilginç bir kitap okudum.

1949 Almanya doğumlu Michaela isimli bir genç kız, babasının işi gereği geldiği Türkiye'de bir Türk'e âşık olup evlenir ve müslüman olur. İsmi de  Michaela Mihriban Özelsel olur. Daha sonra, özel hayatındaki hâdiselerden kaynaklı bâzı hissî sıkıntıları sebebiyle halvete girmeye karar verir, çeşitli teşebbüslerden sonra buna muvaffak da olur. İstanbul'da bir evde yaşadığı 40 günlük "hâlveti"nden yola çıkarak kaleme aldığı "Halvette 40 gün - Psikolog Dervişenin Halvet Günlüğü ve Bilimsel Çözümlemesi" adlı kitapta (*) fevkalade ilginç bilgiler vardı. Kitabın arka kapağında şunlar yazıyordu:

"1990 başlarında, Üsküdar'da, derme çatma, birkaç katlı bir apartmanda, soğuk ve eşyasız bir odada dünyayla ilişki görünürde kesilirken, belki de asıl hayat su yüzüne çıkar; beden latifleşir, ruh genişler, saplantı nevrozları çözülmeye durur. İnsan, asıl hayat ve maceranın içine gömülür.. Çocukluktan evliliğe, akademik bilgiye kadar pek çok şey gözden geçirilir. Ama artık bir iç gözdür bu bakan."

Kitabın, 2. bölümünde verilen ve fizyoloji ile nörolojinin ve endokrinolojinin etkileşiminin nelere yol açacağı konusundaki bilgiler oldukça ilginç idi. Bundan sonra daha çok okumaya, araştırmaya, küçük öz-denemeler yapmaya başladım. Aradan yıllar geçti.

Bu denemeler esnâsında bir gün sanki bir duvar yıkıldı ve başka yerlere gidebildiğimi gördüm. Evet, astral seyahatin ne olduğunu anlamıştım. Böylece bir çok yerleri gezdikten sonra, dünya dışına çıkılıp çıkılamayacağını düşünmeye başladım. Bir gün bir duvar değil amma bir sur yıkıldı ve bir solucan deliği (**) vasıtasıyla dünyanın dışına seyahat yapabilmeyi de keşfettim. Bu seyahatlerimde pek çok ilginç yerler gördüm. Ancak bunlardan birisi, üzerinde canlıların yaşadığı Adoy adlı bir gezegen, dünyaya çok benzeyen bir yerdi.

Atmosferi, iklimi, yaşayan canlıları, dilleri, inançlarıyla Dünyanın ikizi sanki.

Neler gördüm bu Gezegende neler... Bu gezegende görüp duyduklarımı sizlerle paylaşmak istedim. İstedim ki tuhaf şeylerin sâdece bizim dünyamıza mahsus olmadığını göstereyim de bir nebze olsun rahatlayın.

----

(*) ÖZELSEL, Michaela Mihriban, Halvette 40 Gün, Kaknüs Y., 2b., İstanbul, 2003.

(**) Solucan deliği: (Einstein–Rosen köprüsü ya da Einstein–Rosen solucan deliği) Uzay zamandaki farklı noktaları birbirine bağlayan spekülatif bir yapıdır. 1935 yılında Albert Einstein ve Nathan Rosen, Genel Görelilik kuramını kullanarak uzay-zaman içerisinde köprülerin varolduğu önermesinde bulunmuşlardır.

( https://tr.wikipedia.org/wiki/Solucan_deli%C4%9Fi )

Bulanık Suda Avlananlar - Kuantum

 Zaman zaman belli kelîmeler, mefhumlar "moda" olur, her bir şeyin o'nlusu çıkar meydana. Kuantum gibi. Kuantum (quantum) kelî...