30 Nisan 2019 Salı

"Osmanlıca" diye bir lîsan var mı?

Bugünlerde o kadar sık karşılaştığımız bir kelîme ki "Osmanlıca", sonunda yer alan "ca" eki, bilmeyen birisinin Türkçe'den tamamen farklı bir lîsan zannetmesine sebep oluyor.
Belki bu sebeple, belki kelîmenin meydana getirdiği istihfamı ve yanlışlığa mâni olmak adına bunun yerine "Osmanlı Türkçesi" denildiğini de görüyoruz.
Aslında Osmanlıca denilen, Arap alfabesi ile yazılan Türkçe'den başka bir şey değildir. Bu yüzden, üniversitelerde "Osmanlı paleografyası" dersleri vardır. Osmanlı devletinde, sâdece -Türklerin yaşadığı yerlerdeki- halk arasında değil sarayda dahi açık ve anlaşılır bir Türkçe konuşulduğu su götürmez bir gerçektir. Nitekim, bâzı Osmanlı pâdişahlarının yazdığı şu şiirlere bakıldığında bu husus anlaşılacaktır:

Sâki, getür, getür yine dünki şarabumı
Söylet dile getür yine çeng ü rebabumı
Ben var iken gerek bana, bu zevk ü bu safa
Bir gün gele kim görmeye kimse türabum.
(II. Murad - 15.yy)

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
(Kanunî - 16.yy)

Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
...
Bu dünya fânidir sakın aldanma
Mağrur olup tac ü tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
(III. Murad - 16.yy sonu)

Saray yazışmalarında -o günün idare geleneklerine uygun olarak- Arapça ve Farsça kelîmelerin oldukça bol kullanılmış olması, kimi şâirlerce hiç gereği yokken Türkçe kimi kelîmelerin yerine Arapça ve Farsça karşılıklar kullanılmış olması gibi doğruluğu ve yerindeliği tartışılması gereken kimi hususlar, Osmanlıca tesmiye edilen lîsanın Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. İçinde yabancı lîsanlardan kelimeler bulunsa da, pek çok kelîmesi ve kuralları Türkçe olan Osmanlıca için en fazla "ait olduğu yüzyılın Türkçesi" denilebilir. Osmanlıca ve Osmanlı diyerek bizi bizden yabancılaştırma gayretleri olsa da bakın batılılar bu topraklar için ne diyor:
"12. yüzyılın sonundan itibaren Avrupalılar bölgeyi Turchia veya Turkey "Türklerin ülkesi" olarak isimlendirmeye başladılar."(Agoston Gabor ve MASTERS Bruce, Encyclopedia of The Ottoman Empire,s.574.)
Batılıların -daha Osmanlı Devleti kurulmadan önce bile-Türkiye olarak isimlendirdiği bu topraklarda yaşayan ecdadımızı Türk kimliğinden uzaklaştıracak her çaba bizi bize yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Selçuk Türkleri yazan harita

Osmanlı Türkleri yazan harita.


15 Nisan 2019 Pazartesi

Yobazlık ve yobaz

İlâhiyatcı ve hukukçu Yaşar Nuri Öztürk, ‘Kötülüklerin anası: Yobazlık’ başlıklı yazısında "Yobazlık, kişinin kendi düşünce ve kabulleri önünde herkesi ve her kuvveti boyun eğdirme tutkusunun kuduz bir hal alışıdır. Din adına sergilenebileceği gibi dinsizlik adına da sergilenir." der. ( http://www.hurriyet.com.tr/kotuluklerin-anasi-yobazlik-39022350 )
Oysa günümüzde yobazlık denilince akla ilk gelen "din" oluyor ki, bu kavramın doğrudan ve birinci elden dine bağlanması yanlış ve başlıbaşına bir yobazlık olsa gerek.
Nitekim, "Türk" Dil Kurumu'nun sözlüğünde yobaz kelimesi için şu üç karşılık mevcut:

1. Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen (kimse): “Bu memleketi de dört buçuk yobaza bırakamayız.” -A. Gündüz. 2. mec. Bir düşünceye, bir inanca aşırı ölçüde bağlı olan (kimse). 3. hlk. Kaba saba, inceliksiz (kimse).

Yobazlığı dine bağlayan kabulün birinci karşılık olarak verilmesi, aslında konuya önyargılı yaklaşımı da ortaya koyuyor; gerçekten, bu birinci karşılık için verilen örnek sözün yazarı "Türk" olduğuna ve memleketi de "Türkiye" olduğuna göre, "dört buçuk yobaz" ile kimleri kasdettiği anlaşılmaktadır. İkinci ve üçüncü karşılıklar daha mutedil.

Evet, yobazlık bir kimsenin kendi düşünce ve kabûllerini körü körüne üstün, doğru, en iyi kabûl etmesi ve başkalarını kendi düşüncelerine boyun eğdirmek için kuduzca bir tavır alış, zorlama hâlini ifade eder. Yâni yobaz, bir dine değil bir inanca, bir düşünceye bağnazca bağlı olup, diğer inanış ve düşüncelere karşı kötülüğünü icra eder. Evet, din de bir inançtır amma bütün inançlar din değildir. Bu yüzden yobazlığı peşinen dine bağlamak gayreti de yobazlığın bir başka yönü değil midir? Gerçekten de bir kişi, belli bir dine bağlılığı yobazlık olarak isimlendirmekle o dine ve o dine mensup olanlara karşı haksız bir ithamda bulunmakta; sorgulamadan, araştırmadan bir din için bu sıfatı kullanmakla aslında kendisi yobazlık yapmakta değil midir?
Başkalarının inançlarına müsamaha göstermediği gibi, herkesin kendisi gibi inanmasını isteyen, buna zorlayan, kendisi gibi düşünmeyenleri çeşitli aşağılayıcı ifadelerle tahkir eden ve hatta hakaret eden kişinin yaptığı yobazlık değil de nedir?
Çevrenize bakın, bu çerçeveye giren kişileri göreceksiniz. Siz, onların başkalarına yaptığı gibi onlara "yobaz" demeyiniz amma onların yobaz olduğunu biliniz.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Aziz dostum

Hukuk Fakültesinin ilk senesiydi; o devasa "anfi"de yüzlerce kişi arasında biribirimizi görmüş, biribirimize yaklaşmaya başlamıştık. Diğer öğrencilere benzemiyorduk; zira ikimiz de Devlet memuruyduk. Her ikimiz de sağlık kolejini yatılı okumuştuk ve aynı Bakanlığın farklı kuruluşlarında çalışıyorduk. Ve elbette her ikimiz de -memur hâlimizle- öğrenciliğe pek de uyum sağlayamamıştık. En büyük ortak noktamız zamanla ortaya çıktı: Her ikimiz de hukuktan çok edebiyatı seviyorduk. Kaç defa "bırakalım şu hukuk fakültesini, gidip edebiyat okuyalım" dedik...
Ertesi gün ceza usûl hukuku final sınavına gireceğimiz günün akşamı onun evinde "hadi derse başlamadan azıcık şiir okuyalım" diyerek daldığımız şiir bahçesinde gecenin geç vakitlerine kadar dolaşınca "artık bu saatten sonra ders çalışılmaz" deyip yatmış ve elbette ertesi gün yapılan sınavdan "çakmıştık."
Baktık bırakamıyoruz hukuk fakültesini, "o zaman okul bitince şu ders notlarını okulun bahçesinde yakalım" diyerek yeni bir avuntu bulduk ve bu avuntuyla bitirdik okulu. Amma,"eylem yaptığımızı sanarak tutuklanmak" korkusuyla bu düşüncemizi de gerçekleştiremedik; sadece hatırlayınca tebessüm sebebi oldu bu düşünce, o kadar.
Her ikimiz de şiir yazdığımız için biribirimize şiirlerimizi okurduk; bir müddet ayrı kaldıktan sonra bir araya geldiğimizde ilk sorduğumuz soru "yeni şiir var mı olurdu"
Şiirin azgın dalgalarının tersine onun dünyası hep dingin idi. Hiç öfkelendiğini görmedim, her dâim munis, her dâim anlayışlı, her dâim mütebessim idi. Engin kültürü ile konuştuğunu dinletir, sâkin ses tonuyla dinleyicisini âdeta hipnotize eder, sükûnet diyarına yolculuk yaptırırdı.
Mizahî bir tarafı da vardı. Gülmeyi ve güldürmeyi severdi. O anlatınca en sıradan fıkra  fevalâde komik gelirdi dinleyene.
Pek sık görüşürdük önceleri. Yaşımızın onlar hânesi beşi geçmeye başlayınca mesâfeler bize daha uzun gelmeye başladı sanki. Gittikçe daha az görüşür olduk; amma o hep aziz dostum olarak kalacak.

10 Nisan 2019 Çarşamba

Özüne sâhip bir hâkim ve bir gezgin

10 nisan 2019 tarihinde "Özüne sahip bir hâkim" başlığı altında aşağıdaki yazıyı yazmış idim:
"Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenci iken aynı hastahanede çalışıyorduk; birimiz laboratuvar teknisyeni, diğerimiz röntgen teknisyeni olarak.
Her dâim pozitif, neşeli birisiydi. Okulu bitirince hâkimlik sınavlarına girip hâkim oldu. Ama o hep aynı insandı. Bir gün Kızılay'da karşılaştık, büyücek bir çanta taşıyordu; taze üzümden iğne ipliğe varıncaya dek pek çok şey vardı bu çantada. Ritüelleri umursamaz ve kompleksiz birisiydi.
En son İstanbul'da çalışamaya başladı. Mezun edildiğimiz Yenişehir Sağlık Koleji mezunlarının buluşmasında Bodrum'da karşılaştık sonra. Herkesin âla-yı vâla ile masadan masaya geçerek zaman geçirdiği bu buluşmada ben Mausoleum, antik tiyatro ve Bodrum Sualtı ve  Arkeoloji müzesinde zaman geçirirken, hâkim arkadaşımın da Bodrum'daki târihi yerleri dolaştığını öğrendim. Bu vesile ile  sanata, sanat târihine dair sohbetlerimiz oldu, onun fırsat buldukça bir öğrenci turist gibi gezginlik yaptığını öğrendim, mutlu oldum.
Zaman zaman köyünde çekilmiş resimlerini gönderirdi. Ya tarlada, ya bir ağacın başında sanki o köyden hiç ayrılmamış gibi çalışırken, tabiatla hem-hâl olmuşken görürdüm onu. Zaman zaman da yazdığı yazıları gönderirdi. Köyünü, köyünde geçen çocukluğunu, hayvanları, bitkileri anlattığı, buram buram Anadolu ve tabiat ve mâsumiyet kokan yazılarını...
Sonra ondaki öğrenme merâkı her dâim diri, her zaman güçlü idi. Pek çok konuya ilgi duyuyordu; eski eserlere, sanata, sanat târihine, filolojiye; Arapça ve ilahiyat dâhil.
Bir çalışmam için mimar Vedat Tek'in çocuklarına ulaşmam gerekiyordu. Bir müddet araştırdıktan sonra, Vedat Tek'in Nişantaşı'ndaki evinin alt katında Tek'in kızı Selime Yekta Işıtan'a ait bir lokanta olduğu bilgisine ulaşınca, hemen bu hâkim arkadaşı arayıp yardım istediğimde hiç düşünmeden ilk cumartesi gününü bu işe hasretmişti.
Evet, hâkim olmuştu, adalet dağıtıyordu. Ama özünü hiç kaybetmemiş, hiç aşağılık duygularının esiri olmamıştı.. Hâkimlik yaptığı adliyedeki bir duruşmasına, çocuklu bir avukatın çocuğuyla geldiğini bana övünerek anlatmıştı; zira bu ona göre insanî bir şeydi ve insan olmak herşeyden önce geliyordu.
Bir gün köyleri gezeriz onunla diye düşünüyorum; hayvanları ve otları severek."
***


Aradan beş yıl ve on gün geçtikten sonra bugün bu yazının başlığına "ve bir gezgin" ibârelerini ekledim. Zira:
Hani Evliya Çelebinin rüyasında Hz. Muhammed'i görüp "Şefaat ya Resulullah" demek isterken içindeki gezmek arzusundan dolayı "Seyahat ya Resulullah" demesi gibi, Ondaki gezmek arzusu da bu hâkimi, hâkimlikten emekli olup neredeyse bütün vaktini gezmeye hasretmesine sebep oldu.
Dur durak dinlemeden, yorulmadan, çevre şartlarına aldırmadan sâdece Türkiye'yi değil onlarca ülkeyi gezdi. Gezerken sâdece gezdiği mekanları değil insanları tanımaya da önem verdiğini son kitabı olan "Çobanın Yolculuğu"ndan anlıyoruz. Gerçekten her yaştan, her kültürden, her meslekten insanlarla sıcacık  ilişkiler kurduğunun isbatı bir tarhana çorbasının buğusu gibi tütüyor satırlarında. Onun tarzı abartısız,  süslemesiz, hilesiz, ailenizin bir ferdiyle sohbet ediyormuşçasına içten. Gezmenin aynı zamanda "bilmek" demek olduğunun künhüne varmış ve hezarfen bir anlayış seviyesine ulaşmak için çeşitli alanlarda öğrenim görmüş ve gören birisi.
Beş yıl önce yazdığım gibi bir gün köyleri onunla gezmek isteği hâlâ temenni listemde üst sıralarda.
Yolu hep açık olsun.


Tarihi Sultan Sofrası - Mardin

 Mardin Kalesi'nin eteklerinde kurulmuş eski Mardin'de 1 Numaralı Cadde üzerinde kasaplar çarşısının girişinde yer alan bir esnaf lo...