22 Haziran 2020 Pazartesi

Aydın, münevver, entelektüel

Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün siyaset bilimi yüksek lisans programındaki hocalarımdan Kadir Cangızbay basmakalıp "hoca"lardan oldukça farklıydı. Deneysel Amerikan sosyoloji ekolüne şiddetle karşıydı. Her bir cümlesi birer paragraf tutan ilginç makaleleri vardı. Bunlardan birisi de "aydın" hakkındaydı. Bu konuda bir iki kelâm etmek istedim.
Günümüzde; aydın, entelektüel, münevver aynı anlamda kullanılan kelîmeler. Bir farkla: Kendisini, -muhafazakâr zıddı olarak- ilerici sayanlar "aydın"ı, özenti batıcılar "entelektüel"i, -pekçoğunun muhafazakârlığın ne olduğunu bilmediği- muhafazakârlar ise "münevver"i tercih ediyorlar. Kendini "konumlandırdığı" yere göre -yâni tümdengelimci bir anlayışla- fikir sâhibi olmayı ve  kelîme seçmeyi sevenlerden başka ne beklenebilir ki...
Peki bu üç kelîme -aslında mefhum- birebir aynı durumu mu anlatıyor, aralarında fark var mı diye hiç düşündünüz mü?
Öncelikle Nişanyan Sözlük'ten bu kelîmelerin etimolojisine bakalım:
Aydın:
Divan-ı Lugati't-Türk'te "aydıŋ" kelîmesinin "ay ışığı" manâsına geldiği, (11. yy), 14. yüzyılda İbni Mühenna'nın Lugat'ında ve Aşık Paşa'nın Garib-name'sinde de keza aynı anlama geldiği; 1935'te yayımlanan  Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu'nda ise  "... Fr illuminé karşılığı"nın verildiği belirtilmektedir.
Münevver:
Arapça nwr kökünden gelen munawwar'ın منوّر  "aydınlık, ışıklı" sözcüğünden alıntı olduğu, kelîmenin, Arapça nawwara نَوَّرَ  "aydınlattı" fiilinin mufaˁˁal vezninde (II) edilgen fiil sıfatı olduğu belirtilmektedir.
Entelektüel:
Fransızca intellectuel "aydın, kültürlü kişi" sözcüğünden alıntı olduğu; Fransızca sözcüğün Latince intellectūs "akıl, anlayış" sözcüğünden +al° ekiyle türetildiği, sözcüğün Latince intelligere "anlamak, idrak etmek, ayırt etmek" fiilinin geçmiş zaman fiil-sıfatı olduğu belirtilmektedir.

Entelektüel kelîmesini, Türkçe'de kullanım şekline bağlı olarak aydın kelîmesine dâhil ederek  ilerlemek doğru olacaktır.

Bu kelîmelerin sözlük manâsına gelince:
Aydın:
Nişanyan, "aydın = münevver = Eclairé";
Tietze, "ışık, aydınlık, ışıklı" (s.236)
Türk Dil Kurumu'nun Güncel Türkçe Sözlüğü, ışık alan, ışıklı, aydınlık; kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver, entelektüel;
Dil Derneği'nin Türkçe Sözlüğü, ışık alan, ışıklı, aydınlık; kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini benimseyen, değerlendirme yetisi gelişmiş (kimse),
Karşılıklarını vermektedir.
Münevver:
Devellioğlu'na göre; tenvir edilmiş, nurlandırılmış, parlatılmış, aydınlatılmış. (s.727)

Anlaşılacağı üzere aydın "ışıklı" manâsına gelirken, münevver "ışıklandırılmış" manâsına gelmektedir. Yâni aydın ışığın kaynağını kendisinde görürken, münevver ışığın kaynağının kendisinde olmadığını, bir başka ışıkla aydınlatıldığını ifade etmektedir. Buradaki ışık bilgiyi kasdettiğine ve icatlar haricinde bilgiler öğrenildiğine göre esasen bilgi -yâni ışık- öğrenende değil, öğretendedir (başkalarındadır). Bu hâliyle aydın, bilginin kaynağını önemsemeyen, kerameti kendinden menkul bir varlıkta kendini bulurken münevver, bilgiyi, bilgilerin asıl sahiplerini, öğreticilerini ön planda tutan, onların bilgileriyle aydınlandığını her an beyan eden bir varlıkta kendini bulmaktadır.
Bilginin kaynaklığı hâricinde aydın kelîmesine sonradan "görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini benimseyen" vasıfları da eklenmiştir. Bu vasıflandırmaya göre, pek çok konuda derinlemesine bilgi sâhibi olan, ancak "çağın gereksinmelerini benimsemeyen" birisi aydın sayılmayacaktır. Mesela modernitenin dayattığı "çekirden aile"yi kabûl etmeyen, cep telefonu kullanmayı reddeden birisi -birçok bilim dalında bilgi sâhibi olsa da- aydın sayılmayacaktır. Zira tümdengelimci tanzimat kafası(*) "çağın gereksinmelerini" bilginin önüne koymuştur. Bu kafaya göre tek sesli ve modal müzik "çağdışı"dır, çok sesli müzik "çağdaş". Arapça ya da Farsça'dan Türkçe'ye geçmiş kelîmeleri kullanmak "gericilik"tir, batı dillerinden kelîmeler kullanmak "ilericilik".
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü üzere mefhumları tümdengelimle açıklamaya çalıştığımızda yanlışlıklar denizinde boğulmayı peşinen kabûl etmiş oluyoruz.

-----
Meraklısına notlar
(*) Tanzimat kafası, biçimi öze tercih eden, her kötülüğün kaynağını bizde, her "iyi"liğin kaynağını batıda kabûl eden bir cehl-i mikablık hâlidir ki en tiyatral hâlini R. N. Güntekin'in Çalıkuşu romanındaki maarif müdürü tarif etmektedir.
Cehl-i mikab konusunda "Cehalet" başlıklı yazımı okuyabilirsiniz.


Kaynaklar:
- TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul  Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
- DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
- Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/



20 Haziran 2020 Cumartesi

Zaman bizden aldı bütün sırrını


Âsumanî atlasa bir ucundan safran dökdüğü saatlerde güneşin
İçimin binrenkli kağıdına gözlerimle çizerdim sûretleri eskiden..
oysa tebeşirle çizilmiş bir resim gibi sûretin ...
sûretin ki siyah üstüne beyaz hem
ve bilmemek zehriyle müzeyyen
ve hem
her ân silinmek ihtimâliyle yaralı..

Varılmaz menziller gibi olsa da bilmek
Seni bulmak ümîdi
Ve sensin zannıyla bakdım bütün yüzlere..
Yüzler şeklini kaybederken her dönemeçde eskiden
Şimdi her köşe başının yükü bir ihtimal bulmak..

İhtimâlin kapısı hep aralık olurdu eskiden
ve nârin bir el silerdi
“yasak” kelîmesini ân’ın lügâtinden...

Zaman bizden aldı bütün sırrını ..
Her nisan
ipek bohçalarda rüzgar bulurdum eskiden
Rüzgar ki ayandı
            yüzler gibi
Serindi...

Gelmeyeni beklemek ihtimâli tutuşturdu da
Şimdi Nemrut ateşiyle yanmakda nisan..
Sorma, bu aynı nisan mı diye
değil..

Demek zaman bizden aldı bütün sırrını...
Bilmezim şimdi.


20 Mayıs 2020 Çarşamba

Çıkılmamış yolların nihâyeti


O beni bekleyedursun tül yapraklarının düşmesinden korkarak, ben ona şiir yazmak için gece ülkesine sığındım. En uzununu, en öldürücüsünü, en güzelini, en aşk olanını hayatımın şiirini yazmak için bir gönüllü sürgüne çıktım. 
Ya o yok ya ben görmüyorum...

"Onsuzluk" makâmındayım çocuk. Perspektifsiz ortaçağ gravürleri gibi sathî, yersinia’lı zamanlar gibi hayatsız onsuzluk; “ölüme üç var” zamanlardayım. Ehemmiyetsizlik makamıdır vardığım, neye yarar erişmek..

Ne akkuşların kanadı ve ne demirden kuşlar almadı beni; götürmedi bilmenin yokluk diyârına. Seninle bir günü özlemek düşüncesinden başka müebbed hicrimi tatdırmadı hiçbir şey. Günlerce öteden nefesini hissetmek kadar hiçbir şey zehir ve panzehir olmadı ruhumun uçsuz bucaksız hummasına..

29 nisan 2006 günlerden cumartesi
Ve bugün bir macginitiea wyomingensis yaprağı gördüm çok milyon yıllık, bana senin hayalinle dantelli geleceği düşündürdü hudutsuz.. 

29 nisanı 30 nisana bağlayan gecenin sabaha karşı sıfır ikisi.
Bir ağacın kuytusuna saklanıp zifiri sessiz, seni gözledim usulca. Göremedim hâlâ badem çiçekleri var mıydı saçlarında...
Kalbimin bir ince yerinde bir hayırsız damar çatladı ve kan sızdı geceye..

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Temenniler - Üç


her gün
-ki o gün seni dünyaya hediye eden gündür-
bir adam şükredecek
bir bâdem çiçeği yüklü
ince dal'ı
dünyâya vâr etdiği için
şükredecek vâr oluşuna
her gün...

tebessüm
bin yılın meskûnu olarak
serin ve berrak gecelerin huzurunu
ve içimin siyahını yokeden bir tül rüzgârı verir
bu bâdem çiçeği müptelâsı
geç zamanların seyyahına
ve o tebessüm
her zaman zerresini
gönlünün pertavsızı ile devâsa kılar
da
bana
bin kerrat bin kerrat bin
çiçek
veyâ mâvi ışık
veyâ tüy gül yaprağı
mesâbesinde
güzel
ve nârin
ve râna
ve müstesnâ
ve lezîz
ve iyi
ve hoş
ve herne vâr ise lügâtında insanın iyiye dâir
hepsi
misilli
bir mutluluk ânı olarak zerkeder
ruhumun bin yıllık boşluklarına...

zaman, herşeyden azâde
toz pembe bir bâdem çiçeği yaprağı olur bu geç zaman seyyahına
uzun ve boş çöl yollarından sonra
bulduğu bâdemlik vahânın “sen” serinliğinde
içimi
bilinmezi bilinire çevirip
gül yaprağı vasfında
sen duygusu ile tahnit et..
"sen" zamanlarında ölümsüzlük adına
senin olayım
sen benim olmadığın kadar..

hadi

22 Nisan 2020 Çarşamba

Bir küçük beyaz martının serencâmı

Girizgâh
ölüdeniz girdaplarının yorgunu
bir geç vakitde denize pek uzak bir kurak vâdide bir küçük martı ile tesadüf etdi geceleyin.. incecik bir daldan damlayacak yağmur damlası gibi ürkekdi martıcık; öylece durdular.. martı, elbisesi tereddüdden bir dikkatle süzüyordu adamı..
kelâmdan başka herşey sükûndu gecenin içinde ve hayâllerden başka; ölüm ânına saklanan hayâllerden..
gece sükûndu.. zifiri sükûn..

***

yorgun yollar her gece o ıssız ve kurak vâdiyi kervansaray eyledi sessizce ve isteyerek ve merakla ve o küçük martıyı görmek umudu ile... martı her gece geldi o ıssız ve kurak vâdiye ve her geçen gün anladı ki bulunduğu daldan kopmakdan korkmuyordu..
ürkekdi martıcık hâlâ, yorgun adama güvenir gibi olsa da..
zamanla adam, martının beyazrengini de gördü gecenin içinde..
sükûn gecelerinin kısa süren serencâmı ve küçük beyaz martının serencamının hikâyesidir bu..

Cihet-i târif
Kalamış'ta akşamın gölgesi
Salacak'da kızkulesinin ışıkları,
Mısırçarşısı'nda safran,
Süleymaniye'de sükûn,
ve Sultanahmet'de hayat gibiydi beyaz martı..

Arz-ı hâl ü hakikat
adam, o vâdideki tereddüd ile bilinmezin hemhâl olduğu bir gece martıya bakıp geç geleceklerin senedi olsun diye demişdi ki:
"Orası bir şairin yalnız gezegenidir, orada sırça köşkler vardır, kolay incinen şeyler..
Beni kıran şeyler yapmayın.. yoksa çok acı çekiyorum o kırılmalardan
 beni "sıradanlık" kırar...
 beni "vefasızlık" kırar...
 beni "şüphe" kırar…
 bir gün uçabilirsiniz, gidebilirsiniz...
 beyaz bir martı olup
 ufukta kaybolabilir
engin denizlere açılıp
 gidebilirsiniz...
 hüzünle bakarım arkanızdan
 amma ses etmem
 ve bir gün
beyaz martıyı hiç göremeyebilirim havada
 içimde bir dal kırılır
 amma yine ses etmem
 kader derim
 mukadderat
 olması gerekendi derim
 olan
 oldu
 ve bir daha o beyaz martının kanat seslerini hiç
 duyamayabilirim
 ve dayanırım buna
 tahammül mülkü yanar amma
 yine de tahammül kalır
yeter ki içimdeki sırça sarayı bilerek yıkmayın...."

Firâke prelüd
“Geç-baharlar ve zamansız İstanbul hayâllerinden
yapılmış bir mâvi kağıda
varlığını resmetdiğinde
bal rengi bir sonbahar ikindisine tahvil olur
zaman
            alıp beni hükmüne..”
olacakdı İstanbul; siz İstanbul olduğunuzda ve ben İstanbul’da olduğumda ve bizim olduğunda İstanbul...
İstanbul Dersaatet'e tahvil olacakdı...
bin kerre bin kerre bin yağmur damlası ağırlığındaydı
İstabul’u Dersaadet yapmanın bedeli
taşıyamam dedi martıcık...
firkat başladı
ateşten bir kar yağışı ile..

Zamansız mektuplar
o ateşten kar altında mektuplar geldi...
kar zamanının vakanüvisi oldu adam ve kayıt düşdü
firkat mevsimine...
...

altı aralık
ilk mektubunu aldım bugün..
o yere gitmek hiç içinden gelmemiş
ne yazacağını da bilmiyormuş
"umarım iyisinizdir" diyordu..
değilim...

sekiz aralık
"merhaba umarım iyisinizdir"
demiş
haber vermek istemiş birşeyleri..

dokuz aralık
"her gün on defa posta yolu gözlüyorum" demiş..
başkaları da vardır posta yolu gözleyen on kerre on defa..

onbeş aralık
bugün mektup yok
ve bugüne kadar..

yirmidört aralık
bugün de mektup yok
ve bugüne kadar
amma bugün o martıyı gördüm
bir dalda dinleniyordu
birkaç dakikalığına
ve sonra âniden uçup kayboldu..

***

mektupsuz geçen günler... haftalar... ay oldu..
hiç dinmedi o kar..

dört şubat
bugün adamın doğum günü..
mektup var postadan
hatır soruyor; "biliyorum belki yine cevap vermeyeceksiniz
amma yinede yeni bir güne merhaba" diyor....

***
hiç dinmedi kar..
İstanbul Dersaadet olmasa da...

8 Nisan 2020 Çarşamba

Temenniler - İki

RÛY-I ZEMÎN
Gelse artık... Yollar kısalsa, zaman aksa ve o gelince dursa yeniden...
Tüm bilinmezler bala bulansa ve yalnızın panzehiri olarak içimin arastasına demir atsa...
Gönül köşkümün başodasına kurulsa ve hiç konuşmadan baksa; âcizi eritene kadar; rûy-ı zemîn deseler bana...
Şart kipini hikâye zamanına tahvil etse...
Geldi diyemese de lâl olan dilim, gönül kuşum fısıldasa her zerreme "geldi" muştusunu...
Ve "gel" dese bana hiç konuşmadan; gel...
Gitsem...
varsam...
yok olsam...

***

AHVALİM
Sen düşüncesi ısıttığı için ruhumu su alan ayakkabılarla yürüdüm kış günü sana giden yolları, üşümeden. Öyle bir şeydin sen, aslında çok şeydin ve hatta herşeydin..
Bütün yollarım sana gidiyordu ve sana erişmek düşüncesi mihmandarım oluyordu meçhul yollarda. Zamanımın ve ruhumun boşlukları seninle doluyordu ve bu tamamlanış ıhlamur kokulu bal hazzı veriyordu cismime.
Tam oluyordum seninle ve tamamsız idim sensiz.
Alıcı kuşlar gibi dönüp duruyordum sen düşüncesinin sonsuz çaplı dâiresinde; gözlerim hep seni arıyordu o mahrem mekanlarda. Ve kan kokusu değil ilkyaz gözlerinden sızan ihtimal pınarının damlalarıydı içimdeki canavarı uyandıran.
Öleceğim sanıyordum umudun köşebaşında seni bulamayınca... En dar tabut oluyordu yokluğun ve zerrelerim dağılıyordu dört bir yana.
Öyle birşeydin işte.
Aslında çok şeydin .
Ve hatta herşeydin...

2 Nisan 2020 Perşembe

Şiir okumaya dâir

Bir yaz gecesi, saat geceyarısını çoktan geçmişti. Mendelssohn'un keman konçertosunu dinlemek istedim.(*) Gecenin zifiri sessizliği kemanın sesi ile dolmuştu. Bir koltuğa oturdum. Başımı çevirmeden arkamdaki kitaplığın şiir rafından rastgele bir kitap aldım. İsmet Özel'in Erbain isimli şiir kitabıydı. Kitabı araladım, Amentü isimli şiir çıktı karşıma, okumaya başladım.

"İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı"

O da ne? Daha önce de defalarca okuduğum bu sözlerin birden "asıl anlamını" kavramıştım!

"damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı"

Satırlarını okurken birden damarlarımdan kelîmeler boşandı.

"Dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmayacak"
diyordu şâir ve bu satırlarını okuduğumda pek çok şeyi kolayca anlamıştım..
Okudum... okudum... yaşadım...

"ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim."

Ne diyor şâir anladım, ne yaşamış bildim, ne hissetmiş duydum..
Amentü şiirini işte o an okumuş olduğumu anladım.
Peki ne olmuştu da bunca zamandır okuduğum bir şiiri ancak anlayabilmiştim? Gece, gecenin zifiri sessizliği, müzik beni şâirle rezonansa getirmiş, şâirin duyguları bana geçmişti. Evet, rezonanstı bu...
Hani telleri çifter olan çalgılar vardır, bağlama gibi, ud gibi. Her bir tel çifti eşit ölçüde gerilir. Bu tel çiftlerinden birisine mızrapla dokunursanız o tel titreşir ve ses verir; ama kendisiyle eşit derecede gerilmiş diğer teli de titreştirerek. İşte budur rezonans. Eğer tel çiftleri eşit derecede gerilmemişlerse , aynı dalgaboyunda değillerse rezonans oluşmaz. Demek ki şiiri tam mânâsıyla anlayabilmek için şâiriyle aynı duygu ikliminde bulunmak gerekiyordu...
Size de olmaz mı bu? Bir şiiri her okuyuşunuzda aynı hisleri mi yaşarsınız? Bâzen bulunduğunuz zamandan ve mekandan ayrıldığınızı, kendinizi şiirin anlattığı zamanda ve mekânda bulduğunuzu hissetmediniz mi hiç? Eğer bu hiç vâki olmamışsa o zaman şiire şiir olarak yaklaşmıyorsunuz, tümdengelimci bir yaklaşımla "başkalarının ne söylediği filtresi" altında kelîmeler topluluğu okuyorsunuz demektir; oysa şiir okumak için zihnin tabula rasa olması gereklidir.

---
(*) Felix Mendelssohn Bartholdy, Mi Minör, Op. 64

25 Mart 2020 Çarşamba

Poetika

"Politika yazacakken yanlışlıkla poetika yazmışlar" diye düşünüyorsanız, bu yazıyı okumak için vaktinizi harcamayın.
Evet, şiir hakkında konuşmaya geldi sıra.
"Şiir nedir?" sorusu pek kadim bir sorudur ve cevabı da bir o kadar muhtelif. Bu cevaplar içinde en ilginci Necip Fâzıl Kısakürek'in şu sözü olsa gerektir: "Arı bal yapar fakat balı izah edemez." Bir şair şiir yazar ama şiir nedir sorusuna cevap veremeyebilir; sanatçı ile eleştirmen farkı gibi. Eleştirmen sanatı bilir ama sanatçı değildir. Dilâver Cebeci ise "Şiir izâh edilmemeli, ona sâdece yaklaşılmalıdır." diyor.
Hülasa, bu soruya bir çok cevap verilebileceğini biliyorum; kişinin durduğu yere, hissedişine, kabûllerine ve daha birçok kritere göre şiire yüklenen mânâ değişecektir. Ben de kendi kabûllerime göre şiire bir mânâ yükleyeceğim elbette.
Çok uzun girizgâhlara, zemin hazırlamalara gerek duymadan; "ama"ların, "lâkin"lerin, "fakat"ların bataklığına saplanmadan dosdoğru söylemek istiyorum: Şiir duygu konservesidir.

Bir kimsenin çocukluk hâlini, bir hâdisenin oluş ânını bir fotografla tesbit eder, o hâli, o ânı -adeta- ölümsüzleştirebilirsiniz. Bir anlamda o fotografla bir hâlin, bir ânın konservesini yapar, o hâli ve o ânı sürgit görebilirsiniz.
Peki ya duygular?
Âteşin gözlerin sebep olduğu o bir anlık cezbeyi,
Ömrünüzün ilk yazındaki kırkikindi yağmurlarını,
Bir el temasının ruhunuzda meydana getirdiği yangını,
Sevdiğinizin tahtadan atla göçünün yüreğinizi dağladığı ânı,
İçinizde patlayan volkanları,
Velhâsıl binbir duyguyu resmedebilir misiniz?
İşte şiir bunu yapar. Yaşadığınız ânı, hissettiğiniz duyguyu zapteder, konservesini yapar; daha sonra tadabilesiniz diye.
Murathan Mungan şöyle yazıyor:
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de, aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat 16.00 diye yazmıştın ve 16.04'tü onu bulduğumda.

Bu dört dakikayı ancak böyle zaptedebilir, ancak böyle ölümsüz hâle getirebilirsiniz.

Hemen burada "duygularımızı düz yazı ile anlatmak da mümkün değil mi" sorusu da akla gelebilir ve böyle bir soru elhak doğrudur. Peki ama şiirle nesri farklılaştıran nedir? Fark, şiirdeki ses âhengidir; nitekim Dilaver Cebeci "Şiir sözdür, sestir âhenktir." diyor. İster aruzla, ister hece vezniyle yazılmış olsun ister serbest; ister kâfiyeli, redifli olsun ister olmasın her hâlde şiirde bir âhenk, bir iç melodi vardır ve o âhengi hissetmedikçe şiir okumuyor, şiir dinlemiyorsunuz demektir.
Şiirle nesir arasındaki bir diğer fark da, duyguyu donduran sözler bütünü olan şiirde olmazların mümkün hâle gelmesidir, duyguyu ifâde için kullanılabilmesidir. İsmet Özel'in şu mısralarında olduğu gibi:

çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
korkak dualarından cibinlikler kurarak

 Esâsen, Cebeci'nin dediği gibi "Şiirde dil mantığından başka aklîlik aranmamalıdır."

---
Meraklısına notlar:
1) Dilaver Cebeci'den yapılan alıntılar şâirin Sitare isimli Kitabından yapılmıştır.
2) Murathan Mungan'dan yapılan alıntılar şâirin Yaz Geçer isimli kitabındaki "Yalnız Bir Opera" şiirinden yapılmıştır.
3) İsmet Özel'den yapılan alıntılar şâirin Erbain isimli şiir kitabındaki "Amentü" şiirinden yapılmıştır.


9 Mart 2020 Pazartesi

"Yanılgı"lar - Efendi

Bilebildiğim kadarıyla otuz kırk yıldan beri "efendi" kelîmesi bir sıradanlaştırma, basitleştirme sıfatı olarak kullanılmaktadır. Gerçekten, önemli erkek şahıslar için "bey" sıfatı kullanılırken, önemsiz erkek şahıslar için efendi sıfatı tercih ediliyor. Nitekim Devlet dâirlerinde memurlar için bey, müsdahdemler için efendi hitabı kullanılmaktadır. Zaman zaman da "efendi" sıfatı tahfif maksatlı kullanılıyor ve böylece bu şekilde hitap edilen şahıs aşağılanmış oluyor. Hatta  efendi kelîmesinin kökünü bilen -veyâ bilmesi gereken- muhafazakâr kalemlerin dahi efendi sıfatını tahfif amaçlı olarak kulandıkları görülmektedir.

Peki efendi sıfatı ikinci derecede önemli veya önemsiz şahıslar için mi kullanılmalıdır? Kim beydir kim efendi? Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da "toplumsal cehaletimiz" sırıtmaktadır. Türkçe etimoloji lügâtında efendi kelîmesinin orta Yunancadaki "avtentis"ten geldiği ve "Şahıs isminden veya meslek unvanından sonra tahsilli kimse, memur, şehirli için kullanılan anma ve hitap şekli" olduğu belirtilmektedir. (Tietze, 690)

Şemseddin Sâmi'nin Kâmus-ı Türkî isimli büyük lügâtında ise efendi kelîmesi için "Ta'zim unvanı olub, başlıca okumuşlara ve ulema ile erbab-ı kaleme mahsusdur." denilmektedir. (Sâmi, 138)
 Ahmed Vefik Paşa'nın Lehce-ı Osmanî adlı eserinde ise bu kelîmenin "okuryazar kişilere, ulema mensuplarına ve şehzadelere özgü unvan" olduğu aktarılmaktadır.  (Nişanyan Sözlük)

Görüldüğü üzere efendi sıfatı ta'zim (ululama, yüceltme) maksatlı olup; tahsilli (okumuş) kimselere, âlimlere,  kalem erbabına ve nihayet şehzâdelere verilmesine bakılarak oldukça önemli bir hitap şekli olduğu su götürmez bir hakikattır. Ecdad, okumuş kesime efendi hitâbını lâyık görürken, askerî sınıftan olan ileri gelenler için "bey" sıfatını kullanmıştır.

Hâl böyle olmakla birlikte, kısmen bilmemekten kısmen de eskiye olan düşmanlıktan efendi sıfatı özünü kaybetmiş, neredeyse basit bir hakâret ifâdesine dönüşmüştür.

Diğer pek çok konuda olduğu gibi kelîme ve mefhumları kökünden, aslından uzaklaştırmak veya uzaklaştırmaya yardım edecek her teşebbüs bizi "biz" olmaktan biraz daha uzaklaştıracaktır. Lütfen özünü bilmediğiniz kelîmeleri yerli yersiz kullanmayın; behemahal kullanmak istiyorsanız aslını öğrenin. 

---
SAMİ, Şemseddin, Kâmus-ı Türkî, 7b. Çağrı Yayınları, 1996, İstanbul.
TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul  Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
[ Ahmed Vefik Paşa, Lehce-ı Osmanî, 1876]

7 Ocak 2020 Salı

Gözlerde yağmur bulutları olmalı

Sabah işe gitmek için servisin geliş saatini beklerken, birkaç dakika vakit geçirmek için televizyonu açtım. Bundan 40 yıl öncesini konu alan bir dizi film vardı. Üç çocuk babası, emekli bir adam, kanepede uyanınca, kendisine dargın olduğu hâlde, hasta olduğu için gece boyunca başında bekleyen karısını görür yanında. Ona sevgiyle, sitayişle ve mahçup şöyle der: "Sen geldin ya, sen varsın ya çok daha iyiyim. Sen olmayınca ne evin ne de bizim düzenimiz kalmamıştı." Bunları dinleyip seyrederken gözlerimde yağmur bulutları gezdiğini farkettim. Bir şeyi daha farkettim: Öylesine ruhsuz, öylesine hissiz, öylesine maddiyatçı bir hâle gelmişiz ki, şu iki hissî, samimi söz gözlerimizi dolduruyor.
Biz ne zaman bu duruma düştük? Nasıl olup da değerlerimizi önemsiz saydık, yok farzettik, unuttuk.. Merhamet, sevgi, saygı, yardım, iyilik, nezaket, nezahet, irfan ne zaman el oldular bize...
Kuş evleri yapan bir anlayıştan hayvanları insanlık dışı bir şekilde işkenceyle öldürüp bunun görüntülerini "sosyal medya" denilen çöplükte paylaşmak bataklığına nasıl geldik..
Katolik zulmünden kaçan Musevilere kucak açmak derecesinden, ölüm korkusundan ülkemize sığınan müslümanları kovmaktan bahseden derekeye nasıl düştük..
Aşk gibi bütün çirkinliklerden âzade bir kelimeyi, "magazin ünlüleri"nin gayrı-meşru münasebetlerini  meşru gösterebilmek için "aşk yapmak" olarak vasıflandırmak hamakatına nasıl düştük...
Cehaletinden utanmadığı gibi gülerek karşılayan bir nesli nasıl eğittik...
İhtiyar birisi yanında ayakta zor dururken yayılarak oturan gençliği nasıl mankurtlaştırdık...
Nasıl, nasıl bu hâle geldik?
Ölüme, zulme, adaletsizliğe, ahlâksızlığa karşı bu kadar vurdumduymaz olmayı nasıl "başardık"!
Hayır, bu gidiş iyi bir gidiş değil. Bu hâl, hâl değil.
Bir güzel söz, bir sıcak sevgi buğusu içini titretmeli. Gözlerinde yağmur bulutları olmalı "insan"ın.
Eğer o bulutlar sizin diyara hiç uğramıyorsa ruhsuz bir şey gibi yok oluşu beklemekten başka bir şey kalmamıştır sizin için; ölüm bile.



2 Ocak 2020 Perşembe

Eski Ankara

Târihi oldukça eskilere kadar giden Ankara konusunda yazılanlara ve söylenilenlere bakıldığında kafanız karışır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara'ya gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ankara için "Bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiçbir farkı olmayan bu şehir" ve "Bu cansız, soluk ve kirli tabiat" demektedir.
Geneli için bu benzetmeleri yaptıktan sonra Karaosmanoğlu şehrin sokakları için: "suyu çekilmiş bir sel yatağı gibi kuru ve ıssız duran"; binalarının duvarları için "insana her dakika fukaralığı, sefaleti, aczi söyleyen, kâh bir uyuz deve sırtı insanın üstüne yürür gibi olan; kâh, taş kesilmiş bir kâbus gibi kafaya, en ağır, en feci, en sıkıntılı rüyaları yığan çamurdan perde" ve Ankaralılar için de "bu kerpiç duvarlar arasında bir örümcek gibi yaşayanlar" benzetmesinde bulunmaktadır.
1882 târihli Ankara Salnâmesi'nde, 38 armut cinsi yetiştiği bilgisine yer verilen, İmrahor Çayı, Hatip Çayı ve Çubuk Çayı, Ankara Çayı, Hacıkadın Deresi gibi su kaynaklarına sâhip olan, Araplar deresi, Cevizlidere, Kirazlıdere, Kavaklıdere, İğdelidere, gibi yerleri bulunan, balı, kavunu, elması meşhur olan Ankara için yapılan benzetmelerin ne derece doğru olduğu tartışmalıdır. Gerçekten, Ankara'nın etrafının çok yakın tarihlere kadar tamamıyla üzüm bağlarıyla çevrili olduğu bilinen bir husustur. Nitekim 1861'de Ankara'yı ziyaret eden Georges Perrot, Ankaralıların yılda iki defa bağlara göç ettiğini yazmaktadır.
Nereden baktığınıza bağlı olarak değişen subjektif değerlendirmeler bir yana bırakılarak Ankara için kısa bir kaç bilgi verilecek olursa şunlar söylenebilir:
Şu an bildiğimiz kadarıyla Ankara, Keltlerin, Galatların, Romalıların, Selçukluların ve Osmanlıların yerleşim yeri olmuştur.
Eski Ankara'nın "akropolis"i Kale değil, Kalenin kuzey batısında yer alan ve şimdi Hacıbayram Camii'nin olduğu yüksekçe yerdir. Nitekim burada Frig döneminde tanrı Men adına yapılmış bir tapınak olduğu,  Galat döneminde de  burasının kutsal bir tapınak olarak kullanıldığı ve Roma döneminde buraya Augustus Mâbedinin yapıldığını biliyoruz.
Ancak Ankara, -pek çok eski şehirde olduğu gibi- Kalenin etrafında kurulup hayat bulmuştur. Nitekim, Ankara Kalesinin etrafında pek çok han vardır ki bunların bir kısmı bugün dahi varlığını sürdürmektedir. (Bu konuda https://bildirir.blogspot.com/2019/06/ankarada-hanlar-bolgesi.html adresinde geniş bilgi bulabilirsiniz.)
Tournefort tarafından çizilen 1712 tarihli bir gravürde ve 18 yüzyıla ait bir resimde Ankara'nın üçlü bir sur sistemine sâhip olduğu görülmektedir. En içte ve en yüksekte iç kale, bunun hemen dışında -bugün de kalıntıları bulunan- ikinci bir sur silsilesi ve nihâyet şehri tamamen ihata eden bir dış sur vardır. En iç surun çevrelediği yer içkaledir. Burada Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından yaptırılan ve bugün de açık olan bir cami vardır. İkinci sıra surlar, Ulus'tan bakılınca görülebilen dış kale surlarıdır.
En dışta kalan sur artık yoktur ve bu surun kabaca Dışkapı'dan Ulus'a doğru gelen Çankırı Caddesi, Opera meydanının kuzeyi, Denizciler Caddesi, Yahudi Mahallesi, oradan Hacettepe, Hamamönü ile kale eteklerini ihata ettiğini söylemek yanlış olmasa gerektir. Suluhan civarına taht-el-kale (kalenin altı) kelîmesinden bozulmuş olarak Tahtakale denilmesi burasının Kale'ye göre coğrafi konumundan dolayıdır.
Zaman içinde Kale eteklerindeki yerleşim genişlemeye başlar. Ancak, Cumhuriyet öncesi tren yolunun güneyinde bağ evleri hâriç bir yerleşim yoktur. Nitekim burada "kurulan" şehre Yenişehir denilmesinin sebebi de budur.
Eski Ankara ne kadar güzeldi ya da değildi, bugün bunun önemi yok. Ama yazılanlara bakıldığında, bağı-bahçesi, ağaçları ve suları, meyvesi çokça bir yerleşim yeri imiş. Bugün Ankara'nın ekolojik ağaçları ya bina yapmak için kesilerek ya da "iğne yapraklı ağaç" merakımızdan dolayı yok edilmiştir. 

18 yüzyıla ait bir Ankara resmi

Tournefort tarafından çizilen 1712 tarihli Ankara gravürü



Hatip Çayı
Hatip Çayı - Bentderesi

Bir zamanlar açıktan akan bu sular bugün ya kurumuş ya da üzeri kapatılmıştır.
Derede çamaşır yıkayan kadınlar


-------
- KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, Ankara, İletişim Yayınları, 31. b., İstanbul, 2014 (ISBN 9789754701340)

29 Aralık 2019 Pazar

"Yanılgı"lar - Nâzım Hikmet

Birkaç gün evvel, Cem Karaca'dan bir şarkı dinliyordum. "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan" diye başlayan. Nâzım Hikmet'in Mâvi Liman adlı şiirinini bestelemiş Cem Karaca. Şiir şöyle:

     Mâvi Liman

     Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
     Seyir defterini başkası yazsın.
     Çınarlı, kubbeli, mâvi bir liman.
     Beni o limana çıkaramazsın...

Şiire yüklenmiş hasret, hüzün ve umutsuzluk Cem Karaca'nın bestesinde de var. Diğer bâzı şiirlerinde olduğu gibi Nâzım Hikmet'in vatan hasreti -bu şiirde özel olarak, İstanbul hasreti olarak- tecessüm etmişti. Nâzım Hikmet'in bu şiiri ne zaman yazdığını merak edip internette araştırma yaparken okuduklarım, Ülkemizde çıplak gerçeklerin nasıl da çarpıtılabileceğini göstermesi açısından ilginçti. 
Şöyle yazıyordu "internet"te: "Ve şair gitgide ümidini yitirir. Hem geçirdiği kalp krizleri, hem de Türkiye hükümetinin vurdumduymazlığı karamsarlığını arttırır: 'Çok yorgunum, beni bekleme kaptan/ seyir defterini başkası yazsın./ Çınarlı, kubbeli mavi bir liman,/beni o limana çıkaramazsın...' " (1)
 Daha önce de Nâzım Hikmet'le ilgili yanıltıcı ya da yönlendirici bilgilerle karşılaşmıştım. İşte o an Nâzım Hikmet hakkındaki "yalın" gerçekler bilinsin diye hayatında yaşadığı hapis, kaçış gibi önemli olayların târihi vermek istedim; istedim çünkü Ülkemizde pek çok hususta olduğu gibi gerçekleri örterek çarpıtma geleneği de kök salmış durumda.
İşte tarihler ve gerçekler.
Nâzım Paşa'nın torunu olarak 1902'de Selanik'te doğan, 1919'da Heybeliada Bahriye Mektebi'ni bitirip stajyer güverte subayı olan ve geçirdiği hastalık sonucu 1920'de askerliğe elverişsiz olarak ayrılan Nâzım Hikmet Ran için Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'nın internet sayfasında;
- Hakkında 11 dava açıldığı,
- İlk kez 1925 yılında yargılandığı,
- Daha sonra, neredeyse iki yılda bir mahkeme önüne çıktığı, bâzı yıllarda ise, iki hatta üç kez yargılandığı,
- Hakkındaki son yargılamanın 1938 yılında yapıldığı,
- Bu yargılamalara bağlı olarak toplam otuz dört yıla yakın ağır hapis cezasına mahkûm edildiği,
- Bu cezaların yalnızca on altı yıla yakınının infaz edildiği -yâni 16 yıla yakın hapiste yattığı-,
Bilgileri mevcut. (2)
Nâzım Hikmet,
- 1950'de seçimi kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı af kanunuyla serbest kalır.
- 1951'de Romanya üzerinden Sovyetler Birliği'ne kaçar. 
- 25.07.1951 tarihli ve 3/13401 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarılır.
- 1962'de Sovyetler Birliği pasaportu verilir.
- 3 Haziran 1963'te Moskova'da ölür.
- Bakanlar Kurulu'nun 05.01.2009 tarihli ve 2009/14540 sayılı Kararıyla Türk Vatandaşlığı'ndan çıkarılması yolundaki karar kaldırılır ve böylece yeniden Türk vatandaşlığını kazanır. (3)
Nâzım Hikmet, Sovyetler Birliği'ne kaçtığında Cumhuriyet Gazetesi, 12 Temmuz 1951'de yayınlanan nüshasında, Nâzım Hikmet'in bir resmini basar ve şunları yazar: "Sovyetler, Nazım Hikmetin Moskovada aldırdıkları boy boy, şekil şekil resimlerini bütün dünya fotograf ajanslarına dağıtmaya başlamışlardır. Yukarıda gördüğünüz resim, bunlardan birisie. Bu fotografı sütunlarımıza geçirirken şair Eşrefin Abdülhamide yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye 'resmini teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün' mealindedir. Biz de yukarıki resmi Nazım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz."



Ne denilebilir ki...

---
(1) https://bianet.org/biamag/kultur/135379-sair-in-cinarli-kubbeli-mavi-limani
(2) https://www.nazimhikmet.org.tr/nazim-hikmet/davalari/
(3) 10.01.2009 tarihli ve 27106 sayılı Resmî Gazete 
https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2009/01/20090110-5.htm

13 Aralık 2019 Cuma

"Yanılgı"lar - Medeniyet ve çağdaşlık

İngiliz sinema oyuncusu  Anthony Hopkins'in bestelediği "And the waltz goes on" isimli bir vals var. Bir video paylaşım sitesinde bu eseri dinlerken ( https://www.youtube.com/watch?v=xHBI-oxRE6M ) bir yandan da yorumlara bakıyordum. Rusça, İspanyolca, Macarca, İngilizce birçok yorum yapılmıştı. Derken Türkçe bir yorum gördüm. Şöyle yazılmıştı: "Sanat .Muzık.Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...."
Bu yorumu okuyunca aklıma müteveffa eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geldi. Beethoven'in 9. Senfonisi'ni dinleyen Süleyman Demirel'in, konserden sonra "İşte çağdaş Türkiye bu!" diye haykırdığı yazılmıştı. ( http://arsiv.sabah.com.tr/1997/04/02/y08.html )
Demirel'in bu çıkışından yola çıkan bir sanat eleştirmeni ise şunu yazmıştı: "Çoksesli müzikle çağdaşlığın bağlantısını bilen devlet adamlarındandı."http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/demirel-in-hatirlattigi-29314368 )
Konunun değerlendirmesine geçmeden önce birkaç hususu aydınlatmakta fayda var:
1) Medeniyet, Arapça "medine" kökünden gelir; medine ise "şehir" demektir. Bu duruma göre medeniyet "şehirlilik", medenî ise "şehirli" demektir. (Devellioğlu, s.598, 599)
2)  Şimdilerde medeniyet karşılığı olarak "uygarlık", medenî karşılığı olarak da "uygar" kelîmesi kullanılmaktadır. Nişanyan, uygar kelîmesinin, "Bir Türk kavmi olan Uygur adından serbest çağrışım yoluyla türetilmiş" olduğunu, 1934 yılında "uygur" olarak, 1942 yılında ise "uygar" olarak kullanımını tesbit eder.
3) İngilizcedeki civilisation kelîmesi Türkçe'ye medeniyet, uygarlık olarak çevrilmekte olup, 16 ncı yüzyıl Fransızcasında "civilisé" kelimesinden, bu kelîmenin ise Lâtince "civilis"  kelîmesinden geldiği, "civil" kelîmesinin "civis" (vatandaş) ve "civitas (şehir) kelîmeleriyle ilişkili olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Her üç hâlde de medeniyet, uygarlık ve -Türkçe'de bâzılarının kullandığı şekliyle- sivilizasyon şehir kökünden gelmekte olup; esas itibarıyla göçebelikten çıkarak bir şehirde ikameti göstermektedir. Şüphesiz şehir hayatı göçebe bir hayat şekline göre belli kuralları, bu kurallara uymayı gerekli kılmakla birlikte her hâlde bir "iyiliği", bir "erdemi" velhâsıl bir üstünlüğü işâret etmez. Buna rağmen günümüzde uygar ve medenî kelîmeleri köklerinden ve müesseselerinden uzaklaştırılmış bir şekilde bir üstünlüğü mündemişmişçesine kullanılmaktadır.
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Nitekim, 20 nci yüzyılda çıkan ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bütün savaşları "şehirli"ler yâni medenîler yâni uygarlar çıkarmışlardır.
4) Çağdaş kelîmesine gelince: "Çağ" köküne "daş" yapım ekinin ilâvesiyle "muasır" yerine 1935 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde ilk defa kullanıldığını yine Nişanyan yazmaktadır. Bilindiği üzere "muasır" kelîmesi Arapça "asr" (yüzyıl) kökünden gelmektedir ve aynı asırda yaşayanları ifâde etmektedir. Dolayısıyla, çağdaş kelîmesi özünde "aynı çağda yaşayan" mânâsına gelmektedir ve bu kelîmenin de üstünlük ifâde eden bir yönü yoktur. Tıpkı meslekdaş gibi, tıpkı karındaş gibi. Bu kelîme de zaman içinde özünden saptırılmış ve önce "modern" anlamında kullanılmış, daha sonra ise üstenci bir ifade biçimi olmuştur.
 Şimdi "Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...." ezikliğine ve "Çağdaş Türkiye bu" haykırışına gelebiliriz.
Avrupa Birliği'ni meydana getiren devletlerin vatandaşlarının medenî oldukları, şehirlerde yaşadıkları açık olmakla birlikte, burada kasdedilen bu yakarış, Avrupa Birliğini sanatla özdeşleştiren, üstün gören, bizi (Türkiye'yi) bu yapıya almaları için yalvaran bir ruh hâlini ifâde ediyor. Daha da önemlisi batı müziğini "çağdaşlık" yaftasıyla ululayan, dolayısıyla bizim müziğimizi aşağı gören bir anlayış var. Aynı şekilde çoksesli müzik çağdaş, dolayısıyla iyi, güzel ilâahır ululama sıfalarını hak ederken tek sesli müzik çağdışı görülmektedir.
Çağdaşlık kavramı, asıl mânâsından çıkarılıp "modern" paralelinde kullanılmaya başladığından beri iyi hususiyetleri ifâde etmek üzere kullanılmaya başlanılmışsa da, modern olarak vasıflandırılan şeylerin artık eskisi kadar "iyi" olmadığı da söylenmektedir bugün. Modernitenin insan ve aile üzerine etkileri düşünüldüğünde, pek de masum ve arzulanacak bir vasıf olmadığını söylemek zor olmasa gerektir. Bu o kadar öyledir ki, henüz 1936 yılında Charlie Chaplin'in "Modern Times" (Modern Zamanlar) filminde insanın makinalaşması ekseninde bir modernizm tenkidi yapılmıştır.
Diğer taraftan, tek seslilik ve çok seslilik müziğin farklı icra şekillerinden öteye bir şey ifade etmemektedir.  Bir müzik eserinin tek sesli veya çok sesli olması o eserden alınan zevke doğrudan etki eden bir husus da değildir. Nitekim, J. S. Bach'ın Toccata'sının tek sesli icrâsı nasıl düşünülemez ise, Itrî'nin Tuti-i Mûcize-i Guyem'inin çok sesli icrası da düşünülemez. İnsanları tek bir zevke, tek bir renge, tek bir kalıba zorlamak makinalaşmak, insanî hasletlerden, zevklerden vazgeçmek demektir.
Hülasa, çok sesli müzik çağdaşlığın bir işareti, bir şartı, bir sebebi ve sonucu olamaz. Olayları, müessesleri, insanları değerlendirirken basmakalıp önkabûllerle davranmak akılla izah edilebilir bir tutum olmasa gerektir. Kelîmeleri, mefhumları yerli yerinde, bilerek kullanmak "medenî" insanın uyması gereken en temel kural olmalıdır.

---
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/


9 Aralık 2019 Pazartesi

Kış başlarken

Hangi sebeple vazgeçilmez bir aşk duyuyorum ona bilmiyorum; uzun zamandan beri böyle. Ama bitti işte. Sonbahardı, hazandı derken bitti. Yağmurlar gitti ve kar geldi.
Neler geliyor aklıma hazan denildiğinde bir bilseniz...
Çocukluğum geliyor mesela.
Sarının binbir tonunun kahverengiye ve toprak rengine yolculuğu geliyor.
Sıcacık bir soba başında geçirilecek zamanlara hazırlanmak geliyor.
Ayvaların serhoş edici kokuları geliyor.
İncecik yağan yağmurda babamın ceketinin altına beni saklaması geliyor.
Sonra çocukluktan gençliğe geçiş zamanlarımın bana hazanla hüznü sevdirmesi geliyor aklıma. Gurbetle ilk aşkın yakıcı vâdisindeki yağmurlara iptilam geliyor.
Kurtuluş Parkının sonbahar elbiseli hâli geliyor.
Nihâyet hayatımın sonbaharında kendimi kandırışlarım geliyor.
Bunlar bir film şeridi gibi geçerken içimden, uzaklardan acemkürdî bir vazgeçiş şarkısı çalınıyor kulağıma.

Farzet bir rüyaydı, uyandım bitti
Farzet bir hayaldi kayboldu gitti
Farzet gözlerim bir oyun etti
İki gözüm seni görmedi farzet. (*)

Gençlik yıllarımda, o sonbaharına yaklaşırken tanıdığım rahmetli Necdet Tokatlıoğlu geliyor aklıma. Son olarak İstanbul'a giden bir uçakta yaptığımız kısacık sohbet geliyor. Sonra zemherinin mechul ülkesine göçü merhumun.

Anlıyorum ki her vazgeçişin bir şarkısı olmuyor.
Kasım biterken hazanın sona erdiğini bilmek gerek. Bâzen bir ara veriş bitişin ihtarnamesini getirir. Belki de ara verişlerden mülhemdir aralık ay'ının ismi.
Aralık gelince hazan biter ve hazanla birlikte kimi umutlar, kimi bekleyişler... Gerçek ruhunuzu ısıran bir soğuk olur da hakikatlerin içtimasında arzı endam eder.
Kış başlıyordur, anlarsınız.

---

(*) Güftesi Ali Tekintüre'ye, bestesi Necdet Tokatlıoğlu'na ait acemkürdî makamında şarkı.

29 Kasım 2019 Cuma

Kitap: Atatürk'ün Mimarının Anıları - Genç Türkiye İnşa Edilirken

     Avusturya'lı mimar Ernst Arnold Egli'nin hatıralarından Türkiye'ye dâir olanları Türkçe'ye tercüme edildikten sonra oldukça iddialı bir isimle "Atatürk'ün Mimarının Anıları" üst başlığı ile T. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Kitabın alt başlığı ise şöyle: "Genç Türkiye İnşa Edilirken (1927-1940, 1953-1955)" (1)
     Bu Kitaba konu edilen Egli'nin Türkiye'ye dâir hatıralarının ontolojik sebebi, 1920'li yılların sonunda Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'ndan çok keskin bir vazgeçiştir. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın büyük mimarlarından Mimar Vedad Tek'in Ankara'dan -âdeta- "kaçmaya zorlanması"ndan sonra, Mimar Kemaleddin bir yandan Tek'in kalan işlerini toparlarken bir yandan da Gazi Muallim Mektebi'ni (2) inşâ ediyordu. Bu esnada Ankara'ya dâvet edilen Egli, Mustafa Kemal'le arasında şöyle bir konuşma geçtiğini belirtmektedir:
     "Kemal Paşa bakışlarıyla beni süzdü, selamladı ve doğrudan konuya girerek bana şunları söyledi: "Profesör, size inşaatına yeni başlanmış olan öğretmen okulunu ve okulun planlarını gösterdiler. Gördükleriniz, modern bir öğretmen okulunu ifade edebiliyor mu?"
Kısa bir duraklamadan sonra cevap verdim: "Ekselans, Kemalettin'le beraber çalışırsak, bina modern bir okul olur." Bunun üzerine Kemal Paşa, "Size bunu sormadım," dedi. "Size şunu sordum: Şu anda gördüğünüz modern bir öğretmen okulu mu?" Bu durumda fikrimi açıkça söylemem gerekiyordu. Projenin modern bir okul olarak görülemeyeceğine hak verdim.
Kemal Paşa, bakana, Necati'ye dönerek, "Planları bir kenara bırakın. Okulu Prof. Egli'nin inşa etmesini istiyorum," dedi." (s. 5)
     Egli, Gazi muallim mektebi işini devraldıktan sonra yaptıklarını da şöyle belirtiyor: "... projenin ana hatlarına ve cephe görünüşüne dokunmadım. Esas itibariyle  koridorların ve sınıfların aşırı ölçüdeki boyutlarını küçülttüm ve inşaat maliyetinde önemli bir tasarruf sağladım." (s.8)
     Kitapta, Egli'nin yaptığı seyahatleri, gözlemleri oldukça yer tutuyor. Ancak tesbitleri kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Mesela, Ankara Erkek Lisesi için talebe yurdu yaparken saçaklar, sütunlu açık holler uyguladığını, birçok Türk arkadaşının yapıyı Türk usûlü bularak beğendiğini, ama kendisinin memnun olmadığını, bu şekilde Türkiye'ye ve ülke insanına yakışan modern ve anıtsal bir mimari tarzına ulaşacağından emin olamadığını (s.13) belirtirken, biraz sonra "Türk evlerinin yapısını çok beğeniyordum. Bu evlerin genel tasarımı ve yapı tarzı çok özel, mekân birleştirmeleri çok şaşırtıcıydı ve her bölümü anlam taşıyordu" (s.80) demektedir.
     Bir anı kitabının, yaşanan ve görülenleri  ve bunlara dair izlenimleri aktarması gerekli iken Egli yaşamadığı, görmediği olaylara dâir fikirlerini de yazmıştır. Gerçekten Egli, "Türkler geçmişte Ermenilerle yaşanan kanlı çatışmalardan sonra Anadolu'da Ermenilerden geriye kalanları imha etmeye girişmişlerdir." (s.272) diyerek temelsiz bir bühtanda bulunmaktan çekinmediği gibi, Türkiye Cumhuriyetinin Millî Eğitim Bakanlığını, -Almanya'dan kaçan bilim insanlarından bahisle- "... bu insanlardan çoğunun içinde bulunduğu güç durumdan faydalanmaktan çekinmedi" (s.59) diye suçlamaktan da çekinmez. Millî Eğitim Bakanlığı'nı yabancı uzmanların güç durumlarından faydalanmakla suçlayan Egli için Türkiye'de çalışmak o kadar kârlıdır ki 10 metre uzunluğunda, 45 metrekare yelkeni, kaptan kabini ve üç yataklı kamaralı bir tekne alabilmiştir. (s.62) Egli bu "tekne"sini Dolmabahçe Sarayı'nın "özel limanında" güvenle muhafaza ettiğini belirtmektedir.
      Egli anılarında, -Atatürk'ün Ankara'da bir semti kasden yaktırdığını iddia etmek (s.141) gibi- haksız ithamlarda bulunmak yanında  pek çok yanlış bilgiye de yer vermiştir. Öyle ki, Kitapta 18 adet dipnot Egli'nin yanlışlarını düzeltmeye ayrılmıştır.(4)  Bir mimar olarak yaptığı hataların en fâhişi Tac Mahal hakkındadır. Babür Şah'ın karısı Mümtaz Mahal için inşa ettirdiği ve Hindistan'ın Agra şehrinde yer alan Tac Mahal için Egli'nin verdiği bilgiler tümüyle yanlıştır: Binanın, Lahor'da yer aldığı ve Bibi Hatun için yapıldığını yazan Egli (s. 274) Erzurum'daki Yakutiye Medresesi için  de "Moğol Camii" der. (s.277)
    Egli olaylar ve tarihler bakımından da isabetsiz  bilgilere yer verir anılarında. Nitekim, Köy Ensitülerini  Adnan Menderes'in kapattığını söyledikten sonra, "Ama şundan hiç kuşkum yok ki eski mektep medrese konsepti yeniliğe, modernleşmeye yine karşı çıkmıştı." (s.245) demektedir. Çeviren, bu kadar önyargıya ve yanlışa dayanamamış olacak ki, şu dipnotu yazmak zorunda hissetmiş kendisini: "Köy Enstitüleri 1946 seçimlerinden sonra Günaltay başkanlığında kurulan CHP hükümeti döneminde, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından programları değiştirilip sıradan eğitim kurumları haline getirilerek fiilen ortadan kaldırılmış; DP döneminde bir süre daha bu şekilde eğitim verdikten sonra 1954'te resmen kapatılmışlardır (ç.n)." (s.245, 60 numaralı dipnot)
     Kitapta, kendi yaptığı binalar için abartılı övgüler düzer Egli. Ankara'da Sıhhiye'deki İsmet Paşa Kız Enstitüsü için "Bu bina uzun süre Ankara'nın en güzel binası olarak kabul edildi, bütün dünyada hakkında yayınlar yapıldı ve beğenildi." (s.36) Ankara Kız Lisesi için "hem okul olarak hem mimari yapı olarak bu bina da çok beğenildi" (s.38) Fuat Bulca evi için "yaptığım planı herkes beğendi" (s.40) demektedir.
     Türkiye'ye ikinci defa bir BM "teknokratı" olarak gelen Egli, Kitapta yerli -  yersiz pek çok defa politik beyanlarda bulunur, pek çok yerde bir "sömürge vâlisi" edasıyla, üstenci bir eda ile -adeta- bizleri azarlar, yer yer de biz "cahil Türklere" dersler verir:
"Erzurum'da bir üniversite kurulmasının, halen mevcut şartlara göre henüz erken olduğu fikrinden kendimi alamıyordum. Beni rahatsız eden ikinci konu ise, inşaatı sürmekte olan şeker fabrikasıyla ilgiliydi." (s.279)
"Politikacılar, dinciler vasıtasıyla ve vergi muafiyetiyle kazanmaya çalıştıkları seçmen kitlesini kullanıyorlardı. Halk herşeyi bilir, hiç hata yapmaz ve her şeye o karar verebilirmiş gibi davranarak, halk dalkavukluğu yapıyorlardı." (s.297)
"Demokrasi kitlelerin oy pusulasıyla ortaya çıkan, tartışılmaz, hatasız, tanrısal bir aydınlanmaydı sanki." (s.297)
     Demokrat Parti iktidarı süresince Türkiye'de 1953 ile 1955 arasında sâdece 2 yıl kalmış olan Egli genelleme yapmaktan, bilmediği konularda fikir beyan etmekten hatta suçlamaktan da geri kalmaz. Nitekim,  "Menderes'in darağacına gitmesinde kötü yönetiminin de payı olmuştu."  (s.279) ve "... ülkede daha sonra ihtilal oldu, büyük ölçüde bir temizlik hareketine girişildi ve birinci derecede suçlu olarak ilan edilen Başbakan Menderes idam edildi." (s.297) diyebilmiş olması bu hususu isbat etmektedir.(3)  
     Bir döneme ışık tutması ve Ernst Egli'nin anlaşılması için faydalı bir kitap olsa da, bu Kitabın "Atatürk'ün Mimarının Anıları" başlığını ne derece hakettiğini sizlere bırakıyorum.
       Benim fikrime gelince, Kitabın sonuna el yazımla şunları yazmışım:
"Mimarlık felsefesi kendisiyle çelişkili, kendisine itibar edilip el üstünde tutulduğunda yöneticileri ululayan, bu olmayınca kulaktan dolma bilgilerle hatta hisleriyle ve hatta garez ile kara çalabilen bir oportünist Egli.
"...
"Şehircilik tarihi yazan adam pek çok hatalı bilgi veriyor. Egli'nin derekesini öğretti bu kitap. 8 Aralık 2014. Saat 23:24 Ankara"
---
(1) EGLİ, A. Ernst, (çev. Güven Göktan Uçer) Genç Türkiye İnşa Edilirken, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, İstanbul.
(2) Şu an Gazi Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılan yapı.
(3) Nitekim, 1927 ilâ 1940 arasındaki 13 yıllık hâtıraları 129 sayfa tutarken, (s.3 - s.131) 1953 ilâ 1955 arasındaki 2 yıla ait hatıraları 164 sayfa tutmaktadır. (s.135 - s.299) Bu fark, 1953-1955 yılına ait hatıralarda yerli yersiz pek çok değerlendirmede bulunmasından kaynaklanmaktadır.
(4) Bu dipnotlar şunlardır: 1, 5, 6, 17, 18, 23, 39, 45, 53, 58, 60, 62, 65, 66, 67, 68, 71 ve 72. dipnotlar.



1 Kasım 2019 Cuma

İkigai


Hector Garcia ve Francesc Mirales tarafından kaleme alınan "IKIGAI Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı" isimli bir kitap var.
Kitapta ikigai'nin -basitçe- "hep meşgul kalarak mutlu olma" olarak çevrilebileceği belirtildikten sonra,  -yukarıda görüntüsü bulunan Japonca yazı karakterlerinden bahisle- "yaşam", "adamdan sayılmak", "ilk olmak", "zarif" karşılıkları da veriliyor.
Kitabı okudukça anlıyorsunuz ki ikigai kişiden kişiye değişiyor ve onu hayata bağlayan amacı, şeyi ifâde ediyor.
Yazarlar, Japonya'nın Okinawa adasında yer alan ve uzun yaşayan insanların bulunduğu bir köye de giderek, bu insanların yaşama biçimlerini  ve beslenme alışkanlıklarını da incelemişler.
Sıklıkla uzak doğu dinleri ve felsefelerine ait kimi mefhum ve uygulamaları da ele alan kitapta sağlıklı ve mutlu yaşamak için komprime bâzı ipuçları da veriliyor: 
Şunlar öneriliyor:

Hayata bağlanın.
Emekli olmayın.
Midenizin sadece yüzde 80'ini doldurun.
Biribirine bağlı arkadaş gruplarınız olsun.
Araba kullanmak yerine yürüyüş yapın.
Zihinsel egzersiz yapın.
Stresi azaltın.
Fizikî egzersiz yapın; günde en az 20 dakika yürüyün.
Abur-cuburu kesin
Doğru miktarda (7 ilâ 9 saat) uyuyun. Az uyku dinlenememenize sebep olur, çoğu sizi uyuşuk yapar.
Çocuklarla veyâ evcil hayvanlarla oynayın.
30 yaş sonrası daha fazla kalsiyum alın.
Alkol ve tütünden uzak durun.
Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın, sofradan tam doymadan kalkın, boş duranı Allah da sevmez gibi prensipler olarak bizim kültürümüzde de mevcut olan bu kurallar, insanı ontolojisine âşina hâle getiriyor.

Diğer taraftan, Kitapta yer alan "rajio taisou", "yoga", "tai chi", "çigong", "shiatsu" gibi belli hareket ve postür esaslı çalışmaların sağlığa iyi gelmesinden de bahsediliyor. Bunları okuyunca aklıma hemen Micaela Mihriban Özelsel'in "Halvette 40 Gün - Psikolog Dervişenin Halvet Günlüğü ve Bilimsel Çözümlemesi" adlı kitabı geldi.
Bir kilinik psikolog olan Micaela Mihriban Özelsel, bizzat yaşadığı olaylardan yola çıkarak dua, inanış, kundalini, zikir gibi mefhum ve müessesleri inceliyor ve inanış ile hayat arasında, hareket ile genelde fizyoloji özelde endokrinoloji arasındaki bağları ilmî olarak ortaya koyuyordu. 
Özelsel, kitabında "kendi kendini gerçekleştiren kehanet" mefhumunu da ele alarak, inanmanın sonuçlarını ilmî bir şekilde tartışıyordu. Bilimsel psikolojik bir yaklaşımla ortaya konulan hususlar en yalın hâli ile bir insanın neye inandığının o insanın hayatı bakımından fevkalade öneme sâhip olduğunu ve onu şekillendirdiğini ortaya koyuyordu.
 Dolayısı ile uzak doğu kaynaklı hareketlerin  sağlıkla ve inanışların hayatla ve mutlulukla ilgisi inkâr edilemez. Eğer kişi kendisini hayata bağlayan, mutlu eden meşguliyetini ikigaisi yapmışsa, buna inanmışsa bu inanmanın o kişiyi sâdece mutlu etmekle kalmayacağı, biyolojik seviyede olumlu sonuçlar da doğuracağı bir sır değildir.
Eğer hayata dokunmak, yaşamaktan zevk almak istiyorsanız yapılması gereken ikigainizi belirlemek  ya da daha doğru bir ifâde ile bulmak olmalıdır. Bunun önşartı da kendinizi tanımaktan geçiyor. Nasıl yaşadığınızda daha mutlu oluyorsunuz, neyi veyâ neleri yaptığınızda zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bunu bulmalı ve onu ikigainiz yapmalısınız.
Mutlu yaşamak istiyorsanız tabii.. Anlığın ötesinde bütüncül bir mutluluk.

30 Ekim 2019 Çarşamba

Yine hazan

Yine sonbahar geldi. Hangi sebeple bu mevsime son bahar denilmiştir bilemiyorum. Zira bahar  uyanışa açılan bir kapı iken sonbahar, uykuya varış ikliminin menzil hanı gibidir. Bu sebeple "hazan" kelîmesini pek bir sever, bu mevsimin ruhuna pek bir uygun bulurum.
Hazan, hüznü de çağrıştırır... Sararan ve ağacını terk ederek toprakla bir olmak üzere yavaşça kendini boşluğa bırakan yapraklar, inceden yağan yağmurlar, kurumuş otların ve sararan yaprakların yağmurla ıslanarak yok oluş yolculuğuna çıkarken bıraktığı o buruk koku, bütün bir tabiatın sarı, turuncu ve kızıl duraklarından geçerek çıktığı yolculuğun ruhta bıraktığı vedâ hissi... Nasıl da alıp ruhunuzu hüzün diyarlarına götürür... Hazanla hüzün arasındaki ses benzerliği nasıl da tenasüplüdür.
Bahis hazandan açılınca bir hâtıram geliyor aklıma. Yıllar önce Farsça kursunda iken dersimiz mevsimler idi. Muallime hanım bir yandan bize Farsça öğretirken bir yandan da kendisi bizlerden Türkçe öğreniyordu. Herkese en sevdiği mevsimi soruyordu; sıra bana geldiğinde hiç tereddütsüz "hazan" demiştim. Muallime hanım sebebini sorduğunda Türkçe olarak "Hazan aşkın ve şiirin mevsimidir" deyince muallime "hadi bunu Farsça söyle" dediğinde "Aman efendim, ben bunu Farsça söyleyebilsem bu kursta ne işim var?" demiş; sonra da cümleyi Farsça söylemeyi başarmıştım: Hazan, fasl-ı şiir ü aşk est.
Evet, hazan hüznü, hüzün şiiri çağırıyor; hazan ve hüzün bir araya gelince de aşk ülkesinin sâhillerine yolculuk başlıyor. Sessizce yapılan, hüzünlü bir yolculuk bu. Aşkı arındıran ve ululayan bir yolculuk. Gösterişten uzak, kâle değil hâle müstenit bir aşka vâsıl olan. 
Hatıralar ve eskiler demişken, 1997 yılının Ocak ve mart ayları arasında yazdığım "Bulabildiğim kelîmelerin kifâyetsizliği mahvıma sebep. Gelmeyen akşamlar, bitmeyen geceler" serlevhalı bir şiirimde şöyle yazmışım:

Belki hiç bilemeyeceğiz sonrayı
geç zamanların hükmü herşeyi örtecek
belki bir daha hiç konuşmayacağız.. herşey nemli bir sonbahar günü çürümüş yaprak kokularının derinlerime işlediği bir sonbahar günü, hafif soğuktan ürpererek ıssız bir parkda dolaşdığım bir sonbahar günü kalbimden yüzüme akan bir acı tebessümün özü olarak, bir ömrün ebrûsu olarak kalacak..



Ömrümün kaçıncı hazanı bu, söylemeye dilim varmıyor. Amma her hazan bir öncekinden daha hüzünlü ve daha kıymetli benim için... 
Hoşgeldin hazan.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Cumhuriyet -ve demokrasi-

Yarın 29 Ekim. Türkiye Cumhuriyetinin Cumhuriyet Bayramı. Herkese kutlu olsun. Cumhuriyet bir idâre şekli olup, en basit şekliyle devlet yöneticisinin verâset yoluyla -yâni babadan oğula ya da amcadan yeğene gibi- geçmesi esâsına dayanır.  
Devlete ve idâreye sâhip yöneticinin -ki monarktır- "yönetme ve başta kalma" hakkının kaynağı konusunda çeşitli kabûller olsa da, esas itibarıyla bu sâhiplik ilahî bir temele oturtulur ve monarkın, hâkimiyetin aslî sâhibi olan Tanrı adına bu yetkiye sâhip olduğu ve kullandığı da teorik olarak dile getirilir. Bu sebeple de monarkın "by the Grace of God of ..." (tanrının inayetiyle) monark olduğu, "zıllullah" (Allah'ın gölgesi) olduğu belirtilir.
Bu anlayış -ya da kabûl- ister istemez asalet mefhumunu, asilleri, "mavi kan" saçmalığını yâni bâzı insanların doğuştan diğerlerinden üstün olduğu basitliğini doğurmaktadır. Bundan dolayı monarşik sistemi hiç bir zaman âdil, haklı ve doğru bulmadım ve Devlet yöneticisinin seçilerek işbaşına gelmesine yâni cumhuriyete taraftarım. Ancak, Türkiye'de -diğer birçok konuda olduğu gibi- müesseseler tanınmadan, mefhumların neyi ifâde etttiği bilinmeden fikir sâhibi olmak pek bir revaçta olduğu için cumhuriyetle demokrasi karıştırılmaktadır; öyle ki "cumhuriyet herşeydir" gibi bir motto da pek bir revaçtadır. Peki gerçek öyle midir? İran, Çin, Rusya Federasyonu, Almanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri birer cumhuriyet iken İngiltere, İspanya, Danimarka, İsveç birer krallıktır. Varın siz düşünün hangi ülkede demokrasi var, hangisinde yok ve anlayın cumhuriyetin demokrasi ile doğrudan bir bağı olmadığını, cumhuriyet rejiminin olduğu yerlerde demokrasinin olmayabileceğini... Yâni demokrasi ile cumhuriyet her zaman bir arada olmuyor. Türkiye'de var olan bir başka yanlış da "cumhuriyet eşittir demokrasi değildir" gerçeğine karşı takınılan tavırdır. Bu sözü söylediğiniz anda size yapıştırılacak en büyük yafta "sen padişahlık geri gelsin mi istiyorsun" saçmalığıdır. Maalesef durum bu derekededir.
İşte bu düşünceler arasında zaman zaman düşünürüm, saltanat kaldırılmamış olsaydı ne(ler) olur, nasıl yaşardık, diye.
"Muhafazakârlar" mutlu olurlar mıydı ya da "ilericiler" mutsuz?
Eğer  mutluluk ya da mutsuzluk tümdengelimle belirleniyorsa bu soruya "evet" cevâbı verilebilir. Amma tümevarımla verilecek bir cevap konusunu iyi düşünmek gerek. 
Türkiye'de muhafazakârlar (*) umumiyetle Osmanlı İmparatorluğunun başındaki pâdişahlar konusunda peşînen "iyi düşünmeye" meyillidirler. Pâdişahların, herşeyi İslâm hukukuna göre yaptıkları, kendilerinden kötü şeylerin sâdır ol(a)mayacağı, hatta velî mertebesinde oldukları düşünülür. İşret yoktur, zevk u safa söz konusu değildir.
Bu düşüncelerin en kesif olarak temerküz ettiği pâdişahlardan birisi 1876 ilâ 1909 yılları arasında tahtta kalan Sultan II. Abdülhamid'dir.  
II. Abdülhamid döneminde 1881'de Müze-i Hümayun müdürü, 1882'den II. Abdülhamid'in tahttan indirildiği 1909 yılına kadar Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürü olan birisi vardır: Osman Hamdi Bey. Rum asıllı bir sadrazamın oğlu olan Osman Hamdi, II. Abdülhamid'in hüküm sürdüğü ve Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürü olduğu 1901 yılında bir tablo yapar. "Mihrap" ismiyle bilinen bu tabloda, bir câmi mihrabı önünde bir rahleye oturmuş bir kadın resmedilir. Kadının ayakları altında arap harfli kitaplar yer alır. Bu kitapların Kur'an-ı Kerîm olduğu söylenir. İster Kur'an-ı Kerîm olsun ister bir başka kitap, kitapların ayaklar altında çiğnendiği böylesi bir tabloyu yapan ressamın II. Abdülhamid döneminde Müze-i Hümayun müdürlüğü ve Sanayi-i Nefîse Mektebi müdürlüğü yaptığını düşündüğünüzde, II. Abdülhamid'in dinî hassasiyetleri ve eklektisizmi -ister istemez- zihninizi meşgul ediyor.
Mihrap

Yine II. Abdülhamid döneminde şehzâde olan ve sonra halife olan Abdülmecid Efendi'nin "Avludaki Kadınlar" tablosuna ne demeli?
Avludaki Kadınlar

Bu satırları yazmaktan muradım ne Osman Hamdi, ne Abdülmecid Efendi ve ne de II. Abdülhamid'i karalamak değildir. Osman Hamdi'nin yaptığı arkeolojik kazıların, Ülkemize kazandırdığı müze ve târihî eserlerin farkındayım. II. Abdülhamid'in ise Osmanlı İmparatorluğu'nun en zor zamanlarında Devleti mümkün olduğunca basiretli yönettiğinin ve "Ulu hâkan" sıfatını hakettiğinin de. Buradaki maksat, peşinen padişahları iyi ya da kötü olarak kabûlün doğru olmadığını beyan sadedindedir.
Hâsılı kelâm, monarşiye, cumhuriyete, demokrasiye ve diğer müessese ve mefhumlara daha geniş bir açıdan ve mümkün olduğunca objektif bakmak doğru değerlendirme yapmak için olmazsa olmaz bir ön şart olmalıdır.

Herneyse.. Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun.
---
(*) Burada muhafazakâr mefhumu, "kadîm değerlere bağlılık" esasından ayırarak, geleneksel ve miyara vurulmamış bir değerler bütününe bağlılık mânâsında kullanılmaktadır.

26 Ekim 2019 Cumartesi

Bizans mı Roma İmparatorluğu mu

Söz İstanbul'un fethinden açıldığında "Bizans" gündeme gelir. Târihçilerimizden bâzıları "köhne" Bizans devletinden, bâzıları  Bizans  "İmparatorluğu"ndan- bahsederler. Üniversitelerin sanat târihi bölümlerinde "Bizans sanatı" dersleri vardır. Peki Bizans Devleti -veya imparatorluğu- ifâdesi nereden gelmektedir, bu kullanım şekli doğru mudur diye hiç sordunuz mu kendinize?
İtalya yarımadasında M.Ö. 27 yılında kurulan Roma Devleti, zamanla büyüyerek Roma İmparatorluğu'na vücut vermiştir. Yapılan savaşlarda kazanılan topraklarla gittikçe büyüyen Roma İmparatorluğu'nda idare merkezi birkaç defa değişmiştir.
MS. 235'ten itibaren içine düştüğü fetret devrinden sonra Diocletianus Roma İmparatorluğunu toparlıyor ve biri doğuda, diğer batıda ikili yönetim sistemi getiriyor. Daha sonra, doğu ve batının "augustus" iki imparatoruna iki de "sezar" eklenerek tetrarşi denilen bir sistem getiriliyor. Kuruluşundan itibaren İmparatorluğun başşehri Roma iken imparator Diocletianus Nicomedia'da (Bugünkü İzmit) yaşayıp burasını Roma İmparatorluğu'nun idare merkezi olan kullanmaktaydı.(1)
Doğu kısmının augustusu I. Konstantin, 330 yılında eskiden küçük bir balıkçı barınağı olan bir yerleşim yerini Byzantion'u imparatorluğun yeni başkenti yapar ve şehre "Yeni Roma" anlamına gelen Nova Roma adını verir. Bu şehir kurucusunun ismine nisbetle Konstantinopolis (Konstantin’in şehri) olarak anılmaya başlar. Nihayet 395 yılında I. Theodosius'un ölümünden sonra imparatorluk fiilen doğu ve batı olarak ikiye bölünür. 476 yılında Batı kısmı sona erince doğu - batı farkı kalmamış ve Roma İmparatorluğu 1453 senesine kadar "Roma devletinin geleneklerine dayanarak" (2) doğuda hüküm sürmüştür.

Yukarıdaki haritada, şehrin ilk yerleşim yerini çevreleyen surların, tarihi yarımadanın en doğu ucunda yer aldığı belirtiliyor. İkinci sur, birinci surun batısında ve MS 330 yılında inşa edilen Konstantin surlarıdır.  Nihayet en batıda II. Theodosius zamanında 5. yüzyılda yapılan surlar görülmektedir.

Eski balıkçı barınağı şehrin kurucusu kabul edilen Byzas’a nispetle Byzantion ismi Roma İmparatorluğu döneminde, devleti ifade etmek üzere kullanılmamış; bu isim Hieronymus Wolf isimli bir 16. Yüzyıl Alman tarihçisinin  "Corpus Historiae Byzantinæ” isimli kitabından sonra kullanılmaya başlanılmıştır.  Yâni merkezi Konstantinopois olan Roma İmparatorluğu'na "Bizans İmparatorluğu" demek, Roma İmparatorluğu sona erdikten yüz küsur yıl sonra "icat olunmuştur". Nitekim ünlü sanat târihçisi Prof. Dr. Semavi EYİCE, Bizans adının uydurma olduğunu söylemektedir.(3) Bizans Devleti Tarihi kitabının yazarı Georg Ostrogorsky, "Bizans, bilindiği gibi, bizim Bizanslı dediğimiz kişilerin bilmedikleri, daha sonraki devrin bir terimidir. Bunlar kendilerini her zaman Romalı olarak adlandırmış, imparatorlarını Roma hükümdarları, eski Roma Caesar'larının halef ve mirasçısı saymışlardır." demektedir. (4)

Tarihi konularda hassas olmadığımız için, bizde de Roma İmparatorluğunun “Bizans İmparatorluğu” şeklinde yanlış isimlendirildiğine şâhit oluyoruz. Öyle ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın  “Türkiye Kültür Portalı” internet sitesinde "Doğu Roma’nın merkezi Bizans şehri olduğu için bu imparatorluğa Bizans İmparatorluğu denilmiştir." bilgisi yer almaktadır.(5)
Şu hâlde Bizans İmparatorluğu -veya Devleti- ibâresi yanlış olup, doğrusu Roma İmparatorluğu'dur.
Kafa karışıklığına sebep olan bir diğer kelîme de RUM'dur. Türkçe’de kullanılagelen “Rum” الروم kelimesi de "Romalı, Roma’ya mensup” anlamındaki Romaio isminin Arapça’ya geçmiş şeklidir.(6)
( Arapça’da “o” sesinin olmayışı, bunun yerine “u” sesinin kullanılması Roma’dan rum’a geçişi açıklamaktadır. Nitekim, İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed’in aldığı “Kayzer-i Rûm” unvanı da Roma kayseri, Roma sezarı yâni Roma imparatoru manâsına gelmektedir. )

Roma İmparatorluğunun doğuda devam eden bölümü, başlangıçta oldukça büyük topraklara sâhip iken zamanla toprak kaybederek iyice küçüldü ve nihâyet 15. Yüzyılda Konstantinopolis ile sınırlı hâle geldi. Bu durum aşağıdaki haritada gösterilmektedir.

(Harita, https://cdn.britannica.com/46/64946-050-3D7FE219/Byzantine-Empire.jpg adresinden alınmıştır)
Bu haritada, I. Justinianus dönemi (MS. 527 - 565) kırmızı çizgiyle,  yaklaşık 1020 yılındaki durumu pembe ile ve nihâyet 1360 yılındaki durumu kırmızı ile gösterilmiştir. 15. yüzyılın ortalarına gelindiğinde artık bir şehir-devlet hâline gelen Roma imparatorluğu, tekrar II. Theodosius surlarının içine hapsolmuştur.
***
Roma'ya dâir kısa değinmeler
Bu yazıda, -ve diğer yazılarımda- ele alınan konu, şahıs ve mefhumlar için değer yargılarımı belirmemiş isem, başlıktan veya yazının muhteviyatından bu kâbil çıkarımlar yapılmasını yanıltıcı bulurum. Eğer gerekli ise değer yargılarımı, beğenilerimi yazılarda belirtiyorum. Roma da bu çerçevede ele alınmalıdır. Meselâ Fatih Sultan Mehmed'in "Kayzer-i Rûm" ünvânını almasından hareketle umumî olarak Roma İmparatorluğu ve husûsi olarak Roma Şehrini, Konstantinopolis şehrini ululadığım mânâsı çıkarılmamalıdır.
Roma İmparatorluğu pek çok bakımdan dünyayı etkilemiştir. Batı dünyasında câri hukuk sisteminin dayandığı Roma Hukuku (7) bunlardan birisidir. Roma Hukuku'nun en önemli çalışması, Roma İmparatoru Iustinianus'un 528-534 yılları arasında yaptırdığı “Corpus Iuris Civilis" isimli  derlemedir. Derleme, İstanbul'da yapılmış idi.
Roma'nın sanata katkıları da bellidir.
Bunların yanında, Roma İmparatorluğu'nun menfî yönleri de anılmaya değerdir. Batı Roma'nın başkenti ve Devlete isim veren Roma şehri için Alev ALATLI "Kutsal Roma İmparatorluğu'nun başkentinin lakabı 'asalak şehir'dir. Her türlü ihtiyacı imparatorluğun paralı askerleri tarafından gasp yoluyla temin edilen bir tufeyli kenttir. Dünyanın en büyük şehriydi, bir milyon nüfusu vardı. Yoksulların cesetleri gömülmez, çöplüğe atılırdı. Dağ gibi yığılmış çöp yığınlarının, karpuz kabuklarının, yemek artıklarının arasından fırlayan insan kolları, bacakları tasvir edilir. Şahane Roma'ya, 'sömürü kültürünün yapılaşması' denilmesi bundandır." demektedir. (8)
Georg OSTROGORSKY ise, "Bizans Devleti emsali bulunmayan, çok geniş ve yetiştirilmiş bir memurlar cihazına, üstün bir savaş tekniğine, geliştirilmiş bir hukuka ve çok ileri bir iktidasî ve malî sisteme sahiptir." dedikten sonra "Bu görüntünün arka yüzü ise, bu devletin her şeyi ve herkesi bu malî gereksinmelerine köle yapan hazinecilik zihniyetidir. Onun mükemmel yetiştirilmiş idare cihazı aynı zamanda en vicdan tanımaz sömürünün bir âleti idi.  Bürokratik devletin belkemiğini teşkil eden usta Bizans memurlar müessesesi en kötü ahlâksızlık nümunesidir. Bizans memurlarının atasözü halini almış irtikâp ve ihtirası halk için en korkunç musibet idi. Devletin serveti ve yüksek kültürü, halk kitlelerinin yoksulluğu, hukuk yoksunluğu ve hürriyetsizliği bahasına sağlanmıştır." demektedir. (9)



Dipnotlar:
(1) ALATLI Alev, "America the Beautiful" Fesüphanallah! Nasihatname I, Türkuvaz Kitap, İstanbul 2019. Roma İmparatorluğunun bu "bölünme" hikâyesini çok özet ve komprime hâlde ALATLI'nın bu Kitabının 156. ilâ 170. sayfalarında bulabilirsiniz.
(2) OSRTROGORSKY Georg, Bizans Devleti Tarihi, TTK Yayınları, 7b. Ankara 2011, s.30.
(3) (Semavi Eyice ile röpörtaj - http://www.milliyet.com.tr/cadde/bizans-adi-uydurmadir-1360909)
(4)  OSRTROGORSKY Georg,  a.g.e., s.25
(5) ( https://www.kulturportali.gov.tr/portal/dogu-roma--bizans--imparatorlugu-- )
(6) ( https://islamansiklopedisi.org.tr/rum)
(7) Roma Hukuku konulu bir makaleyi http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/8_6.pdf adresinde okuyabilirsiniz.
(8) ALATLI Alev, a.g.e., s.57.
(9) OSRTROGORSKY Georg, a.g.e. s.30.



23 Ekim 2019 Çarşamba

Temenniler - Bir


Kapınız çalınsa, açsanız. Ben olsam kapıda üşümüş... yorgun...
Bir şiir gibi "üşümüşsün, gel içeri" deseniz; varlığınızla ısıtsanız rûhumu.
Bu sıcak hoşgeldin iklimine girince "zaman dursun" desem. Köyümün, ışığı yeşil derelerinin ışıltısı doğsa içimde.
Bir yer yatağı yapsanız bana, patiska yastık yüzleri olan ve  "hadi yat, dinlen" deseniz.
Sonra elinizi usulca yüzüme dokundurup "uyu...." deseniz, uyusam.
Bâdem çiçekleri içinde çalkanırken rûhum, bedenim temiz çamaşır kokan yatağında, fırtınadan kaçıp kurtulmuş bir gemi gibi dinlense. "iyi ki var olduğunu" hücrelerim terennüm etse.
Bir daha hiç uyanmasam...

15 Ekim 2019 Salı

Hayat insana neler gösterebilir ?



Leviathan'ı bilmeyen anayasa hukuku hocası,
Altınoranı ve kilit taşını bilmeyen mimar,
I. Millî Mimarlık akımını bilmeyen mimarlık doktora öğrencisi,
Üslûbu olmayan mimarlık,
Komplo ile komple kelîmelerinin farkını bilmeyen üst bürokrat,
Avrupa Komisyonu'na görev tevdi eden yönetmelik hazırlayan hukukçu,
Proteus vulgaris'i plâkta ayırt edemeyen mikrobiyoloji asistanı,
Görev yaptığı câmideki levhanın hatalı yazısını farketmeyen din görevlisi,
20 liraya aldığını 125 liraya satan esnaf,
Cumhuriyeti demokrasi ve kendisini "aydın" sanan okumuş,
Kraliçesinin iç çamaşırını eldivenle tutan uzmana nâzire, bir pâdişahın el yazısıyla yazdığı dilekçesini eliyle tutan müze müdürü,
Ebcede dinî bir veche vermeye çalışan din adamı,
Yabancı lîsan puanı düşük diye hocayı doçent yapmayan sistem,
Yobazlığın, bilmeden ve fikir sâhibi olmadan kötülemek olduğunu bilmeyen yobaz,
Türkçenin ağız ve lehçelerini "yabancı" lîsan zanneden "çağdaş" insan,
Kuru ağaç dalından ve böcek kabuğundan yardım bekleyen nakil müslümanı,
Pâdişahları peşinen "kutsal" gören muhafazakâr,
Pâdişahları peşinen "menhus" gören "ilerici",
Devletinin sultanı, terör saldırısında ölmedi diye üzüntüden kahrolan şâir,
Kadına şiddeti erkeklik olarak gören erkek,
Kadının metalaştırılmasına ses etmeyen feminist,
Dışkısının tadına baktığını söyleyen üniversite hocası,
Hukuk kitabı yazan hekim,
İstanbul'un fethini anlatan târihî belgeselde danışmanlık yapan jeolog,
Bilmezliği meydana çıkmasın diye soru sordurmayan "târihçi",
...
------------
Meraklısına notlar:
- Yukarıdaki her bir tesbitin müşahhas birer misali vardır. 
- Bu liste zaman içindeki tesbitlerimle uzayacaktır.

4 Temmuz 2019 Perşembe

Nostalji

Nostalji kelîmesi için Büyük Türkçe Sözlük'de "Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik, gündedün" karşılığı veriliyor.
Kaynaklarda kelîmenin kökünün eski Yunanca'daki nóstos (vatana dönme, sıla) ve  álgos ( acı ) kelîmelerinden geldiği belirtiliyor; dolayısıyla sıla hasreti, sıla hasretinden acı duyma hâlini anlatan bu iki kelîme Fransızca'da "nostalgie" olmuş ve Türkçe'ye bu okunuştan geçmiştir.
Hemen hemen herkes geçmişe -az ya da çok- bir hasret duyar. Bu hasret, eski olanın iyi ve güzel oluşundan mı kaynaklanmaktadır acaba? 
Yaşadığımız zamana göre geçmişte kalan olayları ve nesneleri vasıflandırırken, geçmiş mânâsında eski sıfatını kullanıyoruz. Dünya nüfusunun gittikçe arttığı, gittikçe daha çok, daha büyük, daha yüksek binalar yapıldığı, daha çok motorlu araç kullanılmaya başlandığı inkâr edilemez bir vakıadır; dolayısıyla nesnelerde bir karmaşıklaşma, çoğalma olması "gelişme"nin bir neticesidir. "Gelişme"nin neticesi olarak da gittikçe tabii alanlar ve ormanlar azalıyor, hayatımız daha gürültülü bir hâle geliyor, görmeye alıştığımız şeyler birer birer yok oluyor. Ve zaman geçtikçe de tanıdıklarımız ölüyor... Bütün bunların bir netîcesi olarak insanların eskiye hasret duymaları da tabii değil midir?
Peki ama sâdece bunlar mı geçmişe duyulan hasretin sebebi? Yoksa daha başka ve derinlerde saklı bir başka sebebi de var mı bu hasretin, bu arayışın? Gâliba var: Umursuz ve dertsiz ve acısız çocukluk günlerimiz... Neredeyse bütün bir dünyanın oyun ekseninde döndüğü, hiçbir maddî kaygımızın olmadığı -veya pek az olduğu- koşup zıplayabildiğimiz, çayırların üzerinde yuvarlanabildiğimiz, toza ve toprağa bulanmaktan korkmadığımız zamanlarımız yâni... Böyle "hedon" damgalı zamanlara ait renklerin, tadların ve kokuların daha sonraki hayatımızda oldukça belirleyici rollere sâhip olması da tabii değil midir? Bunu, kendi tecrübelerimden biliyorum.
Eskiden sıkça görüştüğümüz bir arkadaşım, sebepleri bulmak için geçmişini deştiğini, böylece kendi kendisine psikanaliz uyguladığını söylemişti. Bu noktadan hareketle kendi zevklerimin sebeplerini düşünmeye başladım; meselâ en sevdiğim meyvenin niye şeftali olduğunu.. Bunu anlayabilmek, çözebilmek için geçmişime, çocukluğumun sonlarına doğru bir yolculuk yaptım ve şunun sırrına erdim: Köyümüzde yaz sonunda üzüm hasadı yapılırdı. Yaşça ve boyca küçük olan benim için üzüm bağlarının bir başı ve sonu yoktu; her tarafta üzüm çubukları, çubuklarda üzüm, yine üzüm, yine üzüm ve tepemizde yakıcı güneş vardı. Bana uçsuz bucaksız gelen o üzüm bağında üzümden ve üzüme ait şeylerden boğulacak gibi olurdum. Bir gün, üzüm çubuklarının arasında farklı bir ağaçcık keşfettim. Dallarında yeşilimsi-pembe meyveleri olan bir ağaçcık. Ve o ağacın meyvelerin tadına baktım. Birden dünyamdan üzümün kokusu ve tadı silindi, onun yerine bil(e)mediğim ama üzümden kurtaran bir tad, bir râyiha doldu ağzıma ve sonra bu râhiya bütün bedenimi kapladı, sarıp sarmaladı beni ve mutlu kıldı. Sonraları öğrendim, o ağaçcık bir şeftali idi. Aradan yarım yüzyıl geçti amma ben hâlâ o küçücük şeftalilerin tadını unutamadım ve hayatımın geri kalanında şeftali "sevgili meyvem" oldu.
Kendinize uygulayın bu metodu, zevklerinizin kaynağına inin. Çocukluğunuza... Nostaljiyi yaşayın; aslında hasret duyduğumuzun o çocukluk olduğunu anlayacaksınız. Ve çocukluğunuz geçmişte olduğu için de geçmişe hasret duyduğunuzu.

Kebapçı Hacı Halit - Diyarbakır

  Diyarbakır Ulu Camiini ziyaretim esnasında acıkınca, etraftaki birkaç esnafa yemek yiyebileceğim iyi bir esnaf lokantası sordum ve hepsind...