7 Ocak 2022 Cuma

Ya Bizde Olsaydı

 

Ünlü Amerikalı kemancı Caroline Campbell,  İtalyan besteci Vittorio Monti'nin Csàrdàs adlı eserini çalıyordu. (https://www.youtube.com/watch?v=vZIuT-wK0OY)  Konser, orta İtalya'da Umbria bölgesinde olduğunu öğrendiğim Assisi'deki San Francesco Bazilikasında bir noel konseri. Bazilikanın, katoliklerin hac yerlerinden birisi olduğunu da kısa bir araştırma ile öğrendim.


Csàrdàs'ın icrası bitti, alkış kıyamet..
Yukarıda, bu âna ait bir kare var. Bu karede dikkatinizi çeken bir şey var mı? Yok mu?

Sarı yuvarlak çizgilere dikkat. Hayır, hıristiyan ikonografisindeki hâleler değil bunlar, dikkatinizi çeksin diye ben ekledim.
Aynı kareyi bir de sahne tarafından görelim.
Evet.. kırmızı takkelerinden anladığınız üzere kardinaller bunlar.. En ön sırada.. Aynı konserde askerler de var. Bakın aşağıdaki resme. Omuzundaki yıldızlardan anlayacağınız üzere hem de oldukça yüksek rütbeli. Ama ilk sırada değil. 

Düşündüm... hem de uzun uzun. Ya bizde olsaydı bunun benzeri bir olay diye! 
Bir câmide, dinî bir olay, bir gün, bir hâdise için konser verildiğini...
Câmideki bu konsere rütbeli askerlerin de gittiğini...
O konserde en ön sırada -lâteşbih- müslüman din adamlarının oturduğunu...
Rütbeli askerlerin din adamlarından daha geride oturduklarını...
"Lâiklik elden gidiyor" diye kopartılacak yaygarayı...
O rütbeli askerin ordudan ayrılması gerektiğini yazan "çok bilmişleri"...
"Ortaçağ zihniyeti hortladı" diyen "aydın"ları...
Sosyal medya bataklığındaki hezeyanları...
Bir de siz düşünün bakalım. 

20 Aralık 2021 Pazartesi

Zaman Yitiğin Olsun

 

Ey Yageder!

ruhumda mı yoksa beynimde mi veyahutta kalbimde mi

olduğunu bilemediğim fabrika artıklarını

gelişmiş ülkelerin disposible çöplerini

ve geri kalmış ülkelerin sömürge acılarını

pis ve rutubetli ve karanlık ve daracık

bir hücreye kapatılmış

bir klostrofobiğin korkularını

ve içi petrol ve sidik ve sigara zifiri kokan

altmış model

bir uzunyol otobüsünün verdiği bulantıyı

andıran

bir garip duygunun pençesinden

alıpta

beni uzak iklimlerin pembe sislerine

    ve mâvi huzuruna

morfin almış kanserlinin rahatına

ve kötü bir kâbustan uyanan çocuğun

    terli korkusuzluğuna

götüren

huzur kaynağım!

Ey alâim-i semâ!

sakla gittikçe hızlanan şu saati heybene

kurtar huzuru zamanın bukağısından

zaman yitiğin olsun.

Azad et beni korkularımdan

Sodom ve Gomore donanma şenliği kalsın

leyl-i zulmünde zâlimin

Ey sevgili!

Salat-ı tefriciyen olsun

bu zulme lânetin...

18 Aralık 2021 Cumartesi

Tanzimat Kafası - Yabancı Lisana Dâir

 "Galatasaray mezunu" bir yazar, "lumpenproletarya" tesmiye ederek kendince tahfif ettiği bir kesimden bahseden bir yazısında (1) "Fransızca konuşmaya başlayın demedik de..." diyerek, Fransızca konuşmanın ona göre bir üstünlük vesilesi olduğunu ifâde ediyordu. E malûm "Galatasaray'da" fen eğitim lisanı da Fransızca değil miydi?

Tanzimatla bünyemize kalıcı olarak yerleşen Fransızca virüsünün neler yaptığının en çarpıcı örneği, Reşat Nuri GÜNTEKİN'in Çalıkuşu adlı romanındaki "maarif müdürü"nde hayat bulur; bir köy okulunu gezen ve Fransızca kelîmeler döktüren maarif müdürünün okul binası için "ahır" demesinde!

Peki Fransızca konuşmak, konuşanı üstün vasıflı yapan bir hususiyet midir? Eğer böyleyse anadilleri Fransızca olanların "ideal insanlar" olmaları, "Frankafon"luğun, dünyayı daha iyi, daha güzel bir yere getirmesi gerekmez miydi?

Dünya gerçeklerine baktığımızda bunun böyle olmadığını görüyoruz. 

Laos, Kamboçya, Vietnam, Yeni Kaledonya, Fransız Polinezyası, Cezayir, Gabon, Moritanya, Senegal, Gine, Fildişi Sahili, Kongo, Mali, Madagaskar, Benin, Burkina Faso, Togo, Çad  ve Nijer'i sömürgesi yapan ve hâlâ "denizaşırı toprakları" bulunan Fransa'nın anadili Fransızcadır. (2)

Antep ve Maraş'ı işgâl edenler de Fransızca konuşuyorlardı.

1945'te Cezayir'de Setif ve Guelma'da 45 bin Cezayirliyi öldüren Fransızların anadili Fransızcadır.

17 Ekim 1961'de Paris'te barışçıl gösteri yapan Cezayirlilere saldırıp binlerce kişiyi yaralayıp, yaklaşık 14 bin kişiyi gözaltına alan ve 300'den fazla Cezayirliyi öldüren Fransız polisinin anadili Fransızcadır.

Fransa'da neşrolunan ve İslam dinine hakâretleriyle meşhur Charlie Hebdo dergisi  de Fransızca yayımlanmaktadır.

Bu kötü misallerden yola çıkarak bütün Fransızları ve Fransızcayı kötülemek elbette mümkün değildir. Her milletden iyi ve kötü insanlar çıkabileceği gibi, Fransızca da nihâyetinde yüzlerce lisandan sâdece birisidir. Tıpkı Afrika'daki Bantu lisanları, Malayca, Korece gibi. Fransızca konuşmak -tıpkı diğer yabancı lisanları konuşabilmek gibi- bir üstünlük işâreti, bir üstünlük kıstası olamaz. Fransızca'yı bir lisan olmaktan alıp bir üstünlük göstergesi hâline getiren tanzimat kafası aksini iddia etse de durum budur. 

---

(1) https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2021/12/09/tarz-i-siyaset

(2) Fransa'nın sömürgeciliği hakkındaki "Fransız Sömürgecilik Tarihi Üzerine"  adlı akademik bir makaleyi şu adreste bulabilirsiniz:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/200454#:~:text=Cezayir%20(1830)%2C%20Gabon%20(,%C3%BClke%20Fransa'n%C4%B1n%20kontrol%C3%BCne%20ge%C3%A7er.

12 Aralık 2021 Pazar

Anlamayın Beni

 Sizlerden beni anlamanızı beklemiyorum!

"Sizler"den kasdım, hepsi biribirine benzeyen alelâde insanlar...

"Sizler"den kasdım,  münevver olmayı değil aydın görülmeyi tercih edenler...

"Sizler"den kasdım, cilâlı imaj devrinin prototipleri...

"Sizler"den kasdım, birkaç yüz kelîmeyle konuşmaya çalışanlar...

"Sizler"den kasdım, tahammülün yerine hoşgörüyü ikâme etmeye çalışanlar...

"Sizler"den kasdım, şiirden ve müzikden hazzetmeyenler...

"Sizler"den kasdım, susmayı olgunluk sayanlar...

"Sizler"den kasdım, molla demeleri için ağır olanlar...

"Sizler"den kasdım, status quo'nun yılmaz bekçileri...

"Sizler"den kasdım, bırakın evinde kütüphânesi olmayı kitaba para vermeyi israf sayanlar...

"Sizler"den kasdım, kendisini yerleştirdiği yere göre fikrî şablona sâhip olanlar...

"Sizler"den kasdım, "Güneşi ceketinin astarı içinde kaybedenler"... (1)

"Sizler"den kasdım, bilgi sâhibi olmadan fikir sâhibi olanlar...

"Sizler"den kasdım, mazrufa değil zarfa bakanlar...

"Sizler"den kasdım, hayattaki tek gâyesi keseyi doldurmak olanlar...

"Sizler"den kasdım "norm"a uygun insanlar...

Şimdi anlıyorum ki sizlerden  beni anlamanızı beklemek ham hayâl imiş; hem de en başından beri...

---

(1) İfâde, Sultan'üş şuara Necip Fazıl Kısakürek'e aittir.

10 Aralık 2021 Cuma

ADOY'dan İzlenimler - 2) ADOY Gezegeni nasıl bir yer

 Adoy gezegeninden en genel bilgiler

"Adoy gezegenine nasıl gittim" serlevhalı yazımdan sonra ilginç mesajlar aldım. 
Bâzı okuyucular, "astral seyahat" konusuna inanmakta güçlük çektiklerini belirtirken bâzı okuyucular da Adoy gezegeninin nasıl bir yer olduğunu anlatmamı istiyorlar.
"Astral seyahat" konusu, ancak bu alanda yapılacak ileri mental ve psişik tecrübelerle anlaşılabilecek ve "kâl"den ziyâde "hâl"e dâir bir konu olduğundan, kelîmelerle ifade edilmesi oldukça zor. İleride bu konuda birkaç kelâm edeceğim. Şimdi, bugüne kadar kadar yaptığım astral seyahatlerde Adoy gezegeni hakkında öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dünyadan birazcık küçük bir gezegen Adoy. Çapı 10 bin kilometre. Dünya yön sistemine göre düşünürsek, kuzey ve güney yarıkürelerinde birer büyük kıta var. Kuzeydeki kıtanın adı Sözenob, güneydekinin adı ise Söfakob. Bu iki kıtanın ortasında ise Ateş Denizi bulunuyor.
Bu kıtalarda, idare sistemi farklı çeşitli devletler bulunuyor. İdareciler bâzı devletlerde seçimle işbaşına gelirken bazı devletlerde monarşik bir sistem bulunuyor.
Sözenob kıtasındaki devletler Söfakob kıtasındaki devletlere göre çok daha zengin. Bunun sebeplerini ileride yapacağım astral seyahatlerde öğrendiğimde sizlerle paylaşacağım.
Adoy'da atmosfer Dünyadakine oldukça yakın. Sâdece karbondioksit oranı Dünyadakinden daha yüksek. Öğrendiğime göre yıllar içinde atmosferdeki karbondioksit oranı gittikçe artıyormuş. Bu yüzden nefes almak dünyadakinden daha zor. Atmosferin rengi kızılımsı bir mâvi. Atmosferden gelen kızıl ışık, denizleri de kızıl gösteriyor. Bu sebeple de iki kıtanın arasındaki denize Ateş Denizi denilmiş.
Adoy'da hava oldukça sıcak. Buna atmosferdeki karbondioksit oranının yüksekliği sebep oluyormuş. Sıcaklık sebebiyle evler yer altına -âdeta gömülerek- yapılmış. Bir evin varlığına tek işaret bir bekçi kulübesini andıran giriş kapısı. Bu kapıdan aşağıya inilerek evlere ulaşılıyor. Karbondioksit artışına bağlı olarak gittikçe artan hava sıcaklığı yüzünden bitkiler ancak kapalı yerlerde suni ışık altında ve sıcaklığı düşürülmüş ortamda yetişebiliyor. Gezegende hiç ağaç yok.
Adoy'un ışık ve sıcaklık kaynağı Ar dedikleri bir yıldız. Ar yıldızı, ömrünün sonlarına yaklaşmış ve kızıl dev olma yolunda. Bu yüzden -bizim Güneşimize göre- hem çok büyük görünüyor ve hem de ışığı kızıla çalıyor.
İşte böyle bir yer Adoy.
Mâvi gökyüzüne ve denizlere alışan biz dünyalılar için oldukça garip bir yer. Sizlere yemyeşil ormanları, masmavi suları, berrak âsumanı anlatmak isterdim; ama Adoy'un gerçeği bu.
Öğrendikçe yazacağım.

9 Aralık 2021 Perşembe

Yaşarken Görebilecekleriniz

 Gördüklerinizin gerçek olmadığını,

Gözden ırak olanların bambaşka kişilere tahvil olduğunu,

Büyük ve ağır lafların aksine unutulmanın pek kolay olduğunu,

Sözlerin unutulmak üzere verilmiş olduğunu,

Kutsalların en kârlı ticâret metaı olabileceğini,

Çıkarın sevgi cilâsı ile mücellâ olduğunu,

Cilâlı imaj devrinden cilâlı yalan devrine geçildiğini,

Aşk denilen şeyin giffen mal olduğunu,

Aşk literatürünün üstâd-ı âzamının Goebbels olduğunu,

Derekesini saklamak isteyenlerce derecenizin üstünün örtüldüğünü,

Âkil libası giyenlerin kafasını kuma sokan devekuşunu göremediklerini,

Bâzılarının ancak cücelerle yanyana iken mutlu olabildiklerini,

Vefânın gerçekten de İstanbul'da bir semt ismi olduğunu,

Maddenin her dâim geçer akçe olduğunu,

Gözyaşının her derde devâ bir setre olduğunu,

Hedonun yeni bir ilâh olarak serpildiğini,

Kandırılmanın da bir sonu olabileceğini,

Son sözün günü gelince söyleneceğini.

26 Kasım 2021 Cuma

Kat-ı Zeban

 Hadi, çocukluğunun bakkal dükkanında farzet kendini. Nemli bisküvi kokusunu hisset. 

Sonra kopya kalemiyle semaya çizilmiş devâsa resimler girsin rüyana. 

Akşam üstü oyunlarını terketmenin zorluğu sarsın içini. Bir yanda seni tatlı bir ökse gibi çeken oyun diğer yanda seni gerçeğe çağıran ses. Oyun arkadaşlarının kurnazlıkları, çocukça hesapları, benmerkezci hasetleri... 

Ve sen kendini anlatamayan çocuk.

Yok, hayır.. çocukluğunun bakkal dükkanlarından çık ve seni evinden uzak bir gurbete götüren o şehirlerarası otobüsün mazot kokulu iklimine sığın.

Yok artık o bakkal dükkanları.

Sararmaya yüz tutmuş başakların arasında çocukluğa baş kaldıran koşuşturmalar da. O başakların boy verdiği tarlalar otların istilâsına uğramış, o tarlaların olduğu köy ışığı sönen bir lamba gibi şimdi.

Sonra ikindi vaktinin sersemletici ikliminde gezilen havuz başları da. Mâviden yeşile kayan ummanlar da. Şimdi ikindiler siyah-beyaz işlere hasredilmiş hâlde ve ummanların hayâli dahi fersah fersah ötelerde...

Saklanan küçücük yâdigârlar yitiklerin birer cüzü şimdi. Sorsam hatırlanmaz belki de, o kadar yitik, o kadar eski, o kadar yokmuşlar...

Avuçlardan çıkan ırmaklar ırak bir iklimin sam yeliyle kurumuş ve artık gözlerde yağmur bulutları gezmiyor... Duygular şimdi maktûl...

Bu kurak vâdide bir tek şiir kalmıştı hayatta; zaman denilen kaatil ona da uğradı ve nihâyet şiir de öldü.

Yokların muhasebesi de yok.

Ve menaif-i âmme için kat-ı zeban dahi yok.


Zeyl: Hem-zebân dahi olmadığı hususu işbu lâyihaya zeyl ve beyan olunur.

Hâşiye: İşbu lâyihanın anlaşılamaması hâlinde kamusa müracaata gerek yoktur. Anlaşılamıyorsa anlamak için çaba sarfetmek beyhudedir.

25 Kasım 2021 Perşembe

Sîretler ve Sûretler - Mut Emici

 Hani bir çocuk filminde "ruh emici"ler vardı. Kendi ruhları olmadığı için yakaladığı insanların ruhunu emiyorlardı. İşte mut emiciler de başkalarının mutluluğunu emerek mutsuzluklarını gidermeye çalışırlar; zira kendilerinde mutlu olabilecekleri hiç birşeyleri yoktur.

Mut emici, mutlu insan görmeye dayanamaz; zira kendisi hiç mutlu olmamıştır. Bunun için çeşitli yollarla mutlu insanların mutluluklarını yıkmaya, yok etmeye çalışır. Mutlu insanların sâhip olduklarını küçümser, kulp takmaya çalışır, kötüler, gerekirse iftira atmakdan dahi çekinmez. Yeter ki mutlu olan mutluluğunu kaybetsin.

Asla sâhip olamadığı mutluluğun yokluğu ruhunu zifiri karartmış, yüreğini garez gömüğünün bataklığı hâline getirmiş velhâsıl iç dünyası çirkinliğin zifti ile kaplamıştır. Dahası sîretinin çirkinliği sûretine de vurmuştur. Bu sebeple sûreten güzel olanlara dayanamaz. Mut emici çirkindir. 

Sûreten güzel olmadığından kendisini soyut niteliklerle vasıflandırarak egosunu tatmin etmeye çalışır. Bunun için etraflarında sürekli kendini ululayacak, hiç birisi sûreten kendisinden güzel olmayan bir bağımlılar güruhu barındırır ve bu güruhu kaybetmemek için elinden geleni yapar. Mut emici kibirli ve komplekslidir. 

Benmerkezciliğinin bir sonucu olarak sâhip olamadıklarını önce önemsiz göstermeye çalışarak küçümser,  sonra alay eder. Hep ön planda olmak ister. Eğer başarılı olamazsa önce kendini ortamdan soyutlayarak karşısındakilere değer vermediğini göstermek ister, sonra sudan bahanelerle maraza çıkarır ve ortamı terkeder. Mut emici hasistir.

Kendisinin sâhip olmadığı hiçbir bilgi önemli değildir.  Dolayısıyla mut emici için gerçek değil doğru önemlidir, kendi doğrusu. Kendi doğrusunu da açık bir şekilde dile getirmez, getiremez. Dile getirmez; zirâ bildiğinin basit olduğunun bilinmesini istemez. Bunun için üç-beş bilgi kırıntısını şişirir, süsler, meslekî jargonlara boğar, sofizmin şâhikasına çıkar. Mugalatada kimse eline su dökemez. Düşünür ki karşısındaki söylediklerini ne kadar az anlarsa o kadar bilgili olduğunu zannedecektir. Dile getiremez; zirâ güzellik kıtlığı ikliminde yaşamaktan dolayı belâgata da yabancıdır. Mut emici câhildir. 

İçinden geçenleri asla yüze söylemez; samimiyeti bir sürüngen soğukluğundadır. Arkadan konuşmak, kendi güruhu hâricindekileri kötülemek vazgeçemediği gıdasıdır. Mut emici mürâîdir. 

Hiç mutlu olmayan ve olamayacak olan, acınası bir psiko ve sosyo patolojiyle muztarip bu kimselerle yolunuz dilerim hiç kesişmez.

23 Kasım 2021 Salı

ADOY'dan İzlenimler - 1) ADOY Gezegeni'ne nasıl gittim

 Şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım seneler önce "astral seyahat" diye birşeyden bahsetmişti. Arkadaşım, kendisini tâbi tuttuğu belli bir eğitimle bu kâbiliyeti kazandığını, artık istediği zaman bir nevi trans hâline geçerek astral seyahate çıkabildiğini, böylece istediği yere gidebildiğini söylemişti. Başta oldukça tuhaf hatta saçma gelen bu fikir, zihnimin geri plânını hep meşgul etti. Okumaya araştırmaya başladım.

Bu arada, ilginç bir kitap okudum.

1949 Almanya doğumlu Michaela isimli bir genç kız, babasının işi gereği geldiği Türkiye'de bir Türk'e âşık olup evlenir ve müslüman olur. İsmi de  Michaela Mihriban Özelsel olur. Daha sonra, özel hayatındaki hâdiselerden kaynaklı bâzı hissî sıkıntıları sebebiyle halvete girmeye karar verir, çeşitli teşebbüslerden sonra buna muvaffak da olur. İstanbul'da bir evde yaşadığı 40 günlük "hâlveti"nden yola çıkarak kaleme aldığı "Halvette 40 gün - Psikolog Dervişenin Halvet Günlüğü ve Bilimsel Çözümlemesi" adlı kitapta (*) fevkalade ilginç bilgiler vardı. Kitabın arka kapağında şunlar yazıyordu:

"1990 başlarında, Üsküdar'da, derme çatma, birkaç katlı bir apartmanda, soğuk ve eşyasız bir odada dünyayla ilişki görünürde kesilirken, belki de asıl hayat su yüzüne çıkar; beden latifleşir, ruh genişler, saplantı nevrozları çözülmeye durur. İnsan, asıl hayat ve maceranın içine gömülür.. Çocukluktan evliliğe, akademik bilgiye kadar pek çok şey gözden geçirilir. Ama artık bir iç gözdür bu bakan."

Kitabın, 2. bölümünde verilen ve fizyoloji ile nörolojinin ve endokrinolojinin etkileşiminin nelere yol açacağı konusundaki bilgiler oldukça ilginç idi. Bundan sonra daha çok okumaya, araştırmaya, küçük öz-denemeler yapmaya başladım. Aradan yıllar geçti.

Bu denemeler esnâsında bir gün sanki bir duvar yıkıldı ve başka yerlere gidebildiğimi gördüm. Evet, astral seyahatin ne olduğunu anlamıştım. Böylece bir çok yerleri gezdikten sonra, dünya dışına çıkılıp çıkılamayacağını düşünmeye başladım. Bir gün bir duvar değil amma bir sur yıkıldı ve bir solucan deliği (**) vasıtasıyla dünyanın dışına seyahat yapabilmeyi de keşfettim. Bu seyahatlerimde pek çok ilginç yerler gördüm. Ancak bunlardan birisi, üzerinde canlıların yaşadığı Adoy adlı bir gezegen, dünyaya çok benzeyen bir yerdi.

Atmosferi, iklimi, yaşayan canlıları, dilleri, inançlarıyla Dünyanın ikizi sanki.

Neler gördüm bu Gezegende neler... Bu gezegende görüp duyduklarımı sizlerle paylaşmak istedim. İstedim ki tuhaf şeylerin sâdece bizim dünyamıza mahsus olmadığını göstereyim de bir nebze olsun rahatlayın.

----

(*) ÖZELSEL, Michaela Mihriban, Halvette 40 Gün, Kaknüs Y., 2b., İstanbul, 2003.

(**) Solucan deliği: (Einstein–Rosen köprüsü ya da Einstein–Rosen solucan deliği) Uzay zamandaki farklı noktaları birbirine bağlayan spekülatif bir yapıdır. 1935 yılında Albert Einstein ve Nathan Rosen, Genel Görelilik kuramını kullanarak uzay-zaman içerisinde köprülerin varolduğu önermesinde bulunmuşlardır.

( https://tr.wikipedia.org/wiki/Solucan_deli%C4%9Fi )

12 Kasım 2021 Cuma

İstanbul hâlâ Dersaadet mi?

Dün akşam "yayla çalınan tanburla" (*) icra edilen müzik dinlemek istedim. Âdet olduğu üzere, bir video paylaşma sisteminde arama yaptığımda karşıma 19.04.2016 tarihli "Sadun Aksüt | Bir Üstad Bir Saz: Yaylı Tanbur" adlı bir yayın çıktı.

Üstad Sâdun Aksüt'ün anlattıklarını dinlemeye başladım. Üstad, felâket derekesindeki trafiği sebebiyle artık İstanbul'da araba kullanamadığını söyledikten sonra, İstanbul'a dâir bir şiirini okudu. 2004'te yazılmış şiirinde Aksüt şöyle diyordu:

Bu şehir

Artık benim bildiğim

İstanbul değil.


Ne Kalamış'dan huzur alınır

Ne Marmara'nın koynuna girilir


Geçmişdeki hoş geceler

Körfez'deki dalgın sularda kaldı

Baksak da göremeyiz

Sahilleri kirlilik aldı.


Bunu dinlerken aklıma Necip Fâzıl Kısakürek'in "Canım İstanbul" şiiri geldi. Sultan'üş şuara  (**) "Canım İstanbul" şiirinde,

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

dedikten sonra

Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;

Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar..

demiş.

Necip Fâzıl Kısakürek'in Canım İstanbul şiiri 1963 yılında yazılmış, Sâdun Aksüt'ün Şiiri ise 2004'te. Aralarında 41 yıl, evet sâdece 41 yıl var. 41 yılda bakan gözler mi değişti yoksa İstanbul mu?

Bana göre İstanbul...

İstanbullu olmayan, İstanbul'u arada bir ziyaret eden birisi olarak söylüyorum bunu..

Bir zamanlar bir tatlı huzur alınan Kalamış'a da gittim, şiirlere, şarkılara ve tablolara konu olan Üsküdar'a da, Ada'ya da...

"Şen gönüller yatağı" olarak vasfedilen Boğaziçini de gördüm karınca kararınca..

Gürültüsüyle, karmaşasıyla, kalabalığı ile, pahalılığı ile İstanbul sâdece maddeye tahvil oldu. Ruhunu Cibali'nin kuyularından birisine müebbeden hapsetti İstanbul tufeylileri.

Çıkın târihi yarımadayı dolaşın. Birkaç saaatlik bir dolaşmadan sonra pes edecek, kendinizi bu Şehirden bir ân önce kurtarmaya bakacaksınız.

Yahya Kemal Beyatlı'nın "Bir Başka Tepeden" adlı şiirini yazarken baktığı, bakabileceği kaç tepe kaldı İstanbul'da? Acaba Şimdi yaşasaydı Beyatlı yine

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,

Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.

Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada

Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

 mısralarını yazabilir miydi...

Artık megaşehirmiş... metropolmüş... Buyrun sizin olsun...

Bu şehir, artık üstüne şiirler yazılan, şarkılar bestelenen İstanbul değil. Dersaadet (***) hiç değil...

Abdullah Biraderler tarafından çekilmiş ve 1895 öncesi Laleli Camii ve etrafını gösteren bir fotograf

----

Meraklısına notlar:

(*) Sâdun Aksüt'ün dediği gibi bu çalgının adı "tanbur"dur, tambur değil. Ayrıca "yaylı tanbur" ifadesi de yanlıştır, doğrusu "yayla çalınan tanbur"dur.

(**) Sultan'üş şuara: Kelime anlamı olarak şairler sultanı demektir. Bu ifâde hususî olarak Necip Fâzıl Kısakürek için kullanılır.

(***) Dersaadet: Kelime anlamı olarak "saadet kapısı" demektir. Bu kelîme husuî olarak İstanbul için kullanılır.

5 Kasım 2021 Cuma

Sîretler ve Sûretler - "Kaave" Bıçkını

 Bu tip, "kahvehâne" veya -genel kullanım olarak kısaltılmış şekliyle- "kahve" demek yerine çoğunlukla böyle telaffuz eder bu kelîmeyi; başka hususlarda yaptığı yanlışlar gibi.

Bir sahne canlandırın hayalinizde: Bir kahvehânede pişbirik oynayan dört kişi. İskambil kağıtları dağıtılır, masadakilerden birisi elindeki dört kağıttan birisin ayırarak masanın üstüne kapalı olarak bırakır. Bunu yaparken de "Aha bunu ayırıyorum" der çok bilmiş bir edâ ve sîretine yapışık bir kibir ile. Eğer o elde  ezkazâ o kağıdın değer olarak aynısı atılır ise yere, yere kağıt ayıran kişi, -kağıdı masaya vururken çok ses çıksın diye- orta parmağını hafifçe sivrilterek vurduğu yumruk eşliğinde ayırdığı kağıdı "Ben demiştim" diyerek atar. Bunu yaparken, kendince büyük bir is yapmış olmanın, ne kadar usta olduğunun, ne kadar bilge olduğunun işareti yüzüne yayılan müstekreh bir sırıtmada kendini ele verir.

Peki ya ayırdığı kağıdın eş değeri atılmaz ise o elde? Bizim bıçkın hiç bir şey olmamış gibi atar ayırdığı kağıdı yere; bunu yaparken zaman zaman "vay çıkmadı görüyor musun" diyerek kendini -kendince-sağlama almaya çalıştığı da olur. Bütün kazançlar kendi özelliğinin sonucudur bu tipin; bütün kayıplar da başkalarının. Kazancını, başarısını, üstünlüğünü adeta göze sokarcasına abartarak ilan eder. Başarısızlığını ânında unutur ve başkalarının hatırlamaması, hatırlatmaması için de elinden geleni yapar. Eğer hatırlatılacak olur ise, kendi dışındaki faktörleri suçlayarak meseleyi geçiştirmeye çalışır. Yapamazsa azıcık çirkinleşir, olayı pejoratize ederek kapatmaya çalışır. Bunda da başarılı olmaz ise karşısındakine açık izafe ederek, çamur atarak ve saldırarak olaydan sıyrılmaya çalışır.

Kaave bıçkını, okumaz; duyduğu ile amel eder. Kendi çıkarlarına uygun olan herşey doğrudur, bunun için üst perdeden atarak çatır çatır tartışır. Yanlışını ortaya koyarsanız önce alay ederek sizi küçümsemeye ve böylece yanlışını kapatmaya çalışır. Yapamaz ise duyduğu ve işine gelen herşeyi mutlak gerçek gibi dayatmaya çalışır. Bunda da başarılı olmaz ise bedeninden de küçük aklına gelen her yola başvurmaktan çekinmez.

Kaave bıçkını eğer erkek ise dünyasının sacayakları para, futbol, araba ve kadındır. Eğer kadın ise -evet, bu tipin kadınları da vardır- internet alışveriş siteleri, evlerde yapılan "besi" ve altın günleri, dedikodu ve erkeklerden şikayettir.

Kültürel bir endişesi yoktur. Kendince bir aşk anlayışı hâricinde mücerret şeylerden hazzetmez. Münevverâne her faaliyet gereksiz ve hatta zararlıdır onun için.

Güç eşittir haktır. Kendisine zarar vermeyen şeyler hakkında düşünmez bile.

Etrafımızda en sık rastlayacağımız tiptir bu.

Bakın göreceksiniz.

31 Ekim 2021 Pazar

Sîretler ve Sûretler

Beşir AYVAZOĞLU'nun bir kitabının adı "Sîretler ve Sûretler". Kitapta muhtelif şahıslar anlatılmış; sâdece sûretiyle değil sîretiyle.

Kubbealtı Lugatinde, sîret (ﺳﻴﺮﺕ) için  "Bir kimsenin ahlâkı, seciyesi, karakteri, dışa akseden davranışı. Karşıtı: SÛRET"  açıklaması; sûret için (ﺻﻮﺭﺕ) "Gözün ilk bakışta gördüğü şey, dış görünüş, şekil, biçim.", "Yüz, çehre, surat." ve  "Bir varlığın dıştan görünen, beş duyu ile bilinen yönü." açıklaması yapılıyor.

Her insan sûretiyle ve sîretiyle ayrı birer dünya olsa da, İbn-i Haldun'un Mukaddime'sinde belirtdiği üzere insanın yaşadığı yerin insan davranışları üzerinde etkileri olduğu da bir gerçektir. Ayrıca, taklid edici özelliği de dikkate alınınca insanları belirli sîret kalıplarında ele almak mümkün hâle gelir. 

İnsanlar, bir yandan hayatlarını idâme ettirmek için çabalarken bir yandan da diğer insanları -az ya da çok- gözler, belli çıkarımlar yapar ve hatta belli insan grupları tesbit eder. Sınıflandırmak, -bir problem çözme aracı olarak- insanın anlamasını kolaylaştırır ve zihnen rahat ettirir. Herne kadar her insanın ayrı birer dünya olduğuna inansam da, yukarıda belirttiğim sebeple, belirli bakımlardan insanların sîreten gruplanabileceğine de inanırım.

Sırası geldikçe sîreten grupladığım insan tiplerinden misaller vermeye çalışacağım. 

Sîretler ve sûretler serlevhalı yazıları okudukça kendinizden, arkadaşlarınızdan, tanıdıklarınızdan kesitler bulacaksınız. Maksadım, isim vermeden birisini / birilerini yermek, lekelemek ya da ululamak değil. Uçarı bir talebe olduğum için "tercübelerden ders almak" adlı ders bir kulağımdan girip diğerinden çıkıp gitti uzun zaman boyunca; taa ki darbımesel olarak  -adeta mücessemleşerek-  içimin yumuşak yerlerine batıncaya kadar. Tembel öğrenci lügâtıyla "çift dikiş" yaparak öğrendiklerimi aktarmanın zekat mesâbesinde olduğunu düşünüyorum ve 60 yılın bohçasını açıyorum.

11 Ekim 2021 Pazartesi

Hacı Şükrü - Konya

Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi Sanat Târihi bölümün bir hocası anlatmıştı: Alanya Kalesi kazısı için üç hoca Alanya'ya giderken, Konya'da Hacı Şükrü lokantasına uğrarlar. Anlatan hoca, 100 gram kebap istediğini söyler, diğer iki hocanın itirazı ile 150 grama çıkarır siparişini. Diğer iki hocanın birisinin 900 gram, diğerinin ise 1.100 gram kebap yediğini söyleyince hoca, "demek ki sanat târihçisi olmanın şartı iyi ve çok et yemekmiş" demiştim.
1855-1949 yılları arasında Konya'da yaşayan ve lokantaya ismini veren Hacı Şükrü Çeşmeci 1907 yılında Konya'da küçük bir binada fırın kebabı ve poğaçası ile hizmet vermeye başlamış. Hacı Şükrü  1949 yılında vefat edince hem damadı hem de yeğeni Hacı Ali Şengönül dükkanın başına geçerek işletmeyi devralmış. Hacı Ali Şengönül 53 yıl bu mesleği sürdürmüş. 
Şu an 4. kuşak Şengönülller işi sürdürüyorlar.
Evet, iyi et iyi kebap yenilen bir yerdir Hacı Şükrü lokantası. 
Tandır kebap diyenler varsa da, etlerin uzun süre fırında pişirilmesiyle hazırlanan bu kebabın adı fırın kebabıdır; ya da Konya ağzı ile furun kebabı.
Koyun eti, bir leğende kendi yağı ile fırında 5 ilâ 7 saat arasında pişirilerek hazırlanıyor fırın kebabı.
İşletmenin internet sayfasında  fırın kebabı hazırlanırken sadece ön kol ve kaburga etlerinin kullanıldığı ve "kuzu" eti kullanıldığı belirtilmektedir.
Konya Merkez'de Müneccimbaşı sokaktaki "ilk" lokantalarında tanımış ve tatmıştım bu lezzeti. Fırın kebabının yanında sâdece beyaz soğan gelirdi. Şimdi Meram'da da bir şube açmışlar. Yıllar sonra Meram şubesine gittim.






Mekân yukarıdaki fotograflarda gördüğünüz gibi. 

Gelelim yemeklere. Pidesi, yıllar önceki gibi yine kalın ve esmerce. Eti de -neredeyse- aynı lezzette; yalnız biraz daha yağlı ve biraz daha soğuk. Kebabın yanında gelen soğana şimdi yeşil biber, biraz yeşillik ve susam ezmesi de eşlik ediyor. Soğan hâricindekilere iltifat etmedim. Sâdece tadına baktığım susam ezmesini ise beğenmedim. 
Hacı Şükrü'de kebap gramla sipariş ediliyor. Gerçi son gidişimde garson "porsiyon"dan bahsetti; porsiyon 100 gram imiş. Benim gibi ete birazcık düşkünseniz, yiyeceğiniz etin hepsini birden sipariş etmeyin. Diyelim ki 300 gram kebap yemeyi düşünüyorsunuz, önce 150 gram sipariş edin, bitmeye yakın da diğer 150 gramı. böylece kebabı soğutmadan yiyebilirsiniz.
Kebap sipariş ederken yağla ilgili isteğinizi de "az yağlı, orta yağlı" gibi belirtin.
Kebabın üzerine Konya'ya mahsus sacarası tatlısından yedim. Sanki insan yaşlandıkça tad alma duygusu azalıyor.
En sonunda içtiğim kahve, oldukça bayat idi.
Fiyatlar, ortanın biraz üzerinde.
Herşeye rağmen Hacı Şükrü'ye yolunuz düşsün.








HACI ŞÜKRÜ - Merkez
Ferhuniye, A 42060, Müneccimbaşı Sk. No:20, 42080 Selçuklu/Konya

HACI ŞÜKRÜ - Meram
Yorgancı, Dutlu Cd. 5/B D:T, 42140 Meram/Konya


23 Mart 2021 Salı

Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi...

 Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi. Böyle demiş Halil Cibran. Ne kadar da doğru. Çok tâze bir yaprak dökümü vesîlesiyle bu sözün doğruluğu bir defa daha tebeyyün etti.

Otuzbeş yaşı "yolun yarısı" olarak belirtip kırkaltı yaşında terk-i diyar eden şâirin dediği gibi;

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Hayatının ortalarında tanımıştım onu. Aynı Bakanlıkta çalışıyorduk. Ortak bir zevkimizin olduğu söylenince tanışmıştık. Bu tanışıklığımız hep sürdü.

İlâhiyat fakültesinden terk idi. Arapça ve Farsça öğrenmenin zorluğundan bıraktığını söylerdi mektebi; bir yandan da Arapça öğrenmeye çalışarak. Bâzı Arapça kelîmelerin etimolojisinden, sözlük mânâlarından bahsetse de hiç öğrenemedi Arapça'yı.

Dine karşı alâkası nev-i şahsına münhasır idi. İslâma ne bir oryantalist gibi, ne de alelâde bir müslüman gibi bakardı; İslâm konusunda verilen hükümlere skeptik bir yaklaşımı vardı.

Hep bir kitap yazmak istedi. Yazamadı.

Hiç para-pul derdinde ve peşinde olmadı. Neredeyse bütün emekli maaşını hayvanlara, özellikle de çok sevdiği kedilere harcadı. Hayvan sevgisinin ve merhametinin şâhikası idi.

Evet, ölüm herşeyi değiştirdi. Ağacımızdan bir yaprak daha düştü. Gittikçe artıyor yalnızlığımız...

Rabbim merhametiyle muamele etsin.


12 Şubat 2021 Cuma

Vazgeçmeye senfoni

Yak artık gemilerini.

Bırak herşey burada kalsın, şu zamanda. Geçmiş zamanları ve o zamanların hüküm sürdüğü mekânları özleme. Bütün sonralar kahrolsun, yalnız şu an önemli de ya da carpe diem.

Çöz artık gönül kuşunu.

Bırak gitsin...

Olmadı işte, olamadı. Şâir "Sende, ben, imkansızlığı seviyorum" demiş ya, sen de böyle söyle ve bunu tembihle kalbine.

Hayır, imkânsızlığı da sevme, olurları çağır uzaklardan.

Hep öğüt verirler ya, dinle onları. Tutması zor olsa da dinle.

Sonra gönül sürgününü bitir ve sıradanlığın hüküm sürdüğü zamanlara gel amma zinhar giyme o libası.

Dönüp bakma ardına.


Kırılsın, dökülsün, yansın, bitsin.

Unut olmazları.


Parmak uçlarındaki ağrının ilacı olmadı mı yıllar! Zaman silmedi mi ruhundaki izleri!

Şimdi kendi taburcu raporunu yaz yıllardır beklemekten gevremiş o saman kağıda... Amma çocuk, gönlündeki çıbandan kork yalnızca ve onu kor demirle dağla ki şirpençe olmasın.

Sükuttan başka dostunun olmadığı beyan olunduğunda kalbine "Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân" de ve zebûn olduğunu da unut.

3 Şubat 2021 Çarşamba

Opus 1/C

 Pembe, eflâtun ve mor renkli sislerle yer yer silinmiş Dersaadet hayâlleri üşüştü gecenin bir vakti içime.

Ve birden nîce âhu gözlü güzellerin nazârına mazhar olmuş ıhlamurların kokusunu hissettim sanki... Hepsinin ortasında nâzenin bir el ve hezar-his ve âteşin gözler vardı; yine içimi ısıtan...

Sonra söylenmemiş ve belki de hiç söylenemeyecek sözler döküldü bir avuç kor gibi rûhuma.

Sustum ve sustu, yıllar evvel olduğu gibi. Kafamdaki isfithamlar bir derece daha ziyade oldu. Sezai Karakoç'un dediği gibi "ya ben bulutları anlamıyorum ya bulutlar benden bir şey bekler"... Belki de fazlaca korkağım ya da fazlaca cesur.. Belki de fazlaca şüpheciyim ya da fazlaca vurdumduymaz... Belki de yanılmaların batağındayım ya da fazlaca anlamaz... Kafamda binbir soru... Yıllar yıllar önce yazdığım bir şiirimde demişdim ki "Menâif-i âmme için bana kat-ı zeban gerekdir." Susmalı mıyım ya da daha çok mu konuşmalıyım... Ben kimim, neredeyim, nereye varmak istiyorum... Yeni şiirler mi yazmalıyım kendime dâir yoksa şiir ikliminden müebbeden hicre mi mahkûm eylemeliyim kendimi... Bil(e)miyorum.

Ihlamur yaprakları sarardı da içimi hazan rengine boyadı.

Sustum ve sustu. Yıllar evvel olduğu gibi.

(Opus 1/C'nin sonu)



6 Ocak 2021 Çarşamba

Zaman yolculuğu

Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı...

Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır...

İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara...

Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara...

Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde.

Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine.

Sonra haylazlıklarınız ...

Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler.

Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar.

Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler...

Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da.

Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada.

Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz

                    de söylemeyemezsiniz...

Günler ve haftalar ve aylar ve yılların ipliğinden örülmüş kozalarda bulursunuz bir şeyleri; canlı amma mahpusdurlar.

Yeşillerin sarardığını, sarıların kirlendiğini, kırmızıların gülmediğini, beyazın masumiyetini yitirdiğini, zamanın gittikçe daha hızlı aktığını, "dur ey geçme zaman" esrikliğini bekleyen bir Mephisto olmadığını anlarsınız.

Zaman geçmiştir.. zamanlar geçmiştir. Küllerle dolu yangın yerinde taa derinlerinde külün, bir küçücük kor parçası... 

Yakar bir yerlerinizi.

Hepsi o kadar...

Zaman denilen törpünün sâdece hücrelerinizi değil ruhunuzu da törpülediğini, içinizde yıllanmış kabuklar olduğunu anlarsınız. Mâzi ile hâlin biribinin yüzüne gülen iki hasım olduğunu da.

Geçmiş geçmiştir. Anlarsınız.

20 Aralık 2020 Pazar

Yaşanmamış

 Şehrin pisliğinden koruyan ayakkaplarımı ve çoraplarımı çıkararak toprağın nemini ve serinliğini, çakılların ben buradayım diyen sivriliğini hissederek yalınayak yürüsem. Ve ayaklarım, ondan gelip ona gideceğimizin künhüne ermiş olarak toprakla hem-hâl olsa. Ellerimin değdiği toprağın temizliğine iman etse nefsim.

Bir ağaç gölgesinin serinliğinde erse içim huzura. Araba gürültülerinin, klâkson bağırtılarının, egzos zehrinin yerini ağustosböcekleri ve kuşların sesleri alsa.

Mâvi asumanın mor toprakla vuslata erdiği uzaklara kadar serâser gözümün önünde olsa tabiat.

Sonra yere sereserpe uzandığımda, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi hiç konuşmadan otlarla sohbet divânı kursam; ufalsam ufalsam ve o otların arasındaki muhayyel bir âlemde seyahat ederken uyku ikliminin teslim alan yağmurlarında yıkansam.

Dalların arasından sızan güneş ışıklarının gözkapaklarımda hâsıl etdiği allıkta hayal deryasına dalsam. Hafiflediğimin, uçabildiğimin, ışığa tahvil olduğumun düşünü seyreylesem. Bedenimde sükûnu hissetsem ve meskûn olsam o zamanda.

Ve o zamandan hiç dönmesem.

Bana yok deseler ben vâr olduğumda...

13 Ekim 2020 Salı

Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı

Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm.

Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı.

Alın sanal ortamları, anlık haberleşme programlarını... her an her yerde her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her anımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyor. 

Ama gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Gerçek ortaya çıktığında aklınızla dalga geçildiğini, zekânıza hakaret edildiğini anlayabiliyorsunuz.

Mario Puzo'nun aynı adlı romanından sinemeye aktarılan The Godfather (Baba) filminden bir sahne geliyor aklıma.

Baba Don Corleone'nin büyük oğlu Sony, damadı Carlo'nun yardakçılığı ile pusuya düşürülerek öldürülür. Don Corleone'nin küçük oğlu Michael, babası öldükten sonra önce bütün mafia ailelerinin babalarını öldürtür. Sonra da eniştesi Carlo'yu sigaya çeker. Aşağıda görüntüleri bulunan bu sahnede Michael der ki Carlo'ya "Only do not tell me you're innocent. because it insults my intelligence that makes me very angry.". Yâni "Sâdece bana mâsum olduğunu söyleme; çünkü bu benim zekâma hakaret etmektir ve bu beni çok kızdırır"




Carlo, Michael'ın zekasına hakâret etmeyi göze alamaz ve ölüme gider. 
Elbette bizler insan öldürmüyoruz. Yalanlar, sâhiplerini yaşayan ölülere tahvil ediyor; kendileri farketmeseler de...

21 Eylül 2020 Pazartesi

Opus 1/B

 Bilinmezlerimle son akşam yemeğinde içimin kuytusundaydım; alacakaranlıkta.

Biliyordum kimin ihanet edeceğini vefaya. İnanmayan kimdi âyandı.
Ekmek ve şarap yerine sükut ve teslimiyet vardı ve mukadderi bilerek sustuk.
Sonra kuşlar vardı, zifiri siyaha kesmiş alıcı kuşlar... Gölgesi olmayan boşluk gibiydiler.
Bir sızı vardı derinlerde, nefessiz kalmış çığlık gibi pürtelaş. Göğüs kafesini zorlayan bir sızı.
Zaman bin yılın yolcusu olarak geçiyordu kapıdan, ayak seslerinden bildim; çağırıyordu... Sonra renkler soluyordu külrengi bir hastalığın pençesinde ve hep birlikte yükseliyordu ateşimiz.
İçimdeki seslerin uyku zamanıydı vardığım yer.
Batıyordum kâinatın mekansızlığına ve yok oluyordum...
Renkler... sesler... hepsi uykuya varmıştı.
Yok olmuştum.

Yok...
(Opus 1/B'nin sonu)

11 Eylül 2020 Cuma

Opus 1/A

 Eli gitmekle kalmak arasında, tereddüt ve yasak arasında titriyordu.

Ona doğru gitmeyi istediğinde kulaklarında bir tufanın seli uğulduyordu.

Göğüs kafesi kalbine dar geliyor, ilkbahar tayları bin tarafa seğirtiyorlardı. 
Derken bâdem çiçekleri yağıyordu bulutlardan ve zemin pembeye kesiyordu boydan boya.
Aşkın erken hâline yakalanmıştı ve ilacını bilmiyordu. 
Tıpkı nedenleri ve niçinleri bilmediği gibi.
Yasağın hükümdarlığında kalmak kararı aldığında ilkkışın yağmuru boşanıyordu içine, ayakları ıslak, elleri buz gibi bir saçak dibi öksüzü oluyordu.
İçinin uçsuz bucaksız steplerinde korunaksız ve çâresiz bir av gibi şaşkın oluyordu.
Yolları ve yönleri bilmiyordu.
Gün tutuluyordu ve içinde renksiz alaim-i semalar kuruluyordu bir yerden bir yere.
Velhâsıl karnında bir burgaç, 
ağzında demir tadı, 
iskeletini ayakta tutan kasları işi yavaşlatma eylemine hazırlık hâlindeydi.
Hücreleri toza dönüşmeden varmak mümkün müydü, yoksa çaresizliğinin girdabına kendini bırakarak kalıp susmalı ve unutmalı mıydı...
(1/a'nın sonu)

24 Temmuz 2020 Cuma

Sana şiirler yazarken öleceğim

   yeni şiirler yazılacak senin için
   içinde her renk ve her iklim ve her saat olacak
   ve ben olacağım içinde
erguvan çiçekleri ile bezenmiş
   seni sâfi çiçek mevsimi yapmak için
   hiç bitmeyecek hezar-i hezar bir fasl-ı bahar
   sana zamanlar vereceğim,
 dakikaları olmayan
   her şiir, zamanı sana bir daha bahşedecek
   uzak yıldızlar kadar efsunkâr olacak her renk sende
   kan rengini bana ver diyecek bu adam sâdece
                        ve ölüm rengini
   sende kalsın bütün mâviler
   bana siyaha dönecek kan rengini ver diyecek..

  sana hayat getirecek şiirler yazacağım
   ve senden hayata dâir hiçbirşey istemeyeceğim
   hayâller yetecek, kimbilir...
   senin mâviye boyadığın erguvanlar
   ve istanbul zamanları olan hayâller
   parmak ucunla dokunduğunda
   içimde ılık karlar yağacak
   volkanlarım kan akıtacak yavaşça
   herşey rengini kaybederken
   son şiirimi yazacağım
mecâlsiz
   karanlıklar örtecek herşeyi benden yana
   kalem bir kuş misâli
                        kalbine kurşun yemiş
   kağıdın siyaha davet eden soğuk yatağına düşecek
   ve elim kalemin üstüne
   zaman bitecek benden yana
   sana şiirler yazarken öleceğim...

6 Temmuz 2020 Pazartesi

Af için sözler


Bir karınca ordusu gibi gelen
      ve bir akıncı gibi giden, kaçan
ölümcesine birden
-hâyır ben bir yalancıyım-
gene bir karınca gibi giden, kopan
Gelme demediğim ve gitme diyemediğim
    -esbâb-ı mûcibesi meçhûl-
Sükûn ve celâlle tereddüdü yaşatan
    -ki önceden de tanırdım-
Sığındığım ve kızdığım ve bildiğim ve bilemediğim
Olur ve olmazların meydana gelmeye korktuğu ey
kısacası sebeb-i tereddüdüm ve dost-u bîteklifim
Tuz ve ekmek hakkından başka
Limon ve ıhlamur hakkı dahi aramızda bulunan
Dostum ve yoldaşım
-çün, pek uzak ve pek kısa yollara birlikte gittiğimiz-
Yanlış zamanda ve yanlış mekânda tanıdığım
Beraber güldüğüm ehl-i dilim
Dağlar ve ovalar ardındaki dost kerre dost
Anlıyor ve biliyoruz
Öyle değil mi?
Yaşanmış üç beş buruk zamâ
Geçmiş bir zamandan 
ve bir boşluktan
yaşanmamışlıktan daha başka bir isimle anacağız
    değil mi?
Henüz bilinmeyen ve kadîm zamanlardan beri hiç bilinmemiş bir isimle
Bir sıcaklık olarak, bir sessizlik
ve kekre bir güzellik olarak...
Velhâsıl öyle ya da böyle
-anlatabilmek de zâten şart değil-
Bir kaç damla su gibi bir şey belki de?
Ya da sessizlik gibi...
Anlayabildiğimiz bir şeylerimiz olacak
Sebeb-i tereddüdüm, ehl-i dilim, yoldaşım
Olmaz zamanda bir mühr-ü hâfi bir yerlerde duracak
İçimde bir yerlerde bir kesilmiş damardan
Bir yerlere hep boşluk dolacak..

22 Haziran 2020 Pazartesi

Aydın, münevver, entelektüel

Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün siyaset bilimi yüksek lisans programındaki hocalarımdan Kadir Cangızbay basmakalıp "hoca"lardan oldukça farklıydı. Deneysel Amerikan sosyoloji ekolüne şiddetle karşıydı. Her bir cümlesi birer paragraf tutan ilginç makaleleri vardı. Bunlardan birisi de "aydın" hakkındaydı. Bu konuda bir iki kelâm etmek istedim.
Günümüzde; aydın, entelektüel, münevver aynı anlamda kullanılan kelîmeler. Bir farkla: Kendisini, -muhafazakâr zıddı olarak- ilerici sayanlar "aydın"ı, özenti batıcılar "entelektüel"i, -pekçoğunun muhafazakârlığın ne olduğunu bilmediği- muhafazakârlar ise "münevver"i tercih ediyorlar. Kendini "konumlandırdığı" yere göre -yâni tümdengelimci bir anlayışla- fikir sâhibi olmayı ve  kelîme seçmeyi sevenlerden başka ne beklenebilir ki...
Peki bu üç kelîme -aslında mefhum- birebir aynı durumu mu anlatıyor, aralarında fark var mı diye hiç düşündünüz mü?
Öncelikle Nişanyan Sözlük'ten bu kelîmelerin etimolojisine bakalım:
Aydın:
Divan-ı Lugati't-Türk'te "aydıŋ" kelîmesinin "ay ışığı" manâsına geldiği, (11. yy), 14. yüzyılda İbni Mühenna'nın Lugat'ında ve Aşık Paşa'nın Garib-name'sinde de keza aynı anlama geldiği; 1935'te yayımlanan  Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu'nda ise  "... Fr illuminé karşılığı"nın verildiği belirtilmektedir.
Münevver:
Arapça nwr kökünden gelen munawwar'ın منوّر  "aydınlık, ışıklı" sözcüğünden alıntı olduğu, kelîmenin, Arapça nawwara نَوَّرَ  "aydınlattı" fiilinin mufaˁˁal vezninde (II) edilgen fiil sıfatı olduğu belirtilmektedir.
Entelektüel:
Fransızca intellectuel "aydın, kültürlü kişi" sözcüğünden alıntı olduğu; Fransızca sözcüğün Latince intellectūs "akıl, anlayış" sözcüğünden +al° ekiyle türetildiği, sözcüğün Latince intelligere "anlamak, idrak etmek, ayırt etmek" fiilinin geçmiş zaman fiil-sıfatı olduğu belirtilmektedir.

Entelektüel kelîmesini, Türkçe'de kullanım şekline bağlı olarak aydın kelîmesine dâhil ederek  ilerlemek doğru olacaktır.

Bu kelîmelerin sözlük manâsına gelince:
Aydın:
Nişanyan, "aydın = münevver = Eclairé";
Tietze, "ışık, aydınlık, ışıklı" (s.236)
Türk Dil Kurumu'nun Güncel Türkçe Sözlüğü, ışık alan, ışıklı, aydınlık; kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver, entelektüel;
Dil Derneği'nin Türkçe Sözlüğü, ışık alan, ışıklı, aydınlık; kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini benimseyen, değerlendirme yetisi gelişmiş (kimse),
Karşılıklarını vermektedir.
Münevver:
Devellioğlu'na göre; tenvir edilmiş, nurlandırılmış, parlatılmış, aydınlatılmış. (s.727)

Anlaşılacağı üzere aydın "ışıklı" manâsına gelirken, münevver "ışıklandırılmış" manâsına gelmektedir. Yâni aydın ışığın kaynağını kendisinde görürken, münevver ışığın kaynağının kendisinde olmadığını, bir başka ışıkla aydınlatıldığını ifade etmektedir. Buradaki ışık bilgiyi kasdettiğine ve icatlar haricinde bilgiler öğrenildiğine göre esasen bilgi -yâni ışık- öğrenende değil, öğretendedir (başkalarındadır). Bu hâliyle aydın, bilginin kaynağını önemsemeyen, kerameti kendinden menkul bir varlıkta kendini bulurken münevver, bilgiyi, bilgilerin asıl sahiplerini, öğreticilerini ön planda tutan, onların bilgileriyle aydınlandığını her an beyan eden bir varlıkta kendini bulmaktadır.
Bilginin kaynaklığı hâricinde aydın kelîmesine sonradan "görgülü, ileri düşünceli, çağın gereksinmelerini benimseyen" vasıfları da eklenmiştir. Bu vasıflandırmaya göre, pek çok konuda derinlemesine bilgi sâhibi olan, ancak "çağın gereksinmelerini benimsemeyen" birisi aydın sayılmayacaktır. Mesela modernitenin dayattığı "çekirden aile"yi kabûl etmeyen, cep telefonu kullanmayı reddeden birisi -birçok bilim dalında bilgi sâhibi olsa da- aydın sayılmayacaktır. Zira tümdengelimci tanzimat kafası(*) "çağın gereksinmelerini" bilginin önüne koymuştur. Bu kafaya göre tek sesli ve modal müzik "çağdışı"dır, çok sesli müzik "çağdaş". Arapça ya da Farsça'dan Türkçe'ye geçmiş kelîmeleri kullanmak "gericilik"tir, batı dillerinden kelîmeler kullanmak "ilericilik".
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü üzere mefhumları tümdengelimle açıklamaya çalıştığımızda yanlışlıklar denizinde boğulmayı peşinen kabûl etmiş oluyoruz.

-----
Meraklısına notlar
(*) Tanzimat kafası, biçimi öze tercih eden, her kötülüğün kaynağını bizde, her "iyi"liğin kaynağını batıda kabûl eden bir cehl-i mikablık hâlidir ki en tiyatral hâlini R. N. Güntekin'in Çalıkuşu romanındaki maarif müdürü tarif etmektedir.
Cehl-i mikab konusunda "Cehalet" başlıklı yazımı okuyabilirsiniz.


Kaynaklar:
- TİETZE, Andreas, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı, Simurg Yayınları, 2002, İstanbul  Viyana. (1. ciltten sonraki ciltler yayınlanmamıştır)
- DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 15.b., 1998, Ankara.
- Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/



20 Haziran 2020 Cumartesi

Zaman bizden aldı bütün sırrını


Âsumanî atlasa bir ucundan safran dökdüğü saatlerde güneşin
İçimin binrenkli kağıdına gözlerimle çizerdim sûretleri eskiden..
oysa tebeşirle çizilmiş bir resim gibi sûretin ...
sûretin ki siyah üstüne beyaz hem
ve bilmemek zehriyle müzeyyen
ve hem
her ân silinmek ihtimâliyle yaralı..

Varılmaz menziller gibi olsa da bilmek
Seni bulmak ümîdi
Ve sensin zannıyla bakdım bütün yüzlere..
Yüzler şeklini kaybederken her dönemeçde eskiden
Şimdi her köşe başının yükü bir ihtimal bulmak..

İhtimâlin kapısı hep aralık olurdu eskiden
ve nârin bir el silerdi
“yasak” kelîmesini ân’ın lügâtinden...

Zaman bizden aldı bütün sırrını ..
Her nisan
ipek bohçalarda rüzgar bulurdum eskiden
Rüzgar ki ayandı
            yüzler gibi
Serindi...

Gelmeyeni beklemek ihtimâli tutuşturdu da
Şimdi Nemrut ateşiyle yanmakda nisan..
Sorma, bu aynı nisan mı diye
değil..

Demek zaman bizden aldı bütün sırrını...
Bilmezim şimdi.


20 Mayıs 2020 Çarşamba

Çıkılmamış yolların nihâyeti


O beni bekleyedursun tül yapraklarının düşmesinden korkarak, ben ona şiir yazmak için gece ülkesine sığındım. En uzununu, en öldürücüsünü, en güzelini, en aşk olanını hayatımın şiirini yazmak için bir gönüllü sürgüne çıktım. 
Ya o yok ya ben görmüyorum...

"Onsuzluk" makâmındayım çocuk. Perspektifsiz ortaçağ gravürleri gibi sathî, yersinia’lı zamanlar gibi hayatsız onsuzluk; “ölüme üç var” zamanlardayım. Ehemmiyetsizlik makamıdır vardığım, neye yarar erişmek..

Ne akkuşların kanadı ve ne demirden kuşlar almadı beni; götürmedi bilmenin yokluk diyârına. Seninle bir günü özlemek düşüncesinden başka müebbed hicrimi tatdırmadı hiçbir şey. Günlerce öteden nefesini hissetmek kadar hiçbir şey zehir ve panzehir olmadı ruhumun uçsuz bucaksız hummasına..

29 nisan 2006 günlerden cumartesi
Ve bugün bir macginitiea wyomingensis yaprağı gördüm çok milyon yıllık, bana senin hayalinle dantelli geleceği düşündürdü hudutsuz.. 

29 nisanı 30 nisana bağlayan gecenin sabaha karşı sıfır ikisi.
Bir ağacın kuytusuna saklanıp zifiri sessiz, seni gözledim usulca. Göremedim hâlâ badem çiçekleri var mıydı saçlarında...
Kalbimin bir ince yerinde bir hayırsız damar çatladı ve kan sızdı geceye..

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Temenniler - Üç


her gün
-ki o gün seni dünyaya hediye eden gündür-
bir adam şükredecek
bir bâdem çiçeği yüklü
ince dal'ı
dünyâya vâr etdiği için
şükredecek vâr oluşuna
her gün...

tebessüm
bin yılın meskûnu olarak
serin ve berrak gecelerin huzurunu
ve içimin siyahını yokeden bir tül rüzgârı verir
bu bâdem çiçeği müptelâsı
geç zamanların seyyahına
ve o tebessüm
her zaman zerresini
gönlünün pertavsızı ile devâsa kılar
da
bana
bin kerrat bin kerrat bin
çiçek
veyâ mâvi ışık
veyâ tüy gül yaprağı
mesâbesinde
güzel
ve nârin
ve râna
ve müstesnâ
ve lezîz
ve iyi
ve hoş
ve herne vâr ise lügâtında insanın iyiye dâir
hepsi
misilli
bir mutluluk ânı olarak zerkeder
ruhumun bin yıllık boşluklarına...

zaman, herşeyden azâde
toz pembe bir bâdem çiçeği yaprağı olur bu geç zaman seyyahına
uzun ve boş çöl yollarından sonra
bulduğu bâdemlik vahânın “sen” serinliğinde
içimi
bilinmezi bilinire çevirip
gül yaprağı vasfında
sen duygusu ile tahnit et..
"sen" zamanlarında ölümsüzlük adına
senin olayım
sen benim olmadığın kadar..

hadi

22 Nisan 2020 Çarşamba

Bir küçük beyaz martının serencâmı

Girizgâh
ölüdeniz girdaplarının yorgunu
bir geç vakitde denize pek uzak bir kurak vâdide bir küçük martı ile tesadüf etdi geceleyin.. incecik bir daldan damlayacak yağmur damlası gibi ürkekdi martıcık; öylece durdular.. martı, elbisesi tereddüdden bir dikkatle süzüyordu adamı..
kelâmdan başka herşey sükûndu gecenin içinde ve hayâllerden başka; ölüm ânına saklanan hayâllerden..
gece sükûndu.. zifiri sükûn..

***

yorgun yollar her gece o ıssız ve kurak vâdiyi kervansaray eyledi sessizce ve isteyerek ve merakla ve o küçük martıyı görmek umudu ile... martı her gece geldi o ıssız ve kurak vâdiye ve her geçen gün anladı ki bulunduğu daldan kopmakdan korkmuyordu..
ürkekdi martıcık hâlâ, yorgun adama güvenir gibi olsa da..
zamanla adam, martının beyazrengini de gördü gecenin içinde..
sükûn gecelerinin kısa süren serencâmı ve küçük beyaz martının serencamının hikâyesidir bu..

Cihet-i târif
Kalamış'ta akşamın gölgesi
Salacak'da kızkulesinin ışıkları,
Mısırçarşısı'nda safran,
Süleymaniye'de sükûn,
ve Sultanahmet'de hayat gibiydi beyaz martı..

Arz-ı hâl ü hakikat
adam, o vâdideki tereddüd ile bilinmezin hemhâl olduğu bir gece martıya bakıp geç geleceklerin senedi olsun diye demişdi ki:
"Orası bir şairin yalnız gezegenidir, orada sırça köşkler vardır, kolay incinen şeyler..
Beni kıran şeyler yapmayın.. yoksa çok acı çekiyorum o kırılmalardan
 beni "sıradanlık" kırar...
 beni "vefasızlık" kırar...
 beni "şüphe" kırar…
 bir gün uçabilirsiniz, gidebilirsiniz...
 beyaz bir martı olup
 ufukta kaybolabilir
engin denizlere açılıp
 gidebilirsiniz...
 hüzünle bakarım arkanızdan
 amma ses etmem
 ve bir gün
beyaz martıyı hiç göremeyebilirim havada
 içimde bir dal kırılır
 amma yine ses etmem
 kader derim
 mukadderat
 olması gerekendi derim
 olan
 oldu
 ve bir daha o beyaz martının kanat seslerini hiç
 duyamayabilirim
 ve dayanırım buna
 tahammül mülkü yanar amma
 yine de tahammül kalır
yeter ki içimdeki sırça sarayı bilerek yıkmayın...."

Firâke prelüd
“Geç-baharlar ve zamansız İstanbul hayâllerinden
yapılmış bir mâvi kağıda
varlığını resmetdiğinde
bal rengi bir sonbahar ikindisine tahvil olur
zaman
            alıp beni hükmüne..”
olacakdı İstanbul; siz İstanbul olduğunuzda ve ben İstanbul’da olduğumda ve bizim olduğunda İstanbul...
İstanbul Dersaatet'e tahvil olacakdı...
bin kerre bin kerre bin yağmur damlası ağırlığındaydı
İstabul’u Dersaadet yapmanın bedeli
taşıyamam dedi martıcık...
firkat başladı
ateşten bir kar yağışı ile..

Zamansız mektuplar
o ateşten kar altında mektuplar geldi...
kar zamanının vakanüvisi oldu adam ve kayıt düşdü
firkat mevsimine...
...

altı aralık
ilk mektubunu aldım bugün..
o yere gitmek hiç içinden gelmemiş
ne yazacağını da bilmiyormuş
"umarım iyisinizdir" diyordu..
değilim...

sekiz aralık
"merhaba umarım iyisinizdir"
demiş
haber vermek istemiş birşeyleri..

dokuz aralık
"her gün on defa posta yolu gözlüyorum" demiş..
başkaları da vardır posta yolu gözleyen on kerre on defa..

onbeş aralık
bugün mektup yok
ve bugüne kadar..

yirmidört aralık
bugün de mektup yok
ve bugüne kadar
amma bugün o martıyı gördüm
bir dalda dinleniyordu
birkaç dakikalığına
ve sonra âniden uçup kayboldu..

***

mektupsuz geçen günler... haftalar... ay oldu..
hiç dinmedi o kar..

dört şubat
bugün adamın doğum günü..
mektup var postadan
hatır soruyor; "biliyorum belki yine cevap vermeyeceksiniz
amma yinede yeni bir güne merhaba" diyor....

***
hiç dinmedi kar..
İstanbul Dersaadet olmasa da...

8 Nisan 2020 Çarşamba

Temenniler - İki

RÛY-I ZEMÎN
Gelse artık... Yollar kısalsa, zaman aksa ve o gelince dursa yeniden...
Tüm bilinmezler bala bulansa ve yalnızın panzehiri olarak içimin arastasına demir atsa...
Gönül köşkümün başodasına kurulsa ve hiç konuşmadan baksa; âcizi eritene kadar; rûy-ı zemîn deseler bana...
Şart kipini hikâye zamanına tahvil etse...
Geldi diyemese de lâl olan dilim, gönül kuşum fısıldasa her zerreme "geldi" muştusunu...
Ve "gel" dese bana hiç konuşmadan; gel...
Gitsem...
varsam...
yok olsam...

***

AHVALİM
Sen düşüncesi ısıttığı için ruhumu su alan ayakkabılarla yürüdüm kış günü sana giden yolları, üşümeden. Öyle bir şeydin sen, aslında çok şeydin ve hatta herşeydin..
Bütün yollarım sana gidiyordu ve sana erişmek düşüncesi mihmandarım oluyordu meçhul yollarda. Zamanımın ve ruhumun boşlukları seninle doluyordu ve bu tamamlanış ıhlamur kokulu bal hazzı veriyordu cismime.
Tam oluyordum seninle ve tamamsız idim sensiz.
Alıcı kuşlar gibi dönüp duruyordum sen düşüncesinin sonsuz çaplı dâiresinde; gözlerim hep seni arıyordu o mahrem mekanlarda. Ve kan kokusu değil ilkyaz gözlerinden sızan ihtimal pınarının damlalarıydı içimdeki canavarı uyandıran.
Öleceğim sanıyordum umudun köşebaşında seni bulamayınca... En dar tabut oluyordu yokluğun ve zerrelerim dağılıyordu dört bir yana.
Öyle birşeydin işte.
Aslında çok şeydin .
Ve hatta herşeydin...

Kebapçı Hacı Halit - Diyarbakır

  Diyarbakır Ulu Camiini ziyaretim esnasında acıkınca, etraftaki birkaç esnafa yemek yiyebileceğim iyi bir esnaf lokantası sordum ve hepsind...