Kayıtlar

Kat-ı Zeban

 Hadi, çocukluğunun bakkal dükkanında farzet kendini. Nemli bisküvi kokusunu hisset.  Sonra kopya kalemiyle semaya çizilmiş devâsa resimler girsin rüyana.  Akşam üstü oyunlarını terketmenin zorluğu sarsın içini. Bir yanda seni tatlı bir ökse gibi çeken oyun diğer yanda seni gerçeğe çağıran ses. Oyun arkadaşlarının kurnazlıkları, çocukça hesapları, benmerkezci hasetleri...  Ve sen kendini anlatamayan çocuk. Yok, hayır.. çocukluğunun bakkal dükkanlarından çık ve seni evinden uzak bir gurbete götüren o şehirlerarası otobüsün mazot kokulu iklimine sığın. Yok artık o bakkal dükkanları. Sararmaya yüz tutmuş başakların arasında çocukluğa baş kaldıran koşuşturmalar da. O başakların boy verdiği tarlalar otların istilâsına uğramış, o tarlaların olduğu köy ışığı sönen bir lamba gibi şimdi. Sonra ikindi vaktinin sersemletici ikliminde gezilen havuz başları da. Mâviden yeşile kayan ummanlar da. Şimdi ikindiler siyah-beyaz işlere hasredilmiş hâlde ve ummanların hayâli dahi fersah fersah ötelerde...

Sîretler ve Sûretler - Mut Emici

 Hani bir çocuk filminde "ruh emici"ler vardı. Kendi ruhları olmadığı için yakaladığı insanların ruhunu emiyorlardı. İşte mut emiciler de başkalarının mutluluğunu emerek mutsuzluklarını gidermeye çalışırlar; zira kendilerinde mutlu olabilecekleri hiç birşeyleri yoktur. Mut emici, mutlu insan görmeye dayanamaz; zira kendisi hiç mutlu olmamıştır. Bunun için çeşitli yollarla mutlu insanların mutluluklarını yıkmaya, yok etmeye çalışır. Mutlu insanların sâhip olduklarını küçümser, kulp takmaya çalışır, kötüler, gerekirse iftira atmakdan dahi çekinmez. Yeter ki mutlu olan mutluluğunu kaybetsin. Asla sâhip olamadığı mutluluğun yokluğu ruhunu zifiri karartmış, yüreğini garez gömüğünün bataklığı hâline getirmiş velhâsıl iç dünyası çirkinliğin zifti ile kaplamıştır. Dahası sîretinin çirkinliği sûretine de vurmuştur. Bu sebeple sûreten güzel olanlara dayanamaz. Mut emici çirkindir.  Sûreten güzel olmadığından kendisini soyut niteliklerle vasıflandırarak egosunu tatmin etmeye çalışır. Bu

ADOY'dan İzlenimler - 1) ADOY Gezegeni'ne nasıl gittim

 Şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım seneler önce "astral seyahat" diye birşeyden bahsetmişti. Arkadaşım, kendisini tâbi tuttuğu belli bir eğitimle bu kâbiliyeti kazandığını, artık istediği zaman bir nevi trans hâline geçerek astral seyahate çıkabildiğini, böylece istediği yere gidebildiğini söylemişti. Başta oldukça tuhaf hatta saçma gelen bu fikir, zihnimin geri plânını hep meşgul etti. Okumaya araştırmaya başladım. Bu arada, ilginç bir kitap okudum. 1949 Almanya doğumlu Michaela isimli bir genç kız, babasının işi gereği geldiği Türkiye'de bir Türk'e âşık olup evlenir ve müslüman olur. İsmi de  Michaela Mihriban Özelsel olur. Daha sonra, özel hayatındaki hâdiselerden kaynaklı bâzı hissî sıkıntıları sebebiyle halvete girmeye karar verir, çeşitli teşebbüslerden sonra buna muvaffak da olur. İstanbul'da bir evde yaşadığı 40 günlük "hâlveti"nden yola çıkarak kaleme aldığı " Halvette 40 gün - Psikolog Dervişenin Halvet Günlüğü ve Bilimsel Çözümlemesi &q

İstanbul hâlâ Dersaadet mi?

Resim
Dün akşam "yayla çalınan tanburla" (*) icra edilen müzik dinlemek istedim. Âdet olduğu üzere, bir video paylaşma sisteminde arama yaptığımda karşıma 19.04.2016 tarihli " Sadun Aksüt | Bir Üstad Bir Saz: Yaylı Tanbur " adlı bir yayın çıktı. Üstad Sâdun Aksüt'ün anlattıklarını dinlemeye başladım. Üstad, felâket derekesindeki trafiği sebebiyle artık İstanbul'da araba kullanamadığını söyledikten sonra, İstanbul'a dâir bir şiirini okudu. 2004'te yazılmış şiirinde Aksüt şöyle diyordu: Bu şehir Artık benim bildiğim İstanbul değil. Ne Kalamış'dan huzur alınır Ne Marmara'nın koynuna girilir Geçmişdeki hoş geceler Körfez'deki dalgın sularda kaldı Baksak da göremeyiz Sahilleri kirlilik aldı. Bunu dinlerken aklıma Necip Fâzıl Kısakürek'in "Canım İstanbul" şiiri geldi. Sultan'üş şuara  (**) "Canım İstanbul" şiirinde, Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. dedikten sonra Ana gibi yar

Sîretler ve Sûretler - "Kaave" Bıçkını

  Bu tip, "kahvehâne" veya -genel kullanım olarak kısaltılmış şekliyle- "kahve" demek yerine çoğunlukla böyle telaffuz eder bu kelîmeyi; başka hususlarda yaptığı yanlışlar gibi. Bir sahne canlandırın hayalinizde: Bir kahvehânede pişbirik oynayan dört kişi. İskambil kağıtları dağıtılır, masadakilerden birisi elindeki dört kağıttan birisin ayırarak masanın üstüne kapalı olarak bırakır. Bunu yaparken de "Aha bunu ayırıyorum" der çok bilmiş bir edâ ve sîretine yapışık bir kibir ile. Eğer o elde  ezkazâ o kağıdın değer olarak aynısı atılır ise yere, yere kağıt ayıran kişi, -kağıdı masaya vururken çok ses çıksın diye- orta parmağını hafifçe sivrilterek vurduğu yumruk eşliğinde ayırdığı kağıdı  "Ben demiştim " diyerek atar. Bunu yaparken, kendince büyük bir is yapmış olmanın, ne kadar usta olduğunun, ne kadar bilge olduğunun işareti yüzüne yayılan müstekreh bir sırıtmada kendini ele verir. Peki ya ayırdığı kağıdın eş değeri atılmaz ise o elde? Bizim bıç

Sîretler ve Sûretler

Beşir AYVAZOĞLU'nun bir kitabının adı "Sîretler ve Sûretler". Kitapta muhtelif şahıslar anlatılmış; sâdece sûretiyle değil sîretiyle. Kubbealtı Lugatinde , sîret  ( ﺳﻴﺮﺕ ) için  " Bir kimsenin ahlâkı, seciyesi, karakteri, dışa akseden davranışı. Karşıtı: SÛRET "  açıklaması; sûret için ( ﺻﻮﺭﺕ ) " Gözün ilk bakışta gördüğü şey, dış görünüş, şekil, biçim .", " Yüz, çehre, surat. " ve  " Bir varlığın dıştan görünen, beş duyu ile bilinen yönü. " açıklaması yapılıyor. Her insan sûretiyle ve sîretiyle ayrı birer dünya olsa da, İbn-i Haldun'un Mukaddime'sinde belirtdiği üzere insanın yaşadığı yerin insan davranışları üzerinde etkileri olduğu da bir gerçektir. Ayrıca, taklid edici özelliği de dikkate alınınca insanları belirli sîret kalıplarında ele almak mümkün hâle gelir.  İnsanlar, bir yandan hayatlarını idâme ettirmek için çabalarken bir yandan da diğer insanları -az ya da çok- gözler, belli çıkarımlar yapar ve hatta belli insan

Hacı Şükrü - Konya

Resim
Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi Sanat Târihi bölümün bir hocası anlatmıştı: Alanya Kalesi kazısı için üç hoca Alanya'ya giderken, Konya'da Hacı Şükrü lokantasına uğrarlar. Anlatan hoca, 100 gram kebap istediğini söyler, diğer iki hocanın itirazı ile 150 grama çıkarır siparişini. Diğer iki hocanın birisinin 900 gram, diğerinin ise 1.100 gram kebap yediğini söyleyince hoca, "demek ki sanat târihçisi olmanın şartı iyi ve çok et yemekmiş" demiştim. 1855-1949 yılları arasında Konya'da yaşayan ve lokantaya ismini veren Hacı Şükrü Çeşmeci 1907 yılında Konya'da küçük bir binada fırın kebabı ve poğaçası ile hizmet vermeye başlamış. Hacı Şükrü  1949 yılında vefat edince hem damadı hem de yeğeni Hacı Ali Şengönül dükkanın başına geçerek işletmeyi devralmış. Hacı Ali Şengönül 53 yıl bu mesleği sürdürmüş.  Şu an 4. kuşak Şengönülller işi sürdürüyorlar. Evet, iyi et iyi kebap yenilen bir yerdir Hacı Şükrü lokantası.  Tandır kebap diyenler varsa da, etlerin uzun süre fırınd

Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi...

 Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi. Böyle demiş Halil Cibran. Ne kadar da doğru. Çok tâze bir yaprak dökümü vesîlesiyle bu sözün doğruluğu bir defa daha tebeyyün etti. Otuzbeş yaşı "yolun yarısı" olarak belirtip kırkaltı yaşında terk-i diyar eden şâirin dediği gibi; Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. Hayatının ortalarında tanımıştım onu. Aynı Bakanlıkta çalışıyorduk. Ortak bir zevkimizin olduğu söylenince tanışmıştık. Bu tanışıklığımız hep sürdü. İlâhiyat fakültesinden terk idi. Arapça ve Farsça öğrenmenin zorluğundan bıraktığını söylerdi mektebi; bir yandan da Arapça öğrenmeye çalışarak. Bâzı Arapça kelîmelerin etimolojisinden, sözlük mânâlarından bahsetse de hiç öğrenemedi Arapça'yı. Dine karşı alâkası nev-i şahsına münhasır idi. İslâma ne bir oryantalist gibi, ne de alelâde bir müslüman gibi bakardı; İslâm konusunda verilen hükümlere skeptik bir yaklaşımı vardı. Hep bir kitap yazmak istedi. Yazamadı. Hiç para-pul derdinde ve pe

Vazgeçmeye senfoni

Yak artık gemilerini. Bırak herşey burada kalsın, şu zamanda. Geçmiş zamanları ve o zamanların hüküm sürdüğü mekânları özleme. Bütün sonralar kahrolsun, yalnız şu an önemli de ya da carpe diem . Çöz artık gönül kuşunu. Bırak gitsin... Olmadı işte, olamadı. Şâir " Sende, ben, imkansızlığı seviyorum " demiş ya, sen de böyle söyle ve bunu tembihle kalbine. Hayır, imkânsızlığı da sevme, olurları çağır uzaklardan. Hep öğüt verirler ya, dinle onları. Tutması zor olsa da dinle. Sonra gönül sürgününü bitir ve sıradanlığın hüküm sürdüğü zamanlara gel amma zinhar giyme o libası. Dönüp bakma ardına. Kırılsın, dökülsün, yansın, bitsin. Unut olmazları. Parmak uçlarındaki ağrının ilacı olmadı mı yıllar! Zaman silmedi mi ruhundaki izleri! Şimdi kendi taburcu raporunu yaz yıllardır beklemekten gevremiş o saman kağıda... Amma çocuk, gönlündeki çıbandan kork yalnızca ve onu kor demirle dağla ki şirpençe olmasın. Sükuttan başka dostunun olmadığı beyan olunduğunda kalbine " Şîrler pençe-i k

Opus 1/C

 Pembe, eflâtun ve mor renkli sislerle yer yer silinmiş Dersaadet hayâlleri üşüştü gecenin bir vakti içime. Ve birden nîce âhu gözlü güzellerin nazârına mazhar olmuş ıhlamurların kokusunu hissettim sanki... Hepsinin ortasında nâzenin bir el ve hezar-his ve âteşin gözler vardı; yine içimi ısıtan... Sonra söylenmemiş ve belki de hiç söylenemeyecek sözler döküldü bir avuç kor gibi rûhuma. Sustum ve sustu, yıllar evvel olduğu gibi. Kafamdaki isfithamlar bir derece daha ziyade oldu. Sezai Karakoç'un dediği gibi "ya ben bulutları anlamıyorum ya bulutlar benden bir şey bekler"... Belki de fazlaca korkağım ya da fazlaca cesur.. Belki de fazlaca şüpheciyim ya da fazlaca vurdumduymaz... Belki de yanılmaların batağındayım ya da fazlaca anlamaz... Kafamda binbir soru... Yıllar yıllar önce yazdığım bir şiirimde demişdim ki "Menâif-i âmme için bana kat-ı zeban gerekdir." Susmalı mıyım ya da daha çok mu konuşmalıyım... Ben kimim, neredeyim, nereye varmak istiyorum... Yeni şii

Zaman yolculuğu

Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı... Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır... İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara... Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara... Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde. Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine. Sonra haylazlıklarınız ... Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler. Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar. Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler... Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da. Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada. Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz                          de

Yaşanmamış

 Şehrin pisliğinden koruyan ayakkaplarımı ve çoraplarımı çıkararak toprağın nemini ve serinliğini, çakılların ben buradayım diyen sivriliğini hissederek yalınayak yürüsem. Ve ayaklarım, ondan gelip ona gideceğimizin künhüne ermiş olarak toprakla hem-hâl olsa. Ellerimin değdiği toprağın temizliğine iman etse nefsim. Bir ağaç gölgesinin serinliğinde erse içim huzura. Araba gürültülerinin, klâkson bağırtılarının, egzos zehrinin yerini ağustosböcekleri ve kuşların sesleri alsa. Mâvi asumanın mor toprakla vuslata erdiği uzaklara kadar serâser gözümün önünde olsa tabiat. Sonra yere sereserpe uzandığımda, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi hiç konuşmadan otlarla sohbet divânı kursam; ufalsam ufalsam ve o otların arasındaki muhayyel bir âlemde seyahat ederken uyku ikliminin teslim alan yağmurlarında yıkansam. Dalların arasından sızan güneş ışıklarının gözkapaklarımda hâsıl etdiği allıkta hayal deryasına dalsam. Hafiflediğimin, uçabildiğimin, ışığa tahvil olduğumun düşünü seyreylesem. Bedenimde sük

Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı

Resim
Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm. Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı. Alın sanal ortamları, anlık haberleşme programlarını... her an her yerde her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her anımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyor.  Ama gerçekl

Opus 1/B

 Bilinmezlerimle son akşam yemeğinde içimin kuytusundaydım; alacakaranlıkta. Biliyordum kimin ihanet edeceğini vefaya. İnanmayan kimdi âyandı. Ekmek ve şarap yerine sükut ve teslimiyet vardı ve mukadderi bilerek sustuk. Sonra kuşlar vardı, zifiri siyaha kesmiş alıcı kuşlar... Gölgesi olmayan boşluk gibiydiler. Bir sızı vardı derinlerde, nefessiz kalmış çığlık gibi pürtelaş. Göğüs kafesini zorlayan bir sızı. Zaman bin yılın yolcusu olarak geçiyordu kapıdan, ayak seslerinden bildim; çağırıyordu... Sonra renkler soluyordu külrengi bir hastalığın pençesinde ve hep birlikte yükseliyordu ateşimiz. İçimdeki seslerin uyku zamanıydı vardığım yer. Batıyordum kâinatın mekansızlığına ve yok oluyordum... Renkler... sesler... hepsi uykuya varmıştı. Yok olmuştum. Yok... (Opus 1/B'nin sonu)

Opus 1/A

 Eli gitmekle kalmak arasında, tereddüt ve yasak arasında titriyordu. Ona doğru gitmeyi istediğinde kulaklarında bir tufanın seli uğulduyordu. Göğüs kafesi kalbine dar geliyor, ilkbahar tayları bin tarafa seğirtiyorlardı.  Derken bâdem çiçekleri yağıyordu bulutlardan ve zemin pembeye kesiyordu boydan boya. Aşkın erken hâline yakalanmıştı ve ilacını bilmiyordu.  Tıpkı nedenleri ve niçinleri bilmediği gibi. Yasağın hükümdarlığında kalmak kararı aldığında ilkkışın yağmuru boşanıyordu içine, ayakları ıslak, elleri buz gibi bir saçak dibi öksüzü oluyordu. İçinin uçsuz bucaksız steplerinde korunaksız ve çâresiz bir av gibi şaşkın oluyordu. Yolları ve yönleri bilmiyordu. Gün tutuluyordu ve içinde renksiz alaim-i semalar kuruluyordu bir yerden bir yere. Velhâsıl karnında bir burgaç,  ağzında demir tadı,  iskeletini ayakta tutan kasları işi yavaşlatma eylemine hazırlık hâlindeydi. Hücreleri toza dönüşmeden varmak mümkün müydü, yoksa çaresizliğinin girdabına kendini bırakarak kalıp susmalı ve un

Sana şiirler yazarken öleceğim

    yeni şiirler yazılacak senin için    içinde her renk ve her iklim ve her saat olacak    ve ben olacağım içinde erguvan çiçekleri ile bezenmiş    seni sâfi çiçek mevsimi yapmak için    hiç bitmeyecek hezar-i hezar bir fasl-ı bahar    sana zamanlar vereceğim,   dakikaları olmayan    her şiir, zamanı sana bir daha bahşedecek    uzak yıldızlar kadar efsunkâr olacak her renk sende    kan rengini bana ver diyecek bu adam sâdece                         ve ölüm rengini    sende kalsın bütün mâviler    bana siyaha dönecek kan rengini ver diyecek..   sana hayat getirecek şiirler yazacağım    ve senden hayata dâir hiçbirşey istemeyeceğim    hayâller yetecek, kimbilir...    senin mâviye boyadığın erguvanlar    ve istanbul zamanları olan hayâller    parmak ucunla dokunduğunda    içimde ılık karlar yağacak    volkanlarım kan akıtacak yavaşça    herşey rengini kaybederken    son şiirimi yazacağım mecâlsiz    karanlıklar örtecek herşeyi benden yan

Af için sözler

Bir karınca ordusu gibi gelen       ve bir akıncı gibi giden, kaçan ölümcesine birden -h â yır ben bir yalancıyım- gene bir karınca gibi giden, kopan Gelme demediğim ve gitme diyemediğim     -esbâb-ı mûcibesi meçhûl- Sükûn ve celâlle tereddüdü yaşatan     -ki önceden de tanırdım- Sığındığım ve kızdığım ve bildiğim ve bilemediğim Olur ve olmazların meydana gelmeye korktuğu ey kısacası sebeb-i tereddüdüm ve dost-u bîteklifim Tuz ve ekmek hakkından başka Limon ve ıhlamur hakkı dahi aramızda bulunan Dostum ve yoldaşım -çün, pek uzak ve pek kısa yollara birlikte gittiğimiz- Yanlış zamanda ve yanlış mekânda tanıdığım Beraber güldüğüm ehl-i dilim Dağlar ve ovalar ardındaki dost kerre dost Anlıyor ve biliyoruz Öyle değil mi? Yaşanmış üç beş buruk zam â nı Geçmiş bir zamandan  ve bir boşluktan yaşanmamışlıktan daha başka bir isimle anacağız      değil mi? Henüz bilinmeyen ve kadîm zamanlardan beri hiç bilinmemiş bir isimle Bir sıcaklık olara

Aydın, münevver, entelektüel

Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün siyaset bilimi yüksek lisans programındaki hocalarımdan Kadir Cangızbay basmakalıp "hoca"lardan oldukça farklıydı. Deneysel Amerikan sosyoloji ekolüne şiddetle karşıydı. Her bir cümlesi birer paragraf tutan ilginç makaleleri vardı. Bunlardan birisi de "aydın" hakkındaydı. Bu konuda bir iki kelâm etmek istedim. Günümüzde; aydın, entelektüel, münevver aynı anlamda kullanılan kelîmeler. Bir farkla: Kendisini, -muhafazakâr zıddı olarak- ilerici sayanlar "aydın"ı, özenti batıcılar "entelektüel"i, -pekçoğunun muhafazakârlığın ne olduğunu bilmediği- muhafazakârlar ise "münevver"i tercih ediyorlar. Kendini "konumlandırdığı" yere göre -yâni tümdengelimci bir anlayışla- fikir sâhibi olmayı ve  kelîme seçmeyi sevenlerden başka ne beklenebilir ki... Peki bu üç kelîme -aslında mefhum- birebir aynı durumu mu anlatıyor, aralarında fark var mı diye hiç düşündünüz mü? Öncelikle Nişanya

Zaman bizden aldı bütün sırrını

Âsumanî atlasa bir ucundan safran dökdüğü saatlerde güneşin İçimin binrenkli kağıdına gözlerimle çizerdim sûretleri eskiden.. oysa tebeşirle çizilmiş bir resim gibi sûretin ... sûretin ki siyah üstüne beyaz hem ve bilmemek zehriyle müzeyyen ve hem her ân silinmek ihtimâliyle yaralı.. Varılmaz menziller gibi olsa da bilmek Seni bulmak ümîdi Ve sensin zannıyla bakdım bütün yüzlere.. Yüzler şeklini kaybederken her dönemeçde eskiden Şimdi her köşe başının yükü bir ihtimal bulmak.. İhtimâlin kapısı hep aralık olurdu eskiden ve nârin bir el silerdi “yasak” kelîmesini ân’ın lügâtinden... Zaman bizden aldı bütün sırrını .. Her nisan ipek bohçalarda rüzgar bulurdum eskiden Rüzgar ki ayandı             yüzler gibi Serindi... Gelmeyeni beklemek ihtimâli tutuşturdu da Şimdi Nemrut ateşiyle yanmakda nisan.. Sorma, bu aynı nisan mı diye değil.. Demek zaman bizden aldı bütün sırrını... Bilmezim şimdi.

Çıkılmamış yolların nihâyeti

O beni bekleyedursun tül yapraklarının düşmesinden korkarak, ben ona şiir yazmak için gece ülkesine sığındım. En uzununu, en öldürücüsünü, en güzelini, en aşk olanını hayatımın şiirini yazmak için bir gönüllü sürgüne çıktım.  Ya o yok ya ben görmüyorum... "Onsuzluk" makâmındayım çocuk. Perspektifsiz ortaçağ gravürleri gibi sathî, yersinia’lı zamanlar gibi hayatsız onsuzluk; “ölüme üç var” zamanlardayım. Ehemmiyetsizlik makamıdır vardığım, neye yarar erişmek.. Ne akkuşların kanadı ve ne demirden kuşlar almadı beni; götürmedi bilmenin yokluk diyârına. Seninle bir günü özlemek düşüncesinden başka müebbed hicrimi tatdırmadı hiçbir şey. Günlerce öteden nefesini hissetmek kadar hiçbir şey zehir ve panzehir olmadı ruhumun uçsuz bucaksız hummasına.. 29 nisan 2006 günlerden cumartesi Ve bugün bir macginitiea wyomingensis yaprağı gördüm çok milyon yıllık, bana senin hayalinle dantelli geleceği düşündürdü hudutsuz..  29 nisanı 30 nisana bağlayan gecenin sabah

Temenniler - Üç

her gün -ki o gün seni dünyaya hediye eden gündür- bir adam şükredecek bir bâdem çiçeği yüklü ince dal'ı dünyâya vâr etdiği için şükredecek vâr oluşuna her gün... tebessüm bin yılın meskûnu olarak serin ve berrak gecelerin huzurunu ve içimin siyahını yokeden bir tül rüzgârı verir bu bâdem çiçeği müptelâsı geç zamanların seyyahına ve o tebessüm her zaman zerresini gönlünün pertavsızı ile devâsa kılar da bana bin kerrat bin kerrat bin çiçek veyâ mâvi ışık veyâ tüy gül yaprağı mesâbesinde güzel ve nârin ve râna ve müstesnâ ve lezîz ve iyi ve hoş ve herne vâr ise lügâtında insanın iyiye dâir hepsi misilli bir mutluluk ânı olarak zerkeder ruhumun bin yıllık boşluklarına... zaman, herşeyden azâde toz pembe bir bâdem çiçeği yaprağı olur bu geç zaman seyyahına uzun ve boş çöl yollarından sonra bulduğu bâdemlik vahânın “sen” serinliğinde içimi bilinmezi bilinire çevirip gül yaprağı vasfında sen duygu

Bir küçük beyaz martının serencâmı

Girizgâh ölüdeniz girdaplarının yorgunu bir geç vakitde denize pek uzak bir kurak vâdide bir küçük martı ile tesadüf etdi geceleyin.. incecik bir daldan damlayacak yağmur damlası gibi ürkekdi martıcık; öylece durdular.. martı, elbisesi tereddüdden bir dikkatle süzüyordu adamı.. kelâmdan başka herşey sükûndu gecenin içinde ve hayâllerden başka; ölüm ânına saklanan hayâllerden.. gece sükûndu.. zifiri sükûn.. *** yorgun yollar her gece o ıssız ve kurak vâdiyi kervansaray eyledi sessizce ve isteyerek ve merakla ve o küçük martıyı görmek umudu ile... martı her gece geldi o ıssız ve kurak vâdiye ve her geçen gün anladı ki bulunduğu daldan kopmakdan korkmuyordu.. ürkekdi martıcık hâlâ, yorgun adama güvenir gibi olsa da.. zamanla adam, martının beyazrengini de gördü gecenin içinde.. sükûn gecelerinin kısa süren serencâmı ve küçük beyaz martının serencamının hikâyesidir bu.. Cihet-i târif Kalamış'ta akşamın gölgesi Salacak'da kızkulesinin ışıkları, Mısırçarşısı'nda s

Temenniler - İki

RÛY-I ZEMÎN Gelse artık... Yollar kısalsa, zaman aksa ve o gelince dursa yeniden... Tüm bilinmezler bala bulansa ve yalnızın panzehiri olarak içimin arastasına demir atsa... Gönül köşkümün başodasına kurulsa ve hiç konuşmadan baksa; âcizi eritene kadar; rûy-ı zemîn deseler bana... Şart kipini hikâye zamanına tahvil etse... Geldi diyemese de lâl olan dilim, gönül kuşum fısıldasa her zerreme "geldi" muştusunu... Ve "gel" dese bana hiç konuşmadan; gel... Gitsem... varsam... yok olsam... *** AHVALİM Sen düşüncesi ısıttığı için ruhumu su alan ayakkabılarla yürüdüm kış günü sana giden yolları, üşümeden. Öyle bir şeydin sen, aslında çok şeydin ve hatta herşeydin.. Bütün yollarım sana gidiyordu ve sana erişmek düşüncesi mihmandarım oluyordu meçhul yollarda. Zamanımın ve ruhumun boşlukları seninle doluyordu ve bu tamamlanış ıhlamur kokulu bal hazzı veriyordu cismime. Tam oluyordum seninle ve tamamsız idim sensiz. Alıcı kuşlar gibi dönüp duruyordum sen dü

Şiir okumaya dâir

Bir yaz gecesi, saat geceyarısını çoktan geçmişti. Mendelssohn'un keman konçertosunu dinlemek istedim.(*) Gecenin zifiri sessizliği kemanın sesi ile dolmuştu. Bir koltuğa oturdum. Başımı çevirmeden arkamdaki kitaplığın şiir rafından rastgele bir kitap aldım. İsmet Özel'in Erbain isimli şiir kitabıydı. Kitabı araladım, Amentü isimli şiir çıktı karşıma, okumaya başladım. "İnsan eşref-i mahlûkattır derdi babam bu sözün sözler içinde bir yeri vardı ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman bu söz asıl anlamını kavradı" O da ne? Daha önce de defalarca okuduğum bu sözlerin birden "asıl anlamını" kavramıştım! "damar kesildi, kandır akacak ama kan kesilince damardan sıcak sımsıcak kelimeler boşandı" Satırlarını okurken birden damarlarımdan kelîmeler boşandı. "Dilce susup bedence konuşulan bir çağda biliyorum kolay anlaşılmayacak" diyordu şâir ve bu satırlarını okuduğumda pek çok şeyi kolayca anlamı

Poetika

"Politika yazacakken yanlışlıkla poetika yazmışlar" diye düşünüyorsanız, bu yazıyı okumak için vaktinizi harcamayın. Evet, şiir hakkında konuşmaya geldi sıra. "Şiir nedir?" sorusu pek kadim bir sorudur ve cevabı da bir o kadar muhtelif. Bu cevaplar içinde en ilginci Necip Fâzıl Kısakürek'in şu sözü olsa gerektir: " Arı bal yapar fakat balı izah edemez. " Bir şair şiir yazar ama şiir nedir sorusuna cevap veremeyebilir; sanatçı ile eleştirmen farkı gibi. Eleştirmen sanatı bilir ama sanatçı değildir. Dilâver Cebeci ise " Şiir izâh edilmemeli, ona sâdece yaklaşılmalıdır ." diyor. Hülasa, bu soruya bir çok cevap verilebileceğini biliyorum; kişinin durduğu yere, hissedişine, kabûllerine ve daha birçok kritere göre şiire yüklenen mânâ değişecektir. Ben de kendi kabûllerime göre şiire bir mânâ yükleyeceğim elbette. Çok uzun girizgâhlara, zemin hazırlamalara gerek duymadan; "ama"ların, "lâkin"lerin, "fakat"ların batak

"Yanılgı"lar - Efendi

Bilebildiğim kadarıyla otuz kırk yıldan beri "efendi" kelîmesi bir sıradanlaştırma, basitleştirme sıfatı olarak kullanılmaktadır. Gerçekten, önemli erkek şahıslar için "bey" sıfatı kullanılırken, önemsiz erkek şahıslar için efendi sıfatı tercih ediliyor. Nitekim Devlet dâirlerinde memurlar için bey, müsdahdemler için efendi hitabı kullanılmaktadır. Zaman zaman da "efendi" sıfatı tahfif maksatlı kullanılıyor ve böylece bu şekilde hitap edilen şahıs aşağılanmış oluyor. Hatta  efendi kelîmesinin kökünü bilen -veyâ bilmesi gereken- muhafazakâr kalemlerin dahi efendi sıfatını tahfif amaçlı olarak kulandıkları görülmektedir. Peki efendi sıfatı ikinci derecede önemli veya önemsiz şahıslar için mi kullanılmalıdır? Kim beydir kim efendi? Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da "toplumsal cehaletimiz" sırıtmaktadır. Türkçe etimoloji lügâtında efendi kelîmesinin orta Yunancadaki "avtentis"ten geldiği ve "Şahıs isminden veya meslek un

Gözlerde yağmur bulutları olmalı

Sabah işe gitmek için servisin geliş saatini beklerken, birkaç dakika vakit geçirmek için televizyonu açtım. Bundan 40 yıl öncesini konu alan bir dizi film vardı. Üç çocuk babası, emekli bir adam, kanepede uyanınca, kendisine dargın olduğu hâlde, hasta olduğu için gece boyunca başında bekleyen karısını görür yanında. Ona sevgiyle, sitayişle ve mahçup şöyle der: "Sen geldin ya, sen varsın ya çok daha iyiyim. Sen olmayınca ne evin ne de bizim düzenimiz kalmamıştı." Bunları dinleyip seyrederken gözlerimde yağmur bulutları gezdiğini farkettim. Bir şeyi daha farkettim: Öylesine ruhsuz, öylesine hissiz, öylesine maddiyatçı bir hâle gelmişiz ki, şu iki hissî, samimi söz gözlerimizi dolduruyor. Biz ne zaman bu duruma düştük? Nasıl olup da değerlerimizi önemsiz saydık, yok farzettik, unuttuk.. Merhamet, sevgi, saygı, yardım, iyilik, nezaket, nezahet, irfan ne zaman el oldular bize... Kuş evleri yapan bir anlayıştan hayvanları insanlık dışı bir şekilde işkenceyle öldürüp bunun görünt

Eski Ankara

Resim
Güncelleme: 31.05.2024 Târihi oldukça eskilere kadar giden Ankara konusunda yazılanlara ve söylenilenlere bakıldığında kafanız karışır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara'ya gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ankara için "Bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiçbir farkı olmayan bu şehir" ve " Bu cansız, soluk ve kirli tabiat" demektedir. Geneli için bu benzetmeleri yaptıktan sonra Karaosmanoğlu şehrin sokakları için: " suyu çekilmiş bir sel yatağı gibi kuru ve ıssız duran "; binalarının duvarları için "insana her dakika fukaralığı, sefaleti, aczi söyleyen, kâh bir uyuz deve sırtı insanın üstüne yürür gibi olan; kâh, taş kesilmiş bir kâbus gibi kafaya, en ağır, en feci, en sıkıntılı rüyaları yığan çamurdan perde"  ve Ankaralılar için de "bu kerpiç duvarlar arasında bir örümcek gibi yaşayanlar" benzetmesinde bulunmaktadır. 1882 târihli Ankara Salnâmesi'nde 38 armut cinsi yetiştiği bilgisine yer verilen; İmrahor Çayı, Ha