1 Mayıs 2019 Çarşamba

Farkında olmadıklarımız

Kale eteklerinde kurulmuş olan târihî ya da eski Ankara'yı merak edip Samanpazarı'ndan Kale'ye çıktınız mı hiç? Eğer etrafınıza dikkatle bakarak, baktığınızı görerek çıkarsanız bu yolu, sanki onyıllarca hatta yüz yıllarca geriye gidersiniz birden.
Koyunpazarı sokaktan yukarı doğru çıkarken yol ikiye ayrılır ve sağdaki yol sizi Ahi Şerafettin -ya da çok bilinen adıyla Aslanhâne- Camiine doğru götürürken, soldaki yol Pirinç Han, Çengel Han güzergahıyla sizi Atmeydanı'na götürür.

Eski Ankara evleri

Bu yolların üzerindeki evler, dar pancereleri, çıkma ve cumbaları, harikulâde ahşap ve demir işlemeleri, monotonluğa inat yapıları ile içinizi ısıtarak "ev"in ne olduğunu size anlatırken dükkanlar da sattıkları eşya ile zaman yolculuğuna katkı yaparlar. Rengâreng boncuklar, ipler, çeşitli tarım âletleri, taşlar, tesbihler, yatak yünü gibi şimdilerde pek rastlanmayan bu eşya gözünüzün yanında ruhunuzu da okşar.

Gözü ve ruhu okşayan renkler ve nesneler

Kaçımız bu zaman yolculuğuna çıkmıştır kimbilir.. Bildiğim, etrafımızdaki pek çok şeyin farkında olmadan geçip gidiyor zaman. Mesela bahar çiçeklerini kaçımız farkettik, kaçımız dalında bir çiçeği koklayıp güzelliğine hayran kaldık... I.Q. diye bir film var, A. Einstein'ın yeğeni ile bir araba tamircisi arasındaki aşkı anlatır. Bu filmde, ilkbaharda çekilmiş sahneler vardır; ağaçlar rengarenk çiçeklerle gelin gibidir. O sahneleri gördükçe "aman ne güzel" diye hayranlık duyan bizler, ilkbaharda açan çiçeklerin farkında olduk mu merak ediyorum. Hayat o kadar hızla geçip gidiyor ki... Zamanımız azaldıkça farketmediklerimiz için hayıflanmamız da artıyor.
Bir gün zaman bitecek bizim için ve dünyanın bütün renklerini bırakarak çıkacağız mukadder yolculuğa.

Elma çiçekleri (Ankara'da)

30 Nisan 2019 Salı

"Osmanlıca" diye bir lîsan var mı?

Bugünlerde o kadar sık karşılaştığımız bir kelîme ki "Osmanlıca", sonunda yer alan "ca" eki, bilmeyen birisinin Türkçe'den tamamen farklı bir lîsan zannetmesine sebep oluyor.
Belki bu sebeple, belki kelîmenin meydana getirdiği istihfamı ve yanlışlığa mâni olmak adına bunun yerine "Osmanlı Türkçesi" denildiğini de görüyoruz.
Aslında Osmanlıca denilen, Arap alfabesi ile yazılan Türkçe'den başka bir şey değildir. Bu yüzden, üniversitelerde "Osmanlı paleografyası" dersleri vardır. Osmanlı devletinde, sâdece -Türklerin yaşadığı yerlerdeki- halk arasında değil sarayda dahi açık ve anlaşılır bir Türkçe konuşulduğu su götürmez bir gerçektir. Nitekim, bâzı Osmanlı pâdişahlarının yazdığı şu şiirlere bakıldığında bu husus anlaşılacaktır:

Sâki, getür, getür yine dünki şarabumı
Söylet dile getür yine çeng ü rebabumı
Ben var iken gerek bana, bu zevk ü bu safa
Bir gün gele kim görmeye kimse türabum.
(II. Murad - 15.yy)

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
(Kanunî - 16.yy)

Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
...
Bu dünya fânidir sakın aldanma
Mağrur olup tac ü tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan.
(III. Murad - 16.yy sonu)

Saray yazışmalarında -o günün idare geleneklerine uygun olarak- Arapça ve Farsça kelîmelerin oldukça bol kullanılmış olması, kimi şâirlerce hiç gereği yokken Türkçe kimi kelîmelerin yerine Arapça ve Farsça karşılıklar kullanılmış olması gibi doğruluğu ve yerindeliği tartışılması gereken kimi hususlar, Osmanlıca tesmiye edilen lîsanın Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. İçinde yabancı lîsanlardan kelimeler bulunsa da, pek çok kelîmesi ve kuralları Türkçe olan Osmanlıca için en fazla "ait olduğu yüzyılın Türkçesi" denilebilir. Osmanlıca ve Osmanlı diyerek bizi bizden yabancılaştırma gayretleri olsa da bakın batılılar bu topraklar için ne diyor:
"12. yüzyılın sonundan itibaren Avrupalılar bölgeyi Turchia veya Turkey "Türklerin ülkesi" olarak isimlendirmeye başladılar."(Agoston Gabor ve MASTERS Bruce, Encyclopedia of The Ottoman Empire,s.574.)
Batılıların -daha Osmanlı Devleti kurulmadan önce bile-Türkiye olarak isimlendirdiği bu topraklarda yaşayan ecdadımızı Türk kimliğinden uzaklaştıracak her çaba bizi bize yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Selçuk Türkleri yazan harita

Osmanlı Türkleri yazan harita.


15 Nisan 2019 Pazartesi

Yobazlık ve yobaz

İlâhiyatcı ve hukukçu Yaşar Nuri Öztürk, ‘Kötülüklerin anası: Yobazlık’ başlıklı yazısında "Yobazlık, kişinin kendi düşünce ve kabulleri önünde herkesi ve her kuvveti boyun eğdirme tutkusunun kuduz bir hal alışıdır. Din adına sergilenebileceği gibi dinsizlik adına da sergilenir." der. ( http://www.hurriyet.com.tr/kotuluklerin-anasi-yobazlik-39022350 )
Oysa günümüzde yobazlık denilince akla ilk gelen "din" oluyor ki, bu kavramın doğrudan ve birinci elden dine bağlanması yanlış ve başlıbaşına bir yobazlık olsa gerek.
Nitekim, "Türk" Dil Kurumu'nun sözlüğünde yobaz kelimesi için şu üç karşılık mevcut:

1. Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen (kimse): “Bu memleketi de dört buçuk yobaza bırakamayız.” -A. Gündüz. 2. mec. Bir düşünceye, bir inanca aşırı ölçüde bağlı olan (kimse). 3. hlk. Kaba saba, inceliksiz (kimse).

Yobazlığı dine bağlayan kabulün birinci karşılık olarak verilmesi, aslında konuya önyargılı yaklaşımı da ortaya koyuyor; gerçekten, bu birinci karşılık için verilen örnek sözün yazarı "Türk" olduğuna ve memleketi de "Türkiye" olduğuna göre, "dört buçuk yobaz" ile kimleri kasdettiği anlaşılmaktadır. İkinci ve üçüncü karşılıklar daha mutedil.

Evet, yobazlık bir kimsenin kendi düşünce ve kabûllerini körü körüne üstün, doğru, en iyi kabûl etmesi ve başkalarını kendi düşüncelerine boyun eğdirmek için kuduzca bir tavır alış, zorlama hâlini ifade eder. Yâni yobaz, bir dine değil bir inanca, bir düşünceye bağnazca bağlı olup, diğer inanış ve düşüncelere karşı kötülüğünü icra eder. Evet, din de bir inançtır amma bütün inançlar din değildir. Bu yüzden yobazlığı peşinen dine bağlamak gayreti de yobazlığın bir başka yönü değil midir? Gerçekten de bir kişi, belli bir dine bağlılığı yobazlık olarak isimlendirmekle o dine ve o dine mensup olanlara karşı haksız bir ithamda bulunmakta; sorgulamadan, araştırmadan bir din için bu sıfatı kullanmakla aslında kendisi yobazlık yapmakta değil midir?
Başkalarının inançlarına müsamaha göstermediği gibi, herkesin kendisi gibi inanmasını isteyen, buna zorlayan, kendisi gibi düşünmeyenleri çeşitli aşağılayıcı ifadelerle tahkir eden ve hatta hakaret eden kişinin yaptığı yobazlık değil de nedir?
Çevrenize bakın, bu çerçeveye giren kişileri göreceksiniz. Siz, onların başkalarına yaptığı gibi onlara "yobaz" demeyiniz amma onların yobaz olduğunu biliniz.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Aziz dostum

Hukuk Fakültesinin ilk senesiydi; o devasa "anfi"de yüzlerce kişi arasında biribirimizi görmüş, biribirimize yaklaşmaya başlamıştık. Diğer öğrencilere benzemiyorduk; zira ikimiz de Devlet memuruyduk. Her ikimiz de sağlık kolejini yatılı okumuştuk ve aynı Bakanlığın farklı kuruluşlarında çalışıyorduk. Ve elbette her ikimiz de -memur hâlimizle- öğrenciliğe pek de uyum sağlayamamıştık. En büyük ortak noktamız zamanla ortaya çıktı: Her ikimiz de hukuktan çok edebiyatı seviyorduk. Kaç defa "bırakalım şu hukuk fakültesini, gidip edebiyat okuyalım" dedik...
Ertesi gün ceza usûl hukuku final sınavına gireceğimiz günün akşamı onun evinde "hadi derse başlamadan azıcık şiir okuyalım" diyerek daldığımız şiir bahçesinde gecenin geç vakitlerine kadar dolaşınca "artık bu saatten sonra ders çalışılmaz" deyip yatmış ve elbette ertesi gün yapılan sınavdan "çakmıştık."
Baktık bırakamıyoruz hukuk fakültesini, "o zaman okul bitince şu ders notlarını okulun bahçesinde yakalım" diyerek yeni bir avuntu bulduk ve bu avuntuyla bitirdik okulu. Amma,"eylem yaptığımızı sanarak tutuklanmak" korkusuyla bu düşüncemizi de gerçekleştiremedik; sadece hatırlayınca tebessüm sebebi oldu bu düşünce, o kadar.
Her ikimiz de şiir yazdığımız için biribirimize şiirlerimizi okurduk; bir müddet ayrı kaldıktan sonra bir araya geldiğimizde ilk sorduğumuz soru "yeni şiir var mı olurdu"
Şiirin azgın dalgalarının tersine onun dünyası hep dingin idi. Hiç öfkelendiğini görmedim, her dâim munis, her dâim anlayışlı, her dâim mütebessim idi. Engin kültürü ile konuştuğunu dinletir, sâkin ses tonuyla dinleyicisini âdeta hipnotize eder, sükûnet diyarına yolculuk yaptırırdı.
Mizahî bir tarafı da vardı. Gülmeyi ve güldürmeyi severdi. O anlatınca en sıradan fıkra  fevalâde komik gelirdi dinleyene.
Pek sık görüşürdük önceleri. Yaşımızın onlar hânesi beşi geçmeye başlayınca mesâfeler bize daha uzun gelmeye başladı sanki. Gittikçe daha az görüşür olduk; amma o hep aziz dostum olarak kalacak.

10 Nisan 2019 Çarşamba

Özüne sâhip bir hâkim ve bir gezgin

10 nisan 2019 tarihinde "Özüne sahip bir hâkim" başlığı altında aşağıdaki yazıyı yazmış idim:
"Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenci iken aynı hastahanede çalışıyorduk; birimiz laboratuvar teknisyeni, diğerimiz röntgen teknisyeni olarak.
Her dâim pozitif, neşeli birisiydi. Okulu bitirince hâkimlik sınavlarına girip hâkim oldu. Ama o hep aynı insandı. Bir gün Kızılay'da karşılaştık, büyücek bir çanta taşıyordu; taze üzümden iğne ipliğe varıncaya dek pek çok şey vardı bu çantada. Ritüelleri umursamaz ve kompleksiz birisiydi.
En son İstanbul'da çalışamaya başladı. Mezun edildiğimiz Yenişehir Sağlık Koleji mezunlarının buluşmasında Bodrum'da karşılaştık sonra. Herkesin âla-yı vâla ile masadan masaya geçerek zaman geçirdiği bu buluşmada ben Mausoleum, antik tiyatro ve Bodrum Sualtı ve  Arkeoloji müzesinde zaman geçirirken, hâkim arkadaşımın da Bodrum'daki târihi yerleri dolaştığını öğrendim. Bu vesile ile  sanata, sanat târihine dair sohbetlerimiz oldu, onun fırsat buldukça bir öğrenci turist gibi gezginlik yaptığını öğrendim, mutlu oldum.
Zaman zaman köyünde çekilmiş resimlerini gönderirdi. Ya tarlada, ya bir ağacın başında sanki o köyden hiç ayrılmamış gibi çalışırken, tabiatla hem-hâl olmuşken görürdüm onu. Zaman zaman da yazdığı yazıları gönderirdi. Köyünü, köyünde geçen çocukluğunu, hayvanları, bitkileri anlattığı, buram buram Anadolu ve tabiat ve mâsumiyet kokan yazılarını...
Sonra ondaki öğrenme merâkı her dâim diri, her zaman güçlü idi. Pek çok konuya ilgi duyuyordu; eski eserlere, sanata, sanat târihine, filolojiye; Arapça ve ilahiyat dâhil.
Bir çalışmam için mimar Vedat Tek'in çocuklarına ulaşmam gerekiyordu. Bir müddet araştırdıktan sonra, Vedat Tek'in Nişantaşı'ndaki evinin alt katında Tek'in kızı Selime Yekta Işıtan'a ait bir lokanta olduğu bilgisine ulaşınca, hemen bu hâkim arkadaşı arayıp yardım istediğimde hiç düşünmeden ilk cumartesi gününü bu işe hasretmişti.
Evet, hâkim olmuştu, adalet dağıtıyordu. Ama özünü hiç kaybetmemiş, hiç aşağılık duygularının esiri olmamıştı.. Hâkimlik yaptığı adliyedeki bir duruşmasına, çocuklu bir avukatın çocuğuyla geldiğini bana övünerek anlatmıştı; zira bu ona göre insanî bir şeydi ve insan olmak herşeyden önce geliyordu.
Bir gün köyleri gezeriz onunla diye düşünüyorum; hayvanları ve otları severek."
***


Aradan beş yıl ve on gün geçtikten sonra bugün bu yazının başlığına "ve bir gezgin" ibârelerini ekledim. Zira:
Hani Evliya Çelebinin rüyasında Hz. Muhammed'i görüp "Şefaat ya Resulullah" demek isterken içindeki gezmek arzusundan dolayı "Seyahat ya Resulullah" demesi gibi, Ondaki gezmek arzusu da bu hâkimi, hâkimlikten emekli olup neredeyse bütün vaktini gezmeye hasretmesine sebep oldu.
Dur durak dinlemeden, yorulmadan, çevre şartlarına aldırmadan sâdece Türkiye'yi değil onlarca ülkeyi gezdi. Gezerken sâdece gezdiği mekanları değil insanları tanımaya da önem verdiğini son kitabı olan "Çobanın Yolculuğu"ndan anlıyoruz. Gerçekten her yaştan, her kültürden, her meslekten insanlarla sıcacık  ilişkiler kurduğunun isbatı bir tarhana çorbasının buğusu gibi tütüyor satırlarında. Onun tarzı abartısız,  süslemesiz, hilesiz, ailenizin bir ferdiyle sohbet ediyormuşçasına içten. Gezmenin aynı zamanda "bilmek" demek olduğunun künhüne varmış ve hezarfen bir anlayış seviyesine ulaşmak için çeşitli alanlarda öğrenim görmüş ve gören birisi.
Beş yıl önce yazdığım gibi bir gün köyleri onunla gezmek isteği hâlâ temenni listemde üst sıralarda.
Yolu hep açık olsun.


27 Şubat 2019 Çarşamba

Ankara'da I. Millî Mimarî Üslûbundaki Eserler

Sıhhiye'den Ulus'a giderken ve Ulus'da gezerken, bâzı binalar muhakkak dikkatinizi çekmiştir: Ankara Radyosunun binası ile Numune Hastanesi binasının arasındaki Etnografya Müzesi binası ile -şimdiki- Resim ve Heykel Müzesi binası, Büyük Tiyatro'nun karşısındaki -şimdiki- Kültür ve Turizm Bakanlığı binası, Opera'dan Ulus meydanına doğru giderken sol köşe başındaki eski Osmanlı Bankası binası, 50 metre ilerideki Ziraat Bankası Binası, hemen karşısında yer alan ve eskiden Tekel binası iken şimdilerde Yunus Emre Vakfı'nı barındıran bina, biraz daha ileride Ulus'tan dışkapı yönüne giden Çankırı Caddesinin hemen sağ başındaki İş Bankası binası, Ulus meydanından batıya inen yolun hemen başında Birinci Meclis binası, yaklaşık 50 metre alt tarafta İkinci Meclis binası,  hemen karşısında Ankara Palas (Devlet Konukevi), Ankara Palas ile Osmanlı Bankası binasının arasında yer alan Evkaf Apartmanı bunlardan bâzılarıdır.
Bu binaların her birisinin önünden geçerken muhakkak durmuş, seyretmiş hattâ fotografını çekmişsinizdir. Diğer binalardan farklı, sıcak, güzel, gösterişli binalardır bunlar. İşte bu binaların ortak özelliği Birinci Millî Mimarî Üslûbuna sâhip olmalarıdır. Kimi zaman üslûp yerine akım da denilmektedir. (Birinci Ulusal Mimarlık Akımı gibi)
Genç Cumhuriyetin başkenti Ankara da bu üslûba sâhip eserlerden nasibini bolca almıştır denilebilir. Ankara'yı taçlandıran bu binalardan bâzıları şunlardır:


Ziraat Bankası Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. Şu an müze olarak kullanılmaktadır.

İş Bankası Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir.

Evkaf Apartmanı
Mimar Kemaleddin'in eseridir. Şu an Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve Küçük Tiyatro'nun bulunduğu binadır.

Tekel Binası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. İnhisarlar Müdiriyeti (Tekel Müdürlüğü) binası olarak kullanılmış olup; şimdi Yunus Emre Vakfı'nın hizmetine tahsis edilmiştir.

Ankara Palas
Mimar Vedat Tek tarafından başlanılmış ve mimar Kemaleddin tarafından yapımına devam edilmiştir. Şimdi Devlet Konukevi binasıdır.

Osmanlı Bankası
Mimar Giulio Mongeri'nin eseridir. Şimdi Garanti Bankasına aittir.

Halk Fırkası Mahfili
Mimar Vedat tek'in eseridir. Halk Fırkası Mahfili olarak yapılan bina, İkinci Meclis Binası olarak  kullanılması sebebiyle hâlen bu isimle bilinmektedir. Şu an Cumhuriyet Müzesi'ne ev sâhipliği yapmaktadır.

Türkocağı Binası
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir. Türkocaklarının kendi kendini "feshetmesi"nden sonra Halkevi binası olarak kullanılmıştır. Şimdi Resim ve Heykel Müzesine ev sahipliği yapmaktadır.

Etnografya Müzesi
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir.


Hariciye Vekaleti Binası
Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu'nun eseridir. Atatürk Bulvarı üzerinde Büyük Tiyatro binasının hemen karşısında yer alan bu bina, Hariciye Vekaleti (Dışişleri Bakanlığı) olarak kullanılmak üzere yapılmış,  hâlen Kültür ve Turizm Bakanlığı binasıdır.

Bu eski fotografta, Hariciye Vekaleti binası (yolun kıvrılma noktasında), geride ise Türkocağı binası ve Etnografya Müzesinin binası görülmektedir.

Gazi İlk Muallim Mektebi Binası
Mimar Kemaleddin'in eseridir. Şu an gazi Üniversitesi rektörlük binasıdır. Bina bitmeden önce Kemaleddin'in elinden alınarak Ernst Egli'ye verilmiş ve onun tarafından "projenin ana hatlarına ve binanın cepheden görünüşüne dokunulmadan koridorların ve sınıfların boyutlarını küçülterek" bitirilmiştir.

Meraklısına çok kısa bilgiler
1) Sanat tarihçilerince klasik Osmanlı mimarîsinin kırılma noktası kabûl edilen Sultanahmet Camiinin 17. yüzyılın ilk çeyreğindeki inşaından sonra, Hassa Mimarlar Ocağı zayıfladığından ve II. Mahmud devrinde kurulan Ebniye-i Hassa Müdiriyetinden sonra artık bu Ocaktan mimar yetişmediğinden,  yapılan câmi ve diğer mimarî eserlerde ya bir batı etkisi vardır (Nuru Osmaniye Camii gibi) ya yabancı mimarlar yapmıştır (Pertevniyal Valide Sultan Camiinin mimarı Montani, Ayasofya Camiinin tâmiratını yapan Fossati'ler gibi) ya da Osmanlı tebaından olmakla birlikte Osmanlı mimarisi ile alâkası olmayan mimarlar yapmıştır. (Balyan kardeşler gibi)

Birinci Millî Mimarî Üslûbu, mimaride gelinen bu olumsuzlukların yanında  20 yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu zor şartların doğurduğu bir millîleşme anlayışını  da yansıtır. Kimi zaman uslûp yerine "akım" da denilen birinci Millî Mimarî Üslûbu, o dönemde yaşayanlarca 'Milli Mimari Rönesansı' olarak anıldığı gibi mimarlık tarihçilerince "İmparatorluk mimarlığının yankısı" olarak vasılandırılmış  ve 'Birinci Milli Üslup' adı verilmiştir.
  Vedat Tek, mimar Kemaleddin, Arif Hikmet Koyunoğlu, Ahmet Kemal, Tahsin Sermet, Ali Talat, Falih Ülkü, Hafi, Necmeddin Emre ve Giulio Mongeri gibi mimarlar bu anlayışa uygun eserler meydana getirmişlerdir.

2) Giulio Mongeri, 1873 İstanbul doğumludur.

20 Şubat 2019 Çarşamba

Şapkalar

1) Başını usul usul dosyadan kaldırdı ve "Usul hatası var" dedi.
2) Kar satışı karlı bir iş.
3) Kadın balasını sordu, Bala'ya gitti dediler.
Yukarıdaki üç cümleyi okuma şeklinize göre mânâsı değişecektir. Darbeci tâlimatıyla harflerde şapka kullanımı kaldırıldı ya, buyrun karmaşaya ve kargaşaya.
Neden mi karmaşa? Türkçe, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir lîsandır demiyor muyuz!
Efendim, Anadolu'da "usul" -diğer mahallî ve değişik kullanımları yanında- yaygın olarak "yavaş" mânâsında kullanılan bir kelîmedir. "Usulca gel" cümlesindeki gibi. Arapça'dan Türkçe'ye geçen "usûl" ise, yöntem, metod  mânâsındadır! 1 numaralı cümlede, kişi yavaş yavaş başını kaldırıyor ve  usûl hatası var diyor; eğer ikinci "usul"da şapka varsa elbette.
2 numaralı cümleyi şapkasız okursanız, her iki "kar" kelimesi de kışın yağan donmuş ve kristalize suyu ifâde edeceği için oldukça anlamsız olacaktır. Eğer sıcak bir yörede kar satmanın "kârlı", kazançlı bir iş olduğunu söyleyecekseniz, ikinci "kar" kelîmesinde şapka kullanmak şarttır.
3 numaralı cümlede, kadın çocuğunu soruyor; çocuk, Ankara'nın "Bâlâ" ilçesine gitmişse, ikinci "bala"da iki adet şapka kullanmak zorundasınız. Aksi takdirde "çocuk çocuğa gitti" gibi ilginç bir mânâ çıkacaktır ortaya.
Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Afrika'da yalıtılmış bir hayat süren bâzı kabilelerin lisânlarını hâriç tutarsak, başka bir lîsandan kelîme almamış saf bir lîsan olamayacağına göre, bâzı kelîmelerde uzun veya ince sesliler olması mümkündür ve bu sesleri şapka olmadan yazamayız, kendimizi ifâde edemeyiz. "Yok canım, biz gelişinden anlarız, şapkaya ne gerek var" diyenler olabilir elbette. O durumda, lisânda etnik bir temizlik yaparak ince ve uzun seslileri atabilir, netîcede de "Sürgünler sürgünde sürgün yemekten sürgün oldular" kuruluğuna ve bir müddet sonra da "şeyin şeyi şey olmuş" tatsızlığına düşeriz.
Esâsen, şapka konusunda bir yanlışlığımız da var. Hem uzun ve hem de ince sesliler için "^" işâretini kullanıyoruz. Oysa ince seslilerle uzun seslileri ayırt edebilmek için iki farklı işâret kullanmak daha uygun olacaktır. Öldüren kimseyi târif eden -ve ism-i fâil olan- kâtil kelîmesindeki a harfi ince değil uzun okunmalıdır. Türkçeye oldukça hâkim bâzı yazarlar, uzun a harfini gösterebilmek için, bu kelîmeyi iki adet a harfi ile "kaatil" şeklinde yazmışlardır. Eğer bu kelîmedeki a harfi kısa okunursa, kelîme "öldürme" mânâsına gelecektir; "katil zanlısı"nda olduğu gibi. Bu konuda muhtemel bir çözüm ince seslilerle aidiyet gösteren "i" harfi için "^" işâretini, uzun sesliyi göstermek içinse ilgili harfin üzerine düz çizgi işâretini koymak olabilir. Yani işāret kātil lâf, idārî gibi.
Belki bugün uzun ve ince sesli barındıran kelîmeleri bildiğimiz için, şapkasız da olsa vaziyeti idâre edebiliyoruz; ancak, gelecek nesillere kuru, tatsız ve derinliksiz bir Türkçe yerine lezzetli, âhenkli ve zengin bir Türkçe bırakmak istiyorsak düzeltme işâretlerine muhtâcız.

14 Şubat 2019 Perşembe

İkindiye methiye

Yağmurlar
Şâir Bahaettin Karakoç'un "Hani beklenmedik yağmurlar vardır, Ansızın bastırıp çabucak giden." mısralarında dediği gibi, henüz hayâl kurabildiğim zamanların erken yaz ikindilerinde yağmurlar yağardı ve o yağmurlar içimizde damla damla biriken yorgunluğu silerdi.
Yağmurla berâber hayat dururdu ve bitişiyle yeniden başlardı yunmuş sokaklarda.
Kenger ve keven gülmese de, Ankara'nın kirli havasında rengini kaybetmeye doğru giden yeşiller gülerdi yağmurdan sonra.
İçimde bir yer ve isimlendiremediğim bir his de gülerdi...

Salkım söğütler
Ankara'ya baharın gelmekte olduğunu, Kurtuluş Parkı'ndaki sarı çiçeklerin açmasından anlardım. Patlarcasına hepbirden ve yapraklardan önce açardı.
Bahar gelince de erken yazın habercisi salkım söğütler tomurcuklanmaya başlardı. Yeşili, mâsumiyetten başka bir kelîmeyle tavsifi mümkün olmayan salkım söğütlerin tâze yaprakları, ikindi güneşinin altın ışıkları altında havuzun suyuyla cilveleşir, gizli bir lîsanla bize selâm verirdi.

Beyaz leylâklar
Yenişehir Sağlık Koleji'nin bahçesinde morların yanında beyaz leylâklar da vardı. Ankara'nın kirli havasına nasıl direnirlerdi bilemem amma hep bembeyazlardı;  ikindi güneşinin altunî rengi dahi halel getiremezdi o beyazlığa.
Masallara lâyık beyaz gelinlikler gibi pürüzsüz, kat kat ve dokunmaya kıyılamaz bir güzellikti.
Ah o leylâklar... İç gıcıklayıcı ve başdöndürücü kokularıyla alıp hayâl dünyâsının kuytularına kaçırırlardı ruhumu.
Neredeyse yarım asır sonra bile hayâli içimi aydınlatıyor. Nasıl kıydılar da kestiler!
Beyaz artık müebbeden kirli...



Kurtuluş Parkı
Yenişehir'in sâde akciğeri değil kalbiydi de Kurtuluş Parkı.
Aşka dâir kelîmeler sinmiştir toprağına. Sevgililer orada buluşur, sevgili olmak isteyenler oraya kaçarlardı.
Günün her saati başka bir dünyayı sererdi ayaklarınıza. Sabahları dingin bir bahçe, kuşluk vakti sabırsız âşıklara gezi, öğleleri gölge bahşeden bir hayırhah, ikindileri şiir iklimine kalkan bir vapur gibiydi.
Salkım söğüt dallarının bir anne gibi şefkatle eğildiği havuzunda, ne hâtıraların akisleri gizlidir bir bilseniz...

Ummânım
Anadolunun kuraklığında geçen çocukluğumda, "göl" denilen su birikintilerinde çimmek yerine okumayı seçen tuhaf bir çocuk idim; belki de bu sebeple yüzmeyi bilmem.
Dahası büyük sulara karşı gizli bir korku vardır içimde.
Velhâsıl ben ummânımı yerde değil gökte buldum hep; âsumanın mâviliği, bulutları, güneşin ışıkları benim ummânımın eşkâlini belirledi.
Güneş ikindi vaktinin engin yurduna varınca, benim ummânımda altunî yakamozlar vücut bulur. En münbit hayâl dünyası bu cümbüşün içinde filizlenir.
İkindiye hürmet gerektir.

Vel asr
Hani hayatı bir güne benzetirler; sabahı doğum ve çocukluk, öğlesi ömrün ortası, akşamı ise ölüm diye.
Bu benzetmede ikindi, ömrün ortasının geçildiği, ölüme daha da yaklaşılan kısmına tekâbül etmektedir.
Gençliğin aceleciliğinin bittiği, sonbaharın olgun ve râyihalı meyveleri gibi tecrübenin biriktiği, dünyaya kısmen doymuşluğun hâkim olduğu ömür parçası.
Güneş öğle vakti kadar aydınlatmasa da, ışıkları daha altunîdir, herşeyi daha güzel gösterir.
"Min'el aşk ve halâtihi" sözünün sırrına erilir ikindi vaktinde..
Ve asra yemin edilir.


10 Şubat 2019 Pazar

"Osmanlı" mutfağı

     Son zamanlarda pek bir moda oldu "Osmanlı mutfağı" ya da yemekleri.. Yerli yersiz pek çok yiyecek Osmanlı ile özdeşleştirilmeye, ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Nitekim geçenlerde Murat Bardakçı "Osmanlı muftağı artık yoktur" serlevhalı bir yazı yazdı. Bu yazıda Bardakçı, tabelasında Osmanlı yemekleri yapıldığı belirtilen bir lokantada yediği "“Kanunî Sultan Süleyman Kebabı”nı da anlatıyor:
"Ve, gele gele bol domates soslu, baharatlı, hafifçe yanmış ve meşinden de sert bir dana eti geldi!
Kanunî’ye mâledilen böyle bir yemek hakkında orada birşeyler söyleyebilmek ne haddimize? “Kardeşim, saraya sığır cinsinden hiçbirşey girmezdi, sadece koyun yerlerdi” diyecek olsanız cahilliğinize hükmedecekler. Hele “Domates, Kolomb sonrası meyvedir, bizim buralara Amerika’nın keşfinden ikiyüz küsur sene sonra gelmiştir, dolayısı ile Kanunî hayatı boyunca domates yememiştir” gibisinden söz söylemeye kalksak meşinden bile sert dananın üzerine bir de temiz dayak ihtimali vardı ve mecburen sustuk!"
     Bu yazıyı okuyunca aklıma, Türkçe sevdâlısı şâir ağabeyim Yavuz Bülent Bâkiler'in anlattığı bir anekdot geldi: Bâkiler, Fâtih Sultan Mehmed ve İstanbul'un fethini anlatan bir şiir yazar. Şiirde, Anadolu yakasından İstanbul'a bakan Fâtih, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra 'Ey Konstantiniyye seni fethedeceğim' demektedir. Şiiri Ârif Nihat Asya hocaya fikrini almak üzere okuttuğunda Hoca, 'Evlâdım şiir pek güzel olmuş amma Fâtih kahve içmezdi; zira Fâtih döneminde Osmanlıya henüz kahve gelmemişti' der. 
     Esâsen, "Osmanlı mutfağı" denildiğinde standart yemekler ve târifler bulmak imkânsızdır. Zira, İmparatorluğun hüküm sürdüğü altıyüzyıllık süre zarfında târifler ve yemekler şüphesiz ki pek çok değişikliğe uğramıştır. Gerçekten, Fatih dönemi ile II. Abdülhamid dönemin muftağı karşılaştırılacak olursa bu husus âyan beyan ortaya çıkacaktır.
     Stefanos Yerasimos, 15. ve 16 ncı yüzyılın yemek kültürünü "Sultan sofraları 15. ve 16. Yüzyılda Saray Mutfağı" kitabında incelemiş ve bu arada 40 yemek târifi vermiştir. Kitabın adı ve saray mutfağı ibarelerine bakarak genel ile ilgili bir hüküm veremeyeceğini düşünmemek gerekiyor. Zira, Yerasimos bu Kitabında "Zirveden tabana, padişahtan imâretlerede beslenen halka kadar, kurulan düzen ve hatta yemek alışkanlıkları devlet tarafından belirlenmiş görülüyor. ... Bundan dolayı, İstanbul'da olduğu kadar Bursa ve Edirne'de, halkın ocağında pişenleri izlemek için yine de resmi belgelere başvurmak gerekecektir." (s.45) demektedir.
     Yerasimos'a göre, "17. yüzyılın ortalarından başlayarak yeni bir mutfak, özellikle bugün Osmanlı mutfağı olarak tanıdığımız mutfak doğmaktadır. Yeni kültürel katkıların ve yeni ekonomik koşulların sentezi olarak, 18. yüzyıl boyunca gelişir. Bu yüzyılın ikinci yarısında ise Amerika'dan gelen bitkilerin etkisinde kalır, bunların bir bölümü, özellikle domates ve yeşil biberi tümüyle, patates ya da mısır gibi bir bölümünü kısmen benimser. 19. yüzyıldan başlayarak da batı etkilerine açılır." (s.50)
Yerasimos'un çeşitli eski yemek kitaplarına dayanarak verdiği târiflerde salma, tavuk kavurması, râşidiye, buyressiye, mahmudiyye gibi et ve tavuk yemeklerine bal ve sirke katıldığını, tüffahiyye'ye kuru hurma, kâbuni'ye  kuru kayısı, nîrbâc, buyressiye, mahmudiyye'ye üzüm katıldığını görüyoruz. Gülsuyu, damla sakızı, safran, kimyon, tarçın sıkça kullanılan baharatdan.
Dâne-i rişte tâbir olunan erşite pilavında hem tavuk eti, hem koyun kıyması ve hem de tavuk suyunda pişirilmiş bumbar dolması var.
     Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında 1913 yılında bir iftar sofrasının menüsüne baktığımızda ise şu yemekleri görürüz: Sebzeli tavuk çorbası, börek, kuzu dağ kebabı, edip salatası, çerkes tavuğu, anberbû pilavı, bamya, yoğurt, vezirparmağı, dondurma, meyve, şekerleme. (Ayvazoğlu, s.234)
Dolayısıyla, sürekli değişen bir mutfak Osmanlı mutfağı. Yemek kültürü konusunda araştırmalar yapan Priscilla Mary Işın'ın "Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi" adlı kitabında, 1299 ilâ 1500 yılları arasını erken Osmanlı dönemi, 1500 ilâ 1700 yılları arasını klâsik Osmanlı dönemi ve 1700 ilâ 1923 arasını da geç Osmanlı dönemi olarak üç bölümde ele alması da bu hususu göstermektedir.
     Bugün, özel gastronomik denemeler hâricinde etin bal ile pişirildiği bir lokanta bulmanız imkânsız olduğu gibi, -zerdeçalla renklendirilmiş pilavın safranlı olarak "yutturulması" gibi akla zarar teşebbüsleri hâriç tutarsak- damla sakızı, çam fıstığı, safran gibi pahalı malzemeyi yemeklerde görmek de neredeyse imkânsızdır.
     Günümüzde, bir kelimenin sonuna "hâne" eki getirilerek, "felan-ı filan" gibi arapça isim tamlaması yapılarak, ismin başına pâdişah veya saray ismi getirilerek gûya Osmanlı mutfağından yemekler sunan kişi ve lokantalara bir de bu gözlerle bakın. 

- AYVAZOĞLU Beşir, Saatler, Ruhlar ve Kediler, Kapı Yayınları, İstanbul 2015.
- IŞIN Priscilla Mary, Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018.
- YERASİMOS Stefanos, Sultan Sofraları 15. ve 16. Yüzyılda Saray Mutfağı, Yapı Kredi Yayınları, 5b., İstanbul, 2004.


5 Şubat 2019 Salı

Lokanta müşterileri

Esas olarak iki tür lokanta müşterisi vardır: Yemek yedikleri yere önem verenler ve yediklerine önem verenler.
Birinci gruptakiler için "ambiyans" herşeydir. Gösterişli bir mekân, gösterişli masa örtüleri, parlak çatal ve bıçaklar, origami sanatının bir örneği imişçesine tuhaf biçimlerde katlanmış peçeteler vs. vs.
Çatal nerede, bıçak nerede, hangisi hangi elde tutulur, şu tuhaf geniş bıçak neyin nesidir, peçete nasıl kullanılır, etraftakiler nasıl, kim bana bakıyor gibi onlarca soru ve istihfamın altında ne yediğinizi bile farketmezsiniz. Farketseniz dahi, "kral çıplak" demek cesâret istediğinden tatsız tuzsuz yiyecekleri bile methetmek zorunda kalabilirsiniz. Hele bir de yemek fiyatı aklınıza düşerse, hiçbirşey anlamazsınız yediğinizden.
Erbâbı olmadığınız bıçak kullanmak işkencesi demoklesin kılıcı gibi durur başınızda. Eh azıcık da mütedeyyin iseniz, "pırotokol"e ya da kamuoyu baskısına uyarak sol elinizdeki çatalla yediğiniz her lokmada bir günah duygusu içinize oturur. Böyle anlarda, -Kemal Sunal'ın başrolünde oynadığı -Sosyete Şaban filmindeki Şaban Ağa'nın, yemek yemeyi öğreten hocası eşliğinde tavuk etini bıçakla kesip sonra eliyle çatala takma sahnesi gelir aklıma.
Kendi istekleri ile bu grupta olanlar için "o" lokantada yemek yemek bir gösteriş, bir statü edinme aracı, bir nevi kompleks tatminidir. Böylesi bir lokantaya görev gereği, arkadaş ısrarıyla, toplu bir yemek organizasyonu gibi sebeplerle isteğiniz dışında gitmek zorunda kalmış olabilirsiniz. Eğer görev gereği gitmiş iseniz, hiç sesinizi çıkarmadan yemeğin bitmesini bekleyin. Diğer durumlarda, masada  bilmediğiniz bir yemek varsa veya gelirse çekinmeden ne olduğunu sorun. Çatal ve bıçağı istediğiniz elinize alın. İsteğinizi hiç çekinmeden belirtin ve asla lokanta görevlilerine senli-benli davranmayın. Tercihlerinizi belli etmekten korkmayın. Unutmayın ki hiç kimse sizi -hangi sebeple olursa olsun- yiyemiyeceğiniz bir şeyi yemeye zorlayamaz. 
İkinci gruba gelince:
Bunlar, ağzının tadını bilen ve lezzetli yemek yemek isteyenlerdir. Masalardaki örtü umurlarında değildir. Bezle silinip kurulanmış örtüsüz bir masada yiyebilirler yemeklerini. Ekmek arası da yiyebilirler yediklerini; ekstra ekmek veya pide istemekten de çekinmezler ve bu istekleri hemen yerin getirilir. Ekmek genellikle tâzedir; pide de öyle ve hatta sıcacık. Bunlar, bir esnaf lokantasında tanımadıkları insanlarla aynı masada oturup yemek yiyebilirler; zira buradaki asıl amaç "yemek yemek"tir.
İkinci gruptakiler, neyi nerede yemeleri gerektiğini bilirler. Kuru fasülye mi? Hadi Emin Usta'ya.. Döner mi? Hadi Azim Beşiktaş'a.. Yakında ise Meşhur Ankara Dönercisine. Tavuk mu yenilecek? Tahtakale Sokak'ta Üçler Tavuk'a.. Şuranın Sivas köftesi iyi, şurada kokoreç iyi yapılıyor, şurada ekmek kadayıfı yenir... Bu liste uzar gider.
İkinci grup için iki kriter söz konusudur: Lezzet ve temizlik. Fiyatı bir kriter olarak katmıyorum; zira bu yerlerde yiyecek fiyatları umûmiyetle mâkuldür.
Hayatımıza değer katmanın yollarında birisi de ömür yolculuğunda tadlara yer açmaktır; aşırıya kaçmadan, temizinden, keşkelerin koynuna düşmeden. Düşünün ve karar verin, hangileri daha önemli sizin için diye.
Ben mi? İkinci gruptayım elbette.

30 Ocak 2019 Çarşamba

Hep ötelerdeymişim meğer

Yaylı tanbur ile nihâvend bir taksim dinlerken, akşamüstü çınar yaprakları arasından gördüğüm lâciverd gökyüzü düştü aklıma gecenin bir vakti.

Aklıma, içimin içime sığmadığı zamanlar düştü.

Bir aryanın peşinde saatlerce koştuğum zamanlar.

Ihlamurların baygın kokusuyla müzeyyen ilkyaz akşamları,

Vav'ı bilmeden vav olduğum, elifi bilmeden elif olduğun anlar...

Bilmeden şiir ummânına daldığım günler,

Hicazkârkürdîyi bilmeden kürdilihicazkâra mest olduğum vakitler,

Dünyamın majörlere emanet olduğu az umarlı yaşlarım,

Ferahfezayı bilmeden geçen mevsimler,

Kaçılabilecek mâveranın olduğunu zannettiğim yıllar.


Hep ötelerdeymişim meğer bilmeden...

Minörler varmış perdenin ardında.

Şiirlerimde değilmiş boşluk elbisesi, hep üstümdeymiş.

Elleri sızlatan soğuk ve yağmurlu havalarda aranan, avuçlarımdaymış.

Hep hiçmiş ve hiç hep...

Son dönemeçde elif vav'a tahvil oldu;

Hakikatin kasem vav'ı oldu...

27 Ocak 2019 Pazar

Meşhur Ankara Dönercisi

Ulus'ta, Çıkrıkçılar yokuşunun arka paralelinde yer alan Konya Sokak'dan Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne doğru çıkan yokuşun üzerinde, Konya Sokak ile Kardeşler sokağın köşesinde küçük bir lokanta Meşhur Ankara Dönercisi. Bütün dükkan hepi topu 25-30 metrekaredir.
Birkaç sandalyeli masa ve duvar boyunca uzanan ve taburelere oturularak üzerinde yemek yenilen bir raf bütün müşteri mekânını oluşturuyor. Adından da anlaşılacağı üzere, esas olarak ve her gün döner kebap yapılan dükkanda, bâzı tencere yemekleri de bulunuyor. Her gün mercimek çorbası ve dönüşümlü olarak yapılan diğer yemekler. Bir gün ciğer, bir gün kavurma vs..
Salaş bir esnaf lokantası Meşhur Ankara Dönercisi. Zaman içinde esnaf hâricinde de müdavimleri oluşmaya başladı. Yemek yerken bunu farkediyorsunuz. Esnaf hâricindeki müşteriler artık çoğunluğu oluşturuyor denilebilir..Öyle ki, 2016 yılının kasım ayında eklediğim Meşhur Ankara Dönercisini gösteren fotoğrafa 2019 yılının mart ayına kadar 263 bin kişi bakmış!  (Bu fotoğrafın linki aşağıdadır)
Döner, pide üzerine servis yapıldığı gibi, ekmek arası da veriliyor. Döneri olağanüstü olmasa da, her dâim bulunan taze ekmek arasında ben severek yiyorum. Ekmek arası döner isterken yarım  ekmek veya üç çeyrek olarak sipariş verebiliyorsunuz.
Cuma günleri kavurma da hazırlıyorlar. Eğer ekmekle ilgili bir sıkıntınız yoksa, kavurmanın yağlı suyuna ekmek banarak yenilmesini hararetle tavsiye ediyorum.
Yiyecek fiyatları oldukça mâkul. Yolunuz düşerse uğrayın derim.

Meşhur Ankara Dönercisi

Meşhur Ankara Dönercisinin haritada yeri

23 Ocak 2019 Çarşamba

Yıllar öncesinden esintiler - Köyümün karları

Ankara'da yatılı okuduğum yıllarda, yarıyıl tatillerinde köyüme giderdim. Köye yağan kar -Ankara'nın kirli-beyaz kar'ına inat- devasa bembeyaz yorganını örtmüş olurdu bütün köye. O zamanlar çok kar yağardı; öyle ki bir sabah uyanıp dışarı çıkmak için evin kapısını açtığımızda karşımızda sâdece kar görmüştük.  Gece boyu yağan kar, evimizin kuzey tarafını tamamen doldurmuştu ve babam bir kürekle karda bir tünel açmıştı da öyle çıkabilmiştik dışarıya. Göz alabildiğince beyaz bir örtüyle çevrelenmişti bütün köy. Bu dingin beyazlığın içinde patika hâlinde yollar, sobalardan çıkan yanmış atıklar ve ağaç gövdelerinin karartısı görülürdü sâdece.

Pencereden, karlı tabiatın hiç sonu yokmuş gibi görünürdü ve ben bu sonsuzluk hissi içinde divana uzanırdım. Dışarıda zifiri sessizlik varken sobada yanan odunların çıtırtısını duymak ruhumu ısıtırdı. Sonra sobanın üzerindeki tencerelerden ve güğümden gelen hafif tıkırtı ve fokurtularla annemin sıcaklığı, babamın güveni birleşince hissettiğim huzur ve mutluluk  bütün ruhumu sarıp sarmalar, beni asûde ülkemin kralı yapardı. Sonraları hiç tadamadığım bu esrik hâl ile bin renkli uyku diyarına uçardım usulca.  O divandaki bir saatlik uyku öyle dinlendirirdi ki ruhumu ve bedenimi, her uyanışta esenliğin mücessemleştiğini hissederdim...

Neden sonra annemin sesiyle fırından yeni çıkmış leziz çöreklerin dâvektâr kokusunun kapladığı bir zamana uyanırdım. Pek sevdiğimi bildiğinden annem çöreğin hamuruna kendi yaptığı sucuktan parçalar koyar, yağlı fırın tepsisinde nar gibi kızaran sıcacık çöreği ardımdan atlı kovalıyormuşçasına indirirdim mideye. Hiçbir şehrin, hiçbir dükkânın böreği de çöreği de o tadı vermiyor, veremiyor.. Hiçbirinde o lezzeti bulamadım yıllar içinde; belki de eskilerin dediği gibi o zamanlar "ağzımın tadı yerindeydi", kimbilir... Aradan geçen kırk yıl o lezzeti unutturamadı.

Yiyeceğimiz, içeceğimiz, sevgimiz, kızgınlığımız velhâsıl herşeyimiz kar gibi saf ve lekesizdi. Evet, salam ve sosis bilmezdik, hamburger yoktu yemek listemizde, hardal ve ketçap da öyle. Kolanın ismi bile duyulmamıştı ve kahve denildiğinde sâdece Türk kahvesi anlaşılırdı. Kaplarımız kalaylı bakırdı ve henüz teflonla, titanyumla, petle karşılaşmamıştık. Cheesecake ve donut yıldızlar kadar uzaktı bilinirliğe...

Unumuz henüz, tam buğday, tam tahıl ve kepekli şizofrenisiyle mâlûl değildi. Domates, biber, patlıcan yaz sebzesi olmaktan vazgeçmemişlerdi daha. Et, kurutulmuş veya kavrulmuş hâldeydi ve derin dondurucu tatsızlığına düçar olmamıştı. Elbebek-gülbebek korunan üç-beş yaz meyvesi hususi zamanlar veya misafir için saklanırdı. Hilesiz peynirler çömleklerde olgunlaşıp sararır, hiç duyulmamış rokfor, gravyer, gouda kelimeleri, duyulsa bile "neyi ifade ettikleri bilinmez" vasfından çıkamazlardı. Trans yağ, doymuş yağ, doymamış yağ, soya yağı, kolza yağı, palm yağı en âlim ve en âriflerin bile taacüb edecekleri lakırdılardı. Zira yağ denilince akla sadeyağ gelirdi; "vita" istilası başlayıncaya kadar.

Sütün uzun ya da kısa ömürlüsü olmazdı; süt henüz sağılmış bir şeydi zira. Yoğurdun kaymaklısı, homojenizesi, çileklisi, "doğal"ı da olmazdı... Pre mi pro mu bilmezdik amma bütün yoğurtlar probiyotikti. Köftürde glikoz şurubu var mı acaba diye bir soru akla gelmezdi. Bal gerçek bal mı sorusu akla ziyandı. Su, çeşmeden içilir, şişedeki bir şey ancak ilaç olabilirdi; ya da zehir.

Dolar kuru tâkip etmezdi kimse. Borsa hiç duyulmamıştı. Banka, duyulan ve bilinen fakat uzak durulan bir yerdi. Para, evet önemliydi ama herşey değildi. Yardım kelimesi henüz dünyamıza yabancılaşmamıştı. Komşular biribirinden birşeyler ister, istenen şey verilir amma karşılığı beklenilmezdi.

Henüz elektriğin olmadığı zamanlarda gaz lambasının körsen ışığında biribirimizi şimdinin göz kamaştıran lambalarının aydınlattığından daha iyi görürdük.
Büyük radyolar vardı, bütün bir köyde üç beş tâne belki. Gâzi dedemlerin de -dedemin maaşı sebebiyle- bir "pilipis" radyosu vardı mesela. "Acans" saatlerinde büyüklerin başına toplaşıp dinledikleri, ibre ekranında bütün yabancı şehir isimlerinin Türkçe yazıldığı radyolar. Televizyon, eskilerin "Bi gün bir iradiyo icat olunacaamış, içinde adamlar gorünecaamiş"(*) dedikleri, daha yenilerin duydukları ama hiç kimsenin görmediği bir şeydi.
Pazara kamyon kasasında gidilir, sabah serinliğinde o kasada mâruz kalınan rüzgarla üşünür, yine de kimse "nolacak bu memleketin hâli" demezdi...

***

Bir gün köye gelen adamlar yol boyu çukurlar kazmaya başladılar. Sonra o çukurlara beton direkler diktiler ve o direklerin üstüne de parlak teller döşediler. "Aletdirik"(**) denilen birşey geliyordu köye. Bir gün o direklere aralıklı olarak taktıkları lambaların parıldadığını gördük. Evlerin damına metal borudan direkler dikip yoldan geçen tellere bağladılar ve evlerde de "aletdirikli" lambalar yanmaya başladı.
"Alamancılar", naylon mintan getirdiler köye ve naylon gocuk..
Sonra "çanta radyolar" geldi. Eski radyolara göre küçücüktüler. Herkesin bir radyosu oldu. Derken televizyon da geldi. Damlara dikilen antenleriyle, akşam başlayıp gece biten yayınlarıyla, salı akşamları Türk filmi, cumartesi geceleri Amerikan filmleriyle ve daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz bir sürü şeyle...

Ve "dizi"ler başladı, işi gücü bırakıp dizileri tâkip etmeye başladık. "Oturmaya gitmek" tâbir olunan ve sohbet edilen komşu ziyaretleri televizyon seyir akşamlarına döndü. Herkesin televizyonu olunca da hepten evlerimize kapandık.

Sadece Amerika'yı değil, San Fransisco'nun sokaklarını bile öğrendik, insanların her biraraya geldiklerinde ellerinde hep içki bardakları görür olduk. Ensest ilişkilerin de yer aldığı Dallas dizisiyle yatıp kalktık.. Kanallar çoğaldı, renkli oldu yayınlar; hiç kesilmez oldu.. Ahlâka aykırı ilişkiler "aşk yaşamak" diye beynimize kazındı.

Velhâsıl köyün karları da önce kirli beyaz oldu, sonra yağmamaya başladı. Köyümüz ve bizler hep berâber kirlendik, mâsumiyetimizi kaybettik...

Herşeye rağmen sobanın fırınında pişmiş patateslerin sıcak buğusu tütüyor hâla hayâllerimde..

---
Meraklısı için notlar:
(*) "Bir gün bir radyo icat olunacakmış, içinde adamlar görünecekmiş" cümlesinin Nevşehir ağzı ile söylenişi.
(**) Elektirik
Köftür: Üzüm suyundan yapılan kalınca pestil.
Pilipis: Philips
Acans: Ajans, haber bülteni.


18 Ocak 2019 Cuma

Babaların ölümü


Şu an dar ve uzun pencereden bakınca, çınar yapraklarının ve çatıların kaplayamadığı kısımdan kapalı bir gökyüzü görüyorum, tıpkı "içim" gibi.. bu pencereden mâvi gökyüzünün "yavruağzının deliceliğinden lâciverdin sükûnuna kaçışını" seyreyledim kaç defa; oysa şimdi içimin aynası gibi âsuman..
Tesâdüfler.... birsürü tesâdüf..

İçimde kaçmak arzususu coşarken, yıllar öncesinden bir nefes hissediş..
tesâdüf.. mü acaba... bir ölüm haberinin ulağı bu mektubu bugün alışım tesâdüf mü?
"Babam öldü" diyorsun mektubunda..
Çocuk, -bu "çocuk" hitâbını küçüklük mânâsında değil, şiirlerde geçen mânâda kullanıyorum, bunu bil, şunu da bil ki- babalar hiç ama hiç ölmez... ölmüyorlar.. 2002 yılının 17 Mart'ında babamı kaybetdim; "babam öldü" demiyorum, diyemiyorum.. o, çocuklarına "beni burada bekleyin" diyerek bir yerlere gitdi ve her an dönebilir; ama bir yıldan fazla oldu ve gelmedi, onun içündür ki "kaybetdim" diyorum ve diyorum ki ve biliyorum ki babalar hiç ama hiç ölmez.. öyle değil mi?
babamın yıkanışında ve kefenlenişinde hazır bulundum; tabuta yerleştirilmesinde.. sonra mezara bizzat indirdim, başını ellerimle yerleştirdim mezarın serin toprağına.. o an, şimdi olduğu gibi gözlerimde yağmur bulutları dolaşmamıştı.. ben babamın arkasından haberi ilk aldığım birkaç dakika haricinde hiç ağlayamadım biliyor musun.. ve yine diyorum ki babalar ölmez; amma ölüm dediğimiz şiirde geçdiği gibi "uyudun, uyanamadın olacak."...
Selâm ve sevgi ile...

***
Kirli gri bir gökyüzünün altında bir aziz dosta tâziye sadedinde bu satırları yazdığımda sene miladî hesap ile iki bin dört, aylardan ocak ve ayın yirmiikisi imiş. Şimdi babamın gidişinin üstünden onyedi sene geçmiş; sîmam daha çok babama benzemiş amma babam gelmemiş... Acaba gelmiyor mu gidenler? Yoksa gelemiyor mu? Şuara, ya "Neylersin, ölüm herkesin başında, uyudun uyanamadın olacak" demiş ya "Çağırırsın bir gün beni de ölüm, ister istemez gelirim" demiş ya da "Ölüm âsûde bahar ülkesidir rinde." Çağrıldığımız uyku diyarının âsûdeliği ve dahi hangi baharın ülkesi olduğu biz fânilere meçhul. Bil(e)mediklerimizi biliyor görünmek insanın en sık kullandığı ağrı kesici.
Dâr-ı bekâya göçün dönüşü olmadığını bilirim elbet... Amma insanın kalbine saplanan hasret ağacından zehirli kıymığın acısı ancak böyle hafifliyor. Bu da bir ağrı kesici.
Velhâsıl tahtadan atlarla gideceğiz bir gün o ülkeye; şaşmaz gerçek bu. O zaman kavuşacağız babalarımıza.

17 Ocak 2019 Perşembe

Çocukluk hatıralarımdan - Ebemkuşağı

Bir uzak köyünde Anadolunun, ‎ılık bahar yağmurları‎ndan sonra -ki genelde ikindileri yağard‎ı o köyde  yağmurlar- ebemku‏şağı kurulurdu semâya boydan boya…
Bir korku, bir sevinç, bir heyecan, bir ihtişam, bir merak velhâsı‎l insan olmaya dair bütün hisler kaplardı‎ içimi nöbetle‏şe ve ayn‎ı anda.
Korkard‎ım ona yaklaş‏mak düş‏üncesinden amma içimde bir "uzak diyar tutkunu" onun alt‎ından geçmeyi kurardı‎ hep o ikindi zamanları‎nda.
Geçmeyi ve gitmeyi ve görmeyi ve bilmeyi..
İşte o anlarda içimde kurulurdu ebemku‏şakları; reng-a-renk olurdu ruhum, pembeler sarardı‎ heyecanı‎, mâviler korkuyu, yeş‏il gidiş‏i ve k‎ırmızı‎ biti‏şi.
Ve hepsi birarada içimi anlat‎ırdı; ü‏şürdüm ve yanard‎ım ve ‎ıslan‎ırd‎ım ve çatlardı‎m kurulukdan ve korkard‎ım ve herş‏eyi silerdim ve ebemku‏şağı‎ olurdum bütün olmazlara inat…
Ebemku‏şağı‎ olurdum... ömrü onun ömrü kadar..
Derdim ki "Hadi gel, kaç!
Kaçal‎ım..."

***

Yıllar geçdi.. o uzak köye ben de uzağım artık.
Çocukluğumun ebemkuşakları, bütün renkleri doldurup heybelerine hicret ettiler bilmediğim bir diyara.
Amma kaçmak makâmı hep benimle kaldı. Zeman seksendokuz imiş ve akkuşlar beklemişim kaçmak için; heyhat gelmemişler... "olur yok.. mümkîn yok.. ihtimâl yok.." diye şiirler yazmışım...
"hep kaçmak makâmını hayâle memur bedenim
çakılıp kaldı
bu zindan zemine
cüce odalara açılan
büyük kapılar da yok Yageder
beni bulamazsın karşında…

ses yok.. eşyâ yok.. mekân yok.." 

diyen şiirler...
Son dönemeçte bütün renklerin soluklaşıp siyaha tahvil olduğu ân kaçacağım biliyorum... dön(e)memek üzere.

İsimsiz

Bambaşka bir sarı zambak
Kelebekleri kıskandırırdı yürürken. Sanki yer çekimi yokmuş ya da tüymüş gibi süzülürdü bir yerden bir yere giderken ve toprak incinmezdi o üstüne basınca. Mâvi çivit mâvisi, yeşil nil yeşili, pembe şeker pembesi olur, yavruağzının yanakları allaşırdı onun için. Uzak iklimlerin masalları, akla üşüşmek için sıraya girerdi  onu görünce. O varsa, yavruağzı lâciverde kaçmazdı, gece olmasın diye. Ve ay çivilendirdi yerine yakamozlar mehtaptan mahrum ve öksüz kalmasınlar diye. Yaz ısıtır ama kış üşütmezdi  o varken ve ruh ilkyaz ikliminde saltanat sürerdi hep.

Bakışları ne kadar delici ise bir o kadar da munis ve utangaç idi. Gölgeli bal renkli gözlerinde çokluk mâveranın buzu hüküm sürse de zaman zaman vuslatın ışığı çakardı. Has bahçeden çalınıp kırlara bırakılmış sarı bir zambak gibiydi; öylesine başka, öylesine mütenasip, öylesine vakur ve öylesine mütevazı.. Ehli olmayan anlayamazdı onun hasbahçenin çiçeği olduğunu ve o da belli etmez, belli etmek için hiç çaba göstermezdi. Zira onu anlamayan için ne bahçenin, ne çiçeğin ne de rikkatin önemi olmadığını bilirdi.
Başkaydı işte.. bambaşka...

Ah minel aşk ve halâtihi
Yedi dağdan topladığı yedi çiçeğin usaresini bal buharında çıkarıp üstüne yedi gün şiir okuyarak hazırladığı iksiri içince ruhu esriyen bir adam, onun bakışlarındaki vuslat ışığını yakalamak isterken mâveranın buzuna kapıldı ve bilinmedik bir âleme nefyoldu...
Kimsecikler yoktu sürgün olduğu yerde. Zifiri sessizlik hüküm sürüyordu.
Adam şikayetçi değildi; çünki sürgününün sebebiyle kaplanmıştı varlığı. Karanlıklar içinde gölgeli bal renkli ışıklar, sarı zambaklar vardı; erişemeyeceği, dokunamayacağı kadar uzakta olsalar da görüyordu ya... Dört tarafı buzdu amma o çok uzaklardaki ışık donmasına mâni oluyordu. Herşeyiyle teslim olmuştu ve gözlerini her kapadığında vuslat rüyası görüyordu...

Ilık bahar rüzgarında uçuşan sarı zambaklar okşuyordu yüzünü. Zambakların her dokunuşu cehennemî bir yakışla dalasa da yüzünü, onun varlığına hâkim oluşun buzlu serinliği ile yanmaz hâle geliyor ve o anlarda bir sonsuzluk şarabı ummanına gark oluyordu.
Sonra ellerini uzatıp usulcacık o bahar filizi parmaklara dokunuyor, her temas zaman çarkını tersine çevirip evvelki baharları yeniden ve yeniden yaşatıyordu...  Uçlarında en tatlı tebessümün tohumunu barındıran dudaklarının birleştiği noktaya yapılan yolculuklarda bütün bedenini kasıp kavuran bir kamaşma ile öylesine doluyordu varlığı ki hem güneşe ve hem aya ve hem yıldızlara dokunuyordu. Sekizinci renkle müzeyyen, beşinci mevsimle mübeşşer oluyordu o anlarda. O anlarda Faust olup zamana dur ey zaman geçme demek, Chopin olup bütün noktürnlerin en güzelini bestelemek, Yahya Kemal olup lâlezardaki ahbâba gazel yazmak istiyordu.

Persona non grata
Rüyadan uyanınca Mephisto düştü aklına; onun Mephisto'su sarı zambaklardı...
Ve böylece gün ortasında karanlığı yaşamaya, kalabalıklar içinde yalnızlığın kekreliğini tatmaya başlayınca anladı baharların sarı sıcağa ya da mâvi soğuklara götürdüğünü ve işte o an kendisini kendi ülkesinin istenmeyen adamı ilan etdi.
Gem vuramadığı hislerinin, "Bekle, zambakların zamanı geçinceye kadar bekle" diyen Mephistovâri ateşi ile aklının zehirli kıymıklarının cengi başlamışdı...
Böylece ruhu boşluk elbisesini giydi.
Ve fenâyı bildi o an; fâni oldu.
"Bildim" dedi, "bildim..."
Bildiğiyle uçmaya vardı.

18 Aralık 2018 Salı

Ah şu kelimeler



Yıllar önce Dil ve Târih - Coğrafya Fakültesi'nde asistan olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Birkaç asistan aynı odayı paylaşıyorlardı. Asistanların saygılı hâllerinden önemli birisi olduğunu anladığım yaşça büyük, tok sesli bir beyefendi birşeyler anlatıyordu. Bir köşeye ilişip ben de dinlemeye başladım. Sonradan profesör Mustafa Kafalı olduğunu öğrendiğim hoca, lîsan (*) konusunda konuşuyordu.
Kafalı hoca, lîsanları ihtiyaçların doğurduğundan bahisle örnekler vermişti; bâzılarını hâlâ hatırlarım. Evet, Ceneviz, Venedik gibi İtalyan şehir devletçiklerinin denizcilikle olan uğraşıları sebebiyle bugün bile pek çok denizcilik terimi İtalyanca idi. Arapların deveye ihtiyaçları sebebiyle Arpaça'da onlarca deve ile ilgili kelime vardı. Keza Türklerin hayatında atın önemi sebebiyle Türkçe'de atla ilgili onlarca kelime yok muydu?
Evet, lîsanı ihtiyaçlar şekillendiriyordu. Lîsanlar, başka lîsanlardan kelimeler alıyor, kelimeler veriyordu. İngilizce'deki pek çok kelime Farsça'dan gelmiyor muydu? Mesela, kardeş anlamındaki "brother" kelimesi Farsça "birader"den, anne anlamındaki "mother" kelimesi "mader"den, baba anlamındaki "father" kelimesi "peder"den, kız evlat anlamındaki "doughter" kelimesi "duhter"den, yıldız anlamındaki "star" kelimesi "sitare"den gelmiyor muydu? Türkçe yoğurt kelimesi İngilizceye yoghurt olarak geçmemiş miydi?

Yıllar boyunca hep bu anlayışla baktım lîsana ve Türkçeye. Bir kelimenin kökünün nerede olduğuna bakmadan Türk insanının o kelimeyi anlayıp anlamadığı, kullanıp kullanmadığı önemli oldu benim için. Meselâ tren kelimesi Fransızca'dan gelmekle birlikte, Türkçe'de öylesine benimsenmiştir ki türkülerimize bile girmiştir, "kara tren gelmez m'ola" diye. O hâlde tren kelimesi Türkçe'dir  artık. Mesela çay kelimesi. Çince "ça'" kökünden gelen bu kelime o kadar bizden olmuştur ki "Türk çayı" bile vardır.  Semaver kelimesi Rusça samovar kelimesinden gelmektedir. Aşk Arapça'dan.
Bu kelimelerin köküne bakarak kim onların Türkçe olmadığını söyleyebilir ki! Harf, köken temelli bir lîsan anlayışının, insanların kafatasını ölçerek Türk olup olmadıklarını anlamaktan farkı nedir ki?
Velhâsıl insanlarımız bir kelimeyi anlıyor, kullanıyorlarsa o kelime Türkçedir; ve Türkçenin ne özü ne de üveyi yoktur.
Aynı zamanda kültürün nesilden nesile taşıyıcısı da olduğundan, lîsanı ihtiyaç yokken değiştirmeye çalışmanın kültürel bir kopuşu da beraberinde getireceğini unutmamak gerekiyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 yılında Memleketimizi ziyarete gelen İsveç Veliahdı Prens Güstav Adolf şerefine Çankaya Köşkü’nde verilen ziyafette yaptığı 158 kelimelik konuşmasında (**) geçen ve "öztürkçe" olduğu söylenen tükel özgü, süerdem, yaltırık, özenc, ıssı, kıldac,  anıklanmak, baysal, söyünc, genlik, gönenç, tüzün kelimelerini kaç kişi anlamakta hatta bilmektedir? Nitekim, Gazi de sonraki yıllarda öztürkçeden Türkçe'ye geri gelmiştir.

Bizzat yaşadığım bir hâdiseyi de belirtmeden geçemeyeceğim.
Bilebildiğimiz doğum târihine göre 94 yaşında vefat eden rahmetli babam, hayatta iken torununun torununu görüp konuşmuştu. Tam beş nesil! Babam "cevap" dediğinde torununun torunu anlıyordu, torununun torunu "imkânsız" dediğinde de babam. Şimdilerde cevap yerine yanıt demek moda oldu.
Lîsan, insanlar arasında anlaşmayı ve iletişimi sağlamak üzere bir araç olduğuna göre, beş neslin iletişimini sağlayan cevap kelimesinin yerine "yanıt" demek nedendir? Torununun torunu babama yanıt deseydi babam ne anlardı? Hangi ihtiyaç "yanıt" kelimesini doğurmuştur? Hiç bilemedim, bulamadım..
Sırf Arapça veya Farsça kökenli diye Türkçe'den kelime atmanın Türk kültürüne ve kültür mirasına neticelerini görmeye başladık ve bu gidişle daha da şiddetle görmeye devam edeceğiz. Öyle ki, çok değil 70 yıl önce yazılmış bir metni anlamakta bugünkü nesil zorluk çeker hâle getirildi. Özleşme denilen anlayış Türkçeyi gittikçe daha fakir bir hâle getirmektedir. Bugün sarih, vâzıh, müstehcen, münhal, âşikâr, küşade, alenî, bâriz kelimelerinin hepsinin yerine sadece "açık" kelimesini kullanıyoruz. Oysa sarih: berrak, net, anlamı açık; vâzıh: apaçık ve net olan; müstehcen: çirkin sayılan, ayıp; münhal: boş, doldurulmamış; küşâde: açık, açılmış; alenî: gizli olmayan, açık ve aşikâr olan; bâriz: ortaya çıkan, açıkta olan anlamlarına gelmektedir ve hepsinin kullanılma yeri ayrıdır.
Bakın şu cümlelere:
Bu konu gayet sarih.
Konuyu gayet vâzıh bir şekilde ortaya koydu.
Bu film çok müstehcen.
Bu kadro münhal.
Yalan söyleyenin kim olduğu alenî.
Bu kişinin hileci olduğu bâriz.
Her birisinde başka bir renk var. Bu renkleri teke indirmenin bizi fakirleştireceği âşikar.
Şu hususu hiç unutmamak gerekiyor: Biz Türkçe oldukça varız.

( * Dil, bir organı; Türkçe, Arapça vs. ise konuşulanları ifade ettiği için konuşulan kelimeler topluluğuna dil yerine lîsan demeyi tercih ediyorum.)
(** Bu konuşmanın tam metnini http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/isvec-krali-ve-turkiye-isvec-iliskileri-hakkinda-konusma adresinde bulabilirsiniz.)

Cehâlet

Eskiler, cehâletin üç türünü târif etmişler: Cehl-i basit, cehl-i mürekkeb ve cehl-i mîkab.
Bunlardan cehl-i basit, adından da anlaşılacağı üzere cehaletin en basit hâli olup, bir şeyi bilmeyenler  için kullanılır. İkinci tür cehl-i mürekkeb, iki derekeli bir cehaleti anlatır ve bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyenleri tavsif eder. Cehl-i mîkaba gelince; âdeta cehaletin üç boyutlu hâlini ifade eden bu târif bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen amma biliyorum zannedenler için kullanılır.

Cehl-i basitten muztarip olan, bilmediği için susar ve hatta bilmediğini öğrenme isteği gösterebileceği için mâzur görülebilir. Cehl-i mürekkebin pençesindeki kişi, ceheletinden habersiz olduğu için öğrenmek de istemez ve cehâletin kalıcılığını sağlayarak zararını böylece ortaya koyar. Ya cehl-i mîkabın gayya kuyusuna düşen?! Câhili olduğu konuları biliyorum zanneden bu kişi türü, her bakımdan en büyük zararları verir. Gerçekten, cehl-i mürekkeb vebâsına yakalanmış kişi, bilmediklerini biliyorum zannetdiğinden  cehaletinin farkında olamaz ve böylece hem cehaletinin sürmesini sağlar, hem de yanlışları ile çevresini karartır.

Etrafınızda böylelerini görmüşsünüzdür. Her konuda bilgileri vardır, her konuda ahkâm keserler, en doğrusunu onlar bilmektedirler... Böylelerinin yanlışlarını da düzeltemezsiniz, zira bilmediklerini biliyorum zannetdiklerinden yanlış yapmadıklarından da emindirler.

Bu cehâlet türlerine, okumamış ya da çok az okumuş kişilerde rastlanabileceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zira televizyonlarda, gazetelerde bakıyorsunuz isminin başında bir takım akademik titrleri olan eşhas, uzmanı olmadıkları konularda en iyisini onlar biliyormuşçasına ahkâm kesmektedirler. Örnek mi? Mühendislik dışı her alanda derya-deniz tarihçileri, dinler târihinde uzman jeologları her gün televizyonlarda görmüyor muyuz!

Oysa, bu "hoca"ların kendi alanlarını "bilen" meslek erbabı yetiştirmeleri gerekmiyor mu(ydu)?
Bırakın uzak târihini yakın târihini bile bilemeyen kişiler yetiştirdiler.. Hâlen videosunu internette bulup seyredebilirsiniz, bir kaç yıl önce bir televizyon kanalında sunucu, vatandaşlara "Mısır piramitleri Türkiye'den kaçırılmış. Nasıl kaçırılmış olabilir?" sorusunu soruyor ve cevaplarını alıyordu. Deniz yoluyla diyenler mi arasınız, gümrükte adamı vardır diyenler mi.. Hele bir genç vardı ki, bu kaçakçılık konusunu "enine-boyuna" ve kendinden çok emin bir şekilde irdeledikten sonra ne yapılması gerektiği konusunda ahkâm kesiyordu. En sonunda televizyon sunucusu o gence sormuştu, "mesleğiniz nedir?" diye. Neydi genç adamın mesleği biliyor musunuz? Tarih öğretmeni!

Oysa bilmiyorum demek bir zayıflık değil, erdemdir. Bilmediğini bilen insan öğrenir. Öğrenen insan yanlışı söylemez. Ne demiş eskiler "Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz."




25 Kasım 2018 Pazar

Çengelhan - Ankara



     Anadolu'dan geçen ticaret yolları üzerinde, kervanların emniyetle konaklayabilmeleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için pek çok kervansaray inşa olunduğu gibi, şehirlerde de ticarî faaliyete yönelik şehiriçi hanları inşa olunmuştur. Ankara ve çevresinin dericilik, tahıl ve üzüm üretimi yanında, Ankara keçisi tiftiğinden “ sof” üretim merkezi olması sebebiyle Ankara’da da pek çok şehiriçi hanı bulunmaktaydı.
     Şu an Altındağ Belediyesi binasının bulunduğu Samanpazarı’ndan kaleye doğru çıkan Koyunpazarı Sokak civarında Pirinç Han, Safran Han, Ağazâde Han, Bâlâ Hanı, Rençber Hanı, Çukurhan, Çengelhan, Yenihan, Kurşunlu Han, Mahmut Paşa Bedesteni gibi onlarca han bulunduğu için bu bölge “hanlar bölgesi” olarak, Koyunpazarı Sokağının üst ucunda yer alan meydan ise At Pazarı olarak bilinmektedir. Çengelhan, At Pazarı denilen bu meydanın batı tarafında yer almaktadır. Çengelhan’ın ana kapısı üzerinde bulunan kitabesinde sülüs hat ile ve iki satırda dört kartuş içinde:

“Tamam oldu çün binâsı bu hânın
Sarayıdır hakikat kârbânın
Tamam olduğun görüb didi dil
Melih’ül-hayr tarihin bu hânın”
Yazmaktadır.
     “Melih’ül-hayr tarihin bu hânın” cümlesinden anlaşıldığı üzere, hanın yapım tarihini belirtilen ibâre, مليح الخير (melih’ül-hayr) olup; bu ibârenin ebced hesabında karşılığı 929’dur ve miladî takvimde karşılığı 1522 veya 1523 yıllarına tekabül etmektedir. Dolayısı ile, binanın yapım tarihi 1522/23 M. senesidir. Vakıf defteri kayıtlarına göre Çengelhan’ın bânisi Rüstem Paşa’dır; ki Güzelce Rüstem Paşa olsa gerektir.
     Çengelhan’ın üst kat güneybatı köşe odası duvarında bulunan sıva üstü bir yazıdaki ١١٥٤ (1154 H.) (1741-42 M.) tarihinden Çengelhan’ın 1741-42’de muhtemel bir onarım geçirdiği sonucu çıkarılabilir. Han avlusunda yer alan binadaki bir onarım levha-kitabesinde ise, Hanın, camiinin tamamiyle harab olmasından dolayı 1891-92 M. (1309 H.) yılında bir tamirat geçirdiği belirtilmektedir.
     Zaman içinde oldukça bakımsız ve adeta harap bir hâle gelen, bodrum katı tamamen molozla dolan Çengelhan'ın,Ankara Büyükşehir Belediyesi’nce restore edilmesi düşünülerek 1992’de bâzı çalışmalar yapılmışsa da, bu girişim akim kalmıştır. Nihayet, Vakıfar Genel Müdürlüğü’nden Rahmi M. Koç Vakfı’nca kiralanan yapıda 2003 yılında restorasyon çalışmalarına başlanılmış ve 2005 yılında restorasyonu bitirilerek Rahmi M. Koç Müzesi (sanayi müzesi) olarak hizmete açılmıştır. Bu restorasyonda, bazı odalar arasında büyük açıklıklar açılarak odalar biribirine bağlanmış, hanın açık avlusu, çelik – cam bir konstrüksiyonla kapatılmış ve batı cephesinin bodrum seviyesine ahşap camekânlı bir bölümün ilâve olunmuştur.
     Bir 16. Yy. hanı olarak orijinal hâli en fazla korunarak günümüze gelebilen hanlardan olan Çengelhan, üst katında mescid bulunan yarım daire kemerli gösterişli giriş birimiyle etkileyici bir yapdır.
     Dikdörtgen plânlı, açık avlulu Çengelhan’ın ana kapısı, kuzeydoğu cephesinin doğuya yakın kısmında ve dolayısı ile asimetriktir. Sivri kemerli ana giriş, önce üst kattaki mescidin zeminini taşıyan ahşap tavanlı bir mekâna ve bilahare duvarları çeşmevari birer nişle hareketlendirilmiş aynalı tonozlu bir koridorla, üstünde kitabenin bulunduğu basık kemerli ana kapıya bağlanır ve avluya ulaşılır. Avlunun etrafı, her iki katta da dikdörtgen ayaklara oturan yarım daire kemerli birer revakla çevrilidir. Avlu çevresindeki revakların örtüsü, beşik tonoz olup; revak kemerlerinin beşik tonozları ile revak aksındaki beşik tonozların kesişme yerlerinde penetre tonoz meydana getirmektedir.
     Revakların gerisinde, kapıları revağa açılan odalar yer alır. Köşelerde yer alan odaların kapıları revakların kesişme noktasında yer alır. Odaların örtü sistemi köşeler hâricinde beşik tonozlu olup; köşelerde, 90 derecelik beşik tonozların kesişimi ile köşe odalarının örtüsü yarım penetre tonozlu oldukça ilginç bir formdadır. Odalarda, birer ocak ve revağa açılan birer pencere bulunur. Güneybatı kanadının güneye yakın ucunda, köşe odasından önce gelen bir koridorla batıya oda cesametinde bir taşıntı yapan bir mekân bulunur. Yine revağın orta kesiminde 3 revak gözünün genişliğinde avluya taşıntı yapan tek katlı bir mekân yer almaktadır.
     Avlunun, batı köşesindeki iki kollu bir merdivenle bodruma inilmektedir. Bodrum, binanın eğimi dolayısıyla Hanın güneybatı kanadının altında yer almaktadır. 8 adet dikdörtgen prizması formunda ayaklara kuzeybatı – güneydoğu aksında beşik tonozlu örtü sistemi oturur. Ayaklar arasındaki kuzeydoğu – güneybatı aksındaki beşik tonozların kesişimi ile muhtelif haç ve penetre tonoz kombinasyonları oluşur. Bodrumun, birisi güney cephenin güneydoğu ucundan Arı Sokağa; diğerleri güneybatıdaki bahçeye açılan kapıları vardır.
     Ana kapının hemen sağında yer alan bir merdivenle birinci kata çıkılır .Bu katta da zemin kattaki gibi revaklar, revak ekseni boyunca uzanan beşik tonozlarla örtülmüş; bu tonozlar yine revak tonozlarıyla penetre tonoz formunda kesişmişlerdir. Revak gerilerinde bu katta da odalar yer almaktadır. Kuzeydoğu cephesi hâriç diğer cephelerde odaların dışarıya açılan ve üstleri yuvarlak kemerli birer küçük pencere açıklıkları vardır. Revağa açılan birer penceresi de bulunan odalarda ayrıca birer ocak nişi de bulunmaktadır. Ana giriş ünitesinin hemen üstünde yer alan mescide 5 basamaklı bir merdivenle çıkılmaktadır.
Yapı, oda ve revakları alaturka kiremitli bir kırma çatı ile örtülmüştür.
     Hanın cepheleri, kaba yonu taşı ile kurulmuş olup; birinci kat pencerelerinin altında üç sıra tuğladan bir şerit hatıl bina etrafını dolanmaktadır. Kuzeydoğu cephesinde hiç penceresi olmayıp; kuzeybatı ve güneybatı cephelerde zemin ve birinci kat odalarının dışarıya açılan birer küçük penceresi bulunmaktadır. Güneydoğu cephesinde birinci kat odalarının penceresi varken, zemin kat odalarının bâzılarının penceresi vardır. Bu pencerelerin bâzıları zamanla kapatılmıştır. Pencereler, aynı ölçüde ve aynı düzende olup, cephede söveleri ve lentoları beyaz taştır. Ayrıca pencerelerin üstlerinde alınlıkları tuğla ile sağırlaştırılan birer kemer vardır. Bu kemerler, zemin katta kaş, birinci katta ise yuvarlak formdadır.
     İç mekânda duvarlar, bodrum hariç diğer katlarda dış cephelere göre farklılık gösterir. Zemin katta; odaların, revaklara bakan duvarları zeminden tonozların başlangıç noktasına kadar 2 sıra kaba yonu taşı ve iki sıra tuğla almaşığı ile; birinci katta ise yer yer bir sıra kaba yonu yaş üç sıra tuğla ile ve yer yer de sâdece kaba yonu taş ile kurulmuştur.
     Revakların avluya bakan yüzleri ise, zemin kat kemer ayaklarının yarısına kadar kesme taş, bundan yukarısı ise bir sıra kesme taş üç sıra tuğla almaşığı ile kurularak daha hoş bir görünüm elde edilmiştir. Zemin kat kemerleri bir sıra kesme taş üç sıra tuğla; birinci kat kemerleri ise sıralı olarak zemin kattaki gibi bir sıra kesme taş üç sıra tuğla ve kilit taşı kesme taş olmak üzere tamamen tuğladan çatılmıştır. Oda kapılarının lento üzerleri zemin katta alınlığında aynalı kemer, birinci katta ise kaş kemerle çatılmıştır. Pencere ve kapı lentoları ahşaptandır.
     Belirtilen özellikler yanında birinci kat pencerelerinin dış kemerleri ile revaklara açılan pencerelerinde üç dilimli kemer kullanılması; ana girişte iki kata şamil tek bir kemer tercih edilmesi, üst kata çıkan merdivenin altının masif tutulmayıp adeta sait kemer görünümünde yarım yuvarlak kemerle hareketlendirilmesi, odalarda yer alan ocak nişlerinin üst kısmının birer konsolla dışa taşırılarak, ocak üzerine bir nevi raf olarak işlev görecek şekilde yapılmış olması bu Hanın özenli tasarımını göstermektedir.
     Günümüzde, binanın tümünde duvarlarda sıva yoktur. Ancak, 1741-42 tarih kaydını taşıyan ve üst kat güney köşe odası duvarında bulunan yazının sıva üstüne yazılmış olması, hanın ilk inşaında duvarların sıvalı olabileceğine veya 1741-42 senesindeki tamirat / tadilatta sıvanmış olabileceğine karine teşkil edebilir. Bu yazı gibi sıva üzeri başkaca bir kalem işi süsleme olup olmadığı konusunda elimizde bir veri yoktur. Ancak, bina girişinde bulunan kimi süsleme unsurları bu ihtimalin pek de yabana atılmayacağını göstermektedir. Gerçekten, ana giriş aynalı tonozunun yan duvarlarında yer alan birer stilize servi kabartması ile tonozun üzengi hattındaki süslü konsollar ve yukarıda belirtilen estetik ögeler bu iddianın hiçte yabana atılmayacağını ortaya koymaktadır.
     Kemerlerin tuğla veya taş tuğla almaşığı ile kuruluşundaki özen, basık kemerden aynalı kemere, kaş kemerden üç dilimli kemere ve nihayet oldukça azametli yarım daire kemerler ve bu kemerlerin gölgesindeki aydınlık avlusuna, tamamen tuğla ile kurulmuş tonozların ahengine kadar pek çok unsur göz önüne alındığında, özel olarak bir süsleme unsuruna yer verilmemiş olsa bile Çengelhan'ın mimarî kurgusu esaslı bir estetik beğeni uyandırmaktadır.

Çengelhan'ın restorasyon öncesi avlusundan görünüm

Çengelhan'ın restorasyon öncesi avlusundan görünüm
Restorasyon sonrası revaklardan bir görünüm


Google Harita :  https://goo.gl/maps/Q1KVCg2LWVL2

20 Kasım 2018 Salı

Türkçemiz


İlkokul yıllarında okuduğum Refik Halid Karay'ın "Eskici" isimli hikâyesini hiç unutmadım. Babası ve annesi öldüğü için İstanbul'dan Filistin'deki halasının yanına gönderilen beş yaşındaki Hasan'ın hikâyesidir bu. Yolculuğu boyunca Türkçe konuşanlar gittikçe azalır ve sonunda Türkçe konuşan hiç kimse kalmaz etrafında.

Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.

Gönderildiği yerde, Arapça'yı anlamaya başlasa da altı ay hiç konuşmaz Hasan; taa ki bir gün eve çağırılan seyyar bir ayakkabı tamircisini seyrederken, nerede olduğunu unutarak tamirciye Türkçe olarak "Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye soruncaya kadar. Sonrasında şunlar olur:

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
"Türk çocuğu musun be?"
"İstanbul' dan geldim!"
"Ben de o taraflardan ... İzmit' ten!"
...
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Ve tamircinin işi biter, gitme zamanı gelir.

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor ... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
"Ağlama be! Ağlama be!"
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

İlk okuduğumda Hasan gibi benim de gırtlağımda lokmamı yutamamışım gibi bir sert düğüm oluşmuş ve ağlamıştım; Türkçe için değil elbette; Hasan'ın gurbeti ve kaçınılmaz sürgünü için. Şimdilerde okuduğumda ağlamasam da hâlâ boğazıma bir sert düğüm gelir oturur; bu defaki düğüm Hasan için olduğu kadar Türkçe içindir...

Sâhip olduğumuz pek çok nimetin farkında olmadığımız gibi Türkçenin de kıymetini bilmiyoruz. İlkbahar güneşini, şırıltılı gümüş dereleri, balın tadını, karın soğukluğunu, ateşin sıcaklığını aynelyakîn derecesinde anlatan Türkçemizin kıymetini bilmiyoruz. Türkçe, zaman içinde rengine ve ruhuna pek çok darbe aldı ve bilerek veya bilmeyerek fakirleştirildi. Bu yüzden de şimdilerde yazılan romanlarda, hikâyelerde eskilerin tadı yok. Okuyun lütfen eski hikâyeleri, şiirleri, romanları ... Refik Hâlid Karay'ı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, Necip Fazıl Kısakürek'i, Kemal Tahir'i, Yahya Kemal Beyatlı'yı, Ömer Seyfettin'i, Sabahattin Ali'yi. Nasıl da okuduğunuz eserin içine girdiğinizi, başka âlemlere yolculuklar yaptığınızı görecek, okurken hissettiğiniz o lezzeti unutmayacaksınız.
Peki ne oldu da o lezzet kayboldu? Nasıl olup da birkaç yüz kelimeyle konuşan bir topluma döndük? Pek çok kelimeyi "şey, şeyi, şeyini" gibi renksiz ve ruhsuz bir dolgu ile katlederek bu tatsız anlatım derekesine düştük?
Minareye "cami yanındaki kule", ezana "imamın okuduğu şarkı" deme cehaleti nasıl doğdu? Üniversite öğrencilerimiz, milyonlarca kişinin huzurunda cehaletleri ortaya çıkınca -sanki övülmüşçesine- gülme patolojisine nasıl tutuldular?
Nasıl oldu da yaşayan Türkçe yerine -hiç gereği yokken- yabancı kelimeler kullanmaya başladık? 

Aslında bu yabancı lisan kullanımının yeni olduğunu zannetmiyorum. Maliye ve millî savunma bakanlıkları ile Büyük Millet Meclisi başkanlığı yapan M. Abdülhalik Renda'nın hatıratında, babasıyla Fransızca mektuplaştığını yazdığını düşündüm de, önce Fransızca şimdilerde ise İngilizce bir moda hâlinde gerekli gereksiz kullanılıyor. Yanlış anlaşılmasın yabancı lisan öğrenilmesine asla karşı değilim. Ancak, yabancı lisan bilim için, sanat için kullanılmalıdır; tamam yerine okey, hoşçakal yerine baybay demek için değil. Kaldı ki hala ile teyzeyi ve yengeyi, amca ile de dayıyı ve enişteyi birer kelimeye sığdıran İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca bize edebî bakımdan ancak bir havuz verebilir. Oysa biz Türklerin dünyası umman ister.

(İtalik kısımlar "Eskici" hikâyesinden alıntıdır)




Kebapçı Hacı Halit - Diyarbakır

  Diyarbakır Ulu Camiini ziyaretim esnasında acıkınca, etraftaki birkaç esnafa yemek yiyebileceğim iyi bir esnaf lokantası sordum ve hepsind...