20 Kasım 2018 Salı

Türkçemiz


İlkokul yıllarında okuduğum Refik Halid Karay'ın "Eskici" isimli hikâyesini hiç unutmadım. Babası ve annesi öldüğü için İstanbul'dan Filistin'deki halasının yanına gönderilen beş yaşındaki Hasan'ın hikâyesidir bu. Yolculuğu boyunca Türkçe konuşanlar gittikçe azalır ve sonunda Türkçe konuşan hiç kimse kalmaz etrafında.

Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.

Gönderildiği yerde, Arapça'yı anlamaya başlasa da altı ay hiç konuşmaz Hasan; taa ki bir gün eve çağırılan seyyar bir ayakkabı tamircisini seyrederken, nerede olduğunu unutarak tamirciye Türkçe olarak "Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye soruncaya kadar. Sonrasında şunlar olur:

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
"Türk çocuğu musun be?"
"İstanbul' dan geldim!"
"Ben de o taraflardan ... İzmit' ten!"
...
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Ve tamircinin işi biter, gitme zamanı gelir.

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor ... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
"Ağlama be! Ağlama be!"
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

İlk okuduğumda Hasan gibi benim de gırtlağımda lokmamı yutamamışım gibi bir sert düğüm oluşmuş ve ağlamıştım; Türkçe için değil elbette; Hasan'ın gurbeti ve kaçınılmaz sürgünü için. Şimdilerde okuduğumda ağlamasam da hâlâ boğazıma bir sert düğüm gelir oturur; bu defaki düğüm Hasan için olduğu kadar Türkçe içindir...

Sâhip olduğumuz pek çok nimetin farkında olmadığımız gibi Türkçenin de kıymetini bilmiyoruz. İlkbahar güneşini, şırıltılı gümüş dereleri, balın tadını, karın soğukluğunu, ateşin sıcaklığını aynelyakîn derecesinde anlatan Türkçemizin kıymetini bilmiyoruz. Türkçe, zaman içinde rengine ve ruhuna pek çok darbe aldı ve bilerek veya bilmeyerek fakirleştirildi. Bu yüzden de şimdilerde yazılan romanlarda, hikâyelerde eskilerin tadı yok. Okuyun lütfen eski hikâyeleri, şiirleri, romanları ... Refik Hâlid Karay'ı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, Necip Fazıl Kısakürek'i, Kemal Tahir'i, Yahya Kemal Beyatlı'yı, Ömer Seyfettin'i, Sabahattin Ali'yi. Nasıl da okuduğunuz eserin içine girdiğinizi, başka âlemlere yolculuklar yaptığınızı görecek, okurken hissettiğiniz o lezzeti unutmayacaksınız.
Peki ne oldu da o lezzet kayboldu? Nasıl olup da birkaç yüz kelimeyle konuşan bir topluma döndük? Pek çok kelimeyi "şey, şeyi, şeyini" gibi renksiz ve ruhsuz bir dolgu ile katlederek bu tatsız anlatım derekesine düştük?
Minareye "cami yanındaki kule", ezana "imamın okuduğu şarkı" deme cehaleti nasıl doğdu? Üniversite öğrencilerimiz, milyonlarca kişinin huzurunda cehaletleri ortaya çıkınca -sanki övülmüşçesine- gülme patolojisine nasıl tutuldular?
Nasıl oldu da yaşayan Türkçe yerine -hiç gereği yokken- yabancı kelimeler kullanmaya başladık? 

Aslında bu yabancı lisan kullanımının yeni olduğunu zannetmiyorum. Maliye ve millî savunma bakanlıkları ile Büyük Millet Meclisi başkanlığı yapan M. Abdülhalik Renda'nın hatıratında, babasıyla Fransızca mektuplaştığını yazdığını düşündüm de, önce Fransızca şimdilerde ise İngilizce bir moda hâlinde gerekli gereksiz kullanılıyor. Yanlış anlaşılmasın yabancı lisan öğrenilmesine asla karşı değilim. Ancak, yabancı lisan bilim için, sanat için kullanılmalıdır; tamam yerine okey, hoşçakal yerine baybay demek için değil. Kaldı ki hala ile teyzeyi ve yengeyi, amca ile de dayıyı ve enişteyi birer kelimeye sığdıran İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca bize edebî bakımdan ancak bir havuz verebilir. Oysa biz Türklerin dünyası umman ister.

(İtalik kısımlar "Eskici" hikâyesinden alıntıdır)




Kebapçı Hacı Halit - Diyarbakır

  Diyarbakır Ulu Camiini ziyaretim esnasında acıkınca, etraftaki birkaç esnafa yemek yiyebileceğim iyi bir esnaf lokantası sordum ve hepsind...