29 Kasım 2023 Çarşamba

Yanlış kullanılan kelîmeler, deyimler ve sözler

 Haydan gelen huya gider

Bu deyim, zahmetsizce kazanılan şeylerin kolayca kaybedilebileceği manasında kullanılmaktadır. Oysa gerçek çok farklıdır. "Hay" Allah'ın sıfatlarından olup, "ebedî hayatla diri" mânasındadır. "Hû" ise  “O” mânasında bir zamirdir. Dolayısı ile bu söz "Ebedi hayatla diri (hayy) olan Allah'dan gelen yine o'na gider"  anlamındadır.

***

Her halde

Çoğu zaman herhalde olarak bitişik de yazılan bu iki kelîme, pek çok kişi tarafından ihtimal belirtmek üzere "sanırım", "zannederim" mânasında kullaınlmaktadır. Oysa her durumda, her şart altında anlamında mutlaklık belirten iki kelimedir. "Her halde gideceğim" denildiğinde  "mutlaka gideceğim" denilmektedir.

***

Özeleştiri vermek

Son zamanlarda, televizyon tartışma programlarında ve gazete yazılarında "özeleştiri vermek" deyimini duyar olduk. "Vermek" fiili, cisimler bakımından bir şeyi bir başkasına vermeyi ifade ederken, gayrı-maddî hususlar bakımından bir konuyu bir merciye intikal ettirmeyi ifade eder. Söz gelimi "ifâde vermek" gibi. Dolayısıyla özeleştiri vermek ancak bir kimsenin sorgulanırken veya yargılanırken yapabileceği bir iş olsa gerektir. Bunun hâricinde bir kimsenin kendi kendisini tenkit etmesi, eleştirmesi için "vermek" fiili değil ancak ve ancak "yapmak" fiili kullanılabilir. Dolayısıyla deyimin doğrusu "özeleştiri yapmak"tır.

***

Almak

Almak fiili, maddî hususlar içinbir şeyi bir yerden almak mânasındadır. Zaman zamana birleşik fiil olarak da kullanılır.  Gayrı-maddî hususlar için de kullanılır. Selam almak, dua almak gibi. Son zamanlarda almak fiili maksadı ve mânası dışında kullanılır hâle geldi. Duş almak, çay almak, kahve almak vb. Oysa duş "yapılır", çay ve kahve "içilir". Yapmak, içmek gibi çeşitli fiillerin yerine "almak" fiilini kullanmak yanlış olduğu gibi, çeşitli işlere ait fiilleri lisânımızdan uzaklaştırarak zayıflattığı da açıktır.

Sebep - neden
Bugünlerde sebep kelîmesinin yerine "neden" kelîmesini kullanıyor bâzıları. Bu kullanımı doğru bulmuyorum. "sebep" İngilizce'deki "reason"kelîmesinin karşılığı iken "neden" "why" soru kelîmesinin karşılığıdır. "Neden" kelîmesi bir soru sorarken "sebep" kelîmesi bir açıklama getirir. "Neden söyledin" derken "neden" kelîmesini kullanmak gerekirken, bu soruya cevap verirken "Şu sebeple söyledim." deriz.
Hep söylüyorum. Birden fazla kavramı bir tek kelîmeye sığdırmak ancak Türkçeyi fakirleştirir.

***

Suistimal - suiistimal
Arapça'da "sui" kötü", "istimal" ise kullanım mânâsına gelir. Dolayısıyla "suiistimal" kelîmesi "kötü kullanım", "kötüye kullanım" anlamındadır. Bu kelîmeyi suistimal şeklinde kullanmak yanlıştır ve -mizahî bir yakıştırma ile- olsa olsa "su kullanmak" anlamını verir. Suiistimal kelîmesini kullanmak zor geliyorsa, -su kullanmak yerine- cümlenin gelişine göre  "kötü kullanım" veya "kötüye kullanım" diyebilirsiniz.

***
Mütevazi - mütevazı
Mütevazi kelîmesi , (ﻣﺘﻮﺍﺯﻯ) Arapça "tevāzі" “paralel yapmak”tan gelir ve paralel demektir.
Mutevazı kelîmesi ise tevazu (alçak gönüllülük) kökünden gelir ve alçak gönüllü demektir. Dolayısıyla, birisine "alçak gönüllü" demek istiyorsanız mutevazı demelisiniz; mütevazi değil.

***


Hâlâ

Şu ân var olan, geçerli olan, süregiden bir durumu ifâde etmek üzere "hâlâ" zarfını kullanırız. Bâzı aklıevveller şapkayı kaldırdılar ya, şimdi bu kelîmeyi "hala" olarak kullananlar var. Oysa hala kelîmesi Türkçe'de babanın kız kardeşini ifâde eder. "Hâlâ gelmedi" yerine "Hala gelmedi" diyorlar; teyze geldi mi acaba?!

***
Salatalık - hıyar
Hıyar olarak bilinen -ve ilmî bakımdan meyve sayılan- sebzeye kibarlık olsun diye salatalık denildiğini biliyorsunuz. Oysa, "salatalık", salatası yapılan her türlü zerzevat için kullanılabilecek bir kelîmedir. Buna göre, marul, domates, havuç ilâ... salatalıktır. Dolayısıyla hıyara salatalık demek yanlış olduğu gibi, Türkçemizde bir kelîmenin unutulmasına yol açar mâhiyettedir.

***
Yanıt
Çeşitli "kesim"lerce "cevap" yerine kullanılan bir kelîme. Pek çok dilbilimciye, hocaya, hâceye, öğretmene, muallim ve muallimeye, gericiye ve ilericiye sordum fakat cevap alamadım bu "yanıt" kelîmesinin kökü, etimolojisi hakkında. YAN, YANI.. Cevâbı karşılayacak bir "üretim süreci"ne ulaşamıyorum. Uydurma bir kelîme olup, kuşaklar arası kültür iletimini bozan bir virüstür.
(Yukarıdaki "kesimler"den kasıt, bilmeden fikir sâhibi olanlar, kullandığı kelîmelere göre kendisine politik yer belirleyenler, muhafazakâr kültüre itiraf edemedikleri bir düşmanlık besleyenlerdir. )

***
Alaturka
Bâzı "sözlük"lerde "Eski Türk töre, 'alışkı' ve yaşama biçimine göre olan", "dünya görüşü ve yaşam biçimi, davranışı güne uygun olmayan, yöntemsiz, ilkesiz, düzensiz (kimse, tutum)" gibi karşılıklar verilmesi TÜMÜYLE YANLIŞ ve dahi insafsızlıktır. Kelîme, İtalyanca "A la Turca"dır ve kelîme karşılığı TÜRK GİBİ demektir. Sözlük mânasına gelince, eğer bir kelîmenin başına geliyorsa, o kelimeye "Türk usûlü, Türk tarzı" mânasını katar. Misal, "alaturka müzik" "Türk usûlü müzik" demektir.
Kimliğinde Türk vatandaşı yazan bir sinema oyuncusu "Türk olarak doğmayı ben seçmedim"  mealinde bir lâf ederken Türk olmaktan nasıl utanıyorsa, yukarıdaki ifâdeler de aynı kapıya çıkar mâhiyettedir.

***

Yasal
Yasal kelîmesi şimdilerde -tıpkı şey gibi- hukuk soslu konuşmanın ve yazmanın vazgeçilmezi oldu.  "Bu durum yasal değil. Yasal hakkımı kullanıyorum. Yasal durum şöyledir. Yasal davranış" bu ve bunun gibi onlarca şekilde kullanılıyor. Hadi bilmeyen kullansın, ya hukukçuların bu kelîmeyi kullanmasına ne demeli? Yasal kelîmesi "yasa" kökünden üretilmiş, yasa da bildiğiniz gibi "kanun" demektir. Şu hâlde yasal "kanunî" manâsına geliyor, değil mi? Ancak, uygulamada sâdece kanunî manâsında değil, "hukukî" manâsında da kullanılıyor. Oysa, her kanunî durum hukukî olmakla birlikte, her hukukî durum kanunî değildir. Gerçekten, bir yönetmelikte yer alan hususa temas ederken yasal denilmesi fâhiş hatadır. Dolayısıyla "yasal" kelîmesinin yerli yersiz kullanılması bir karmaşaya, bir kargaşaya, bir yanlışlığa sebep oluyor. Kanunda yer alan hususlar, kanuna göre yapılan işler için kanunî, hukuka ilişkin hususları ifade etmek için de hukukî kelîmeleri kullanılmalıdır.

***

Usul - usûl
Türkçe'de iki tâne "usul" kelîmesi vardır. Birincisi Arapça'dan Türkçe'ye geçmiştir  ve kökleri asıllar, üstsoy, yöntem, metod mânalarına gelir.
"Onun aslını bilirim", "Usul ve füruya karşı işlenen suçlar", Bu işin usulü böyle değildir." Bu cümleler yukarıdaki mânalara misaldir.
İkinci kelîme ise Türkçe "usul" kelîmesidir ki yavaş mânasına gelir. "Usul usul geldi", "Usulca yanıma sokuldu." misallerinde olduğu gibi.
Ama bu kelîmeyi şapkasız kullandığımızda işler karışıyor. Yavaş mânasındaki kelîmede herhangi bir ses uzaması veya incelmesi olmadığı hâlde, Arapçadan geçen kelîmede, kullanılan yere ve kullanılmasına göre ses incelmesi veya ses uzaması gereklidir. Bu yüzden üstsoy, yöntem mânasında kullanıldığında kelîmenin "usûl" olarak yazılması gereklidir.

19 Kasım 2023 Pazar

Bakiye

 Daha kaç nisan kaldı tül kanatlı çiçekleri görebileceğin,

Huzura vâsıl olacağın kaç vakt-i müstesnâ,

Hemhâl olacağın ne kadar mutluluk,

Daha kaç fırsat kaldı tevbe-i nasuha,

Neresindensin ömür denilen bu kısa yolculuğun,

Daha kaç menzilin kaldı ... 


Elbet geçecek kapından o tamahkâr bezirgân,

Yalanla sarmalanmış sîmalar alıp

Zamana uygun maskeler vermek için,

Sonrasız sıradanlığınla alıp

Mutlu olacaksın bir zaman.

Kalan zamanı düşünmeden...


Daha kaç gün kaç saat kaldı...

2 Ağustos 2023 Çarşamba

İtirafı müşkül bir seraba dair itiraflar

Vardılar.

Vâr olmuş olmalılar.

Vâr olmaları gerekiyordu.

Fakat...

İhtimâl iklimi şiirlerde değil yaşamanın içindeymiş...

Yok'un aynadaki aksi imiş var; altmış yılın yekûnu da hayalât.

Şu hayat denilen Tatar içkisinin bin kerre bin sahneli piyesinin son perdesinin zili çalıyor, 

haydi seyre, ey hayâllerim ve seraplarım 

        -ki siz en vefâlı dostlarım oldunuz...

Saman kağıda basılmış on kıtalı bir taşra ağıdının hüznünü yaşamak için ey hâzirun!

Gelin ve dinleyin! Hayallerimi ve sükutlarını

ve dibe çökmüş kurşun gibi acılara dokunun ruhunuzla.

Kan kırmızı canfes perde açıldı, şimdi susmak zamanı.

Son perdesi başladı yaşamak denilen şu oyunun.

Şimdi hüzün zamanı...


Var mıydılar? Var olmuş muydular? Var olmaları gerekiyor muydu?

18 Temmuz 2023 Salı

Kayıplarımız

Ne güzel insanlarımız vardı, merhametli. Kuş evleri yapan...

Ne güzel insanlarımız vardı, yardımsever. Komşusu açken tok yatmayan...

Ne güzel insanlarımız vardı, hayırhah,  âcizler için vakıflar kuran...

Ne güzel insanlarımız vardı, dünyayı kendisine emanet olarak gören...

Ne güzel insanlarımız vardı, hayvanları seven, ağaçlar diken...

Önce birer birer pir-i fâni oldular sonra dar-ı bekâya göçtüler.

Büyüklerini düşünmeyen gençlerimiz, hayvanlara eziyet eden, paradan başka değeri olmayan insanlarımız var şimdi. Tek kıstası madde olan, açgözlü, bencil.

***

Ne güzel evlerimiz vardı, bahçeli. Bahçesinde meyve ağaçları olan..

Ne güzel evlerimiz vardı, sığındığımız. Ailenin büyükleri ve küçüklerinin bir arada olduğu...

Ne güzel evlerimiz vardı, ferahladığımız . Gölgeli, serin sofaları, mahrem avluları olan...

Ne güzel evlerimiz vardı, kerpiçten, taştan, tahtadan. Hımışı, bağdadileri olan...

Ne güzel evlerimiz vardı, huzur veren, yuva olan...

Önce birer birer terkedildiler, sonra ya yıkıldılar ya da arsa olarak satıldılar.

Bahçesiz, sofasız, bağdadisiz, avlusuz rezidanslarımız var şimdi. Beton, çelik ve seramikle özü kurutulmuş. En yakın aile fertlerinin ayrı ayrı yaşadığı.

***

Ne güzel lisanımız vardı, kış gününü bahar letafetiyle târif edebilen...

Ne güzel lisanımız vardı, yeşillikler içinde akan derenin şırıltısını mücesemmleştiren...

Ne güzel lisanımız vardı, şiirin şiiri olan...

Ne güzel lisanımız vardı, ana sütü gibi temiz ve bizim olan...

Ne güzel lisanımız vardı, bütün nesillerin biribirini anladığı...

Önce birer birer kelimeler düşman ilan edildiler, unutturuldular sonra da yerine ya kelime uydurdular ya da batıdan kelimeler soktular.

Üç neslin biribirini anlamadığı, birkaç yüz kelimeyle meram anlatılmaya çalışılan kupkuru bir dil var şimdi. 

Güzelliklerimizi, hasletlerimizi birer birer yok ediyor ve gittikçe kurumuş dere yataklarına dönüyoruz.. Velhâsıl iyi ve güzel ne varsa yitiriyoruz.





28 Şubat 2023 Salı

Ne Güzel Hazanlarımız Vardı

 Yermeye kıyamadığımız hüzünlerimiz vardı; hazanlarda serpilen, içimizi titreten...

Yağmur çiseltisi, toprak kokusu, bin renkli yapraklar...

Elveda diyen meyvelerin bayıltan rayihası...

Gittikçe kısalan günlerde bir şeyleri yetiştirmenin, bir yerlere yetişmenin telaşı...

Uzak bir iklimden gelen soğukların akşamları hissedilen nefesi...

Yağmurun vurduğu camların ardında içilen buğusu tüten çaylar...

Nihaventden gelip hicazda eğleşen ve hüzzama doğru hicret eden şarkılar...

Hâk ile yeksan olmak üzere dallarla vedalaşan altın renkli yapraklar...

Gittikçe artan yalnızlıklar...

Velhasıl

Ne güzel hazanlarımız vardı, doya doya yaşayamadığımız...




13 Temmuz 2022 Çarşamba

Yağmurlardan sonra

"Yağmurlardan sonra büyürmüş başak" demişti ya Diriliş şâiri, yağmurlu bir yaz gecesinde, yağmur dinip de yıldızlar bulutların arasından  göz kırpmaya başladığında, içimize yağan yağmurlardan sonra neyin büyüdüğü sorusu bir mıh gibi çakılınca aklıma, ihtimaller uç vermeye başladı...

Salkım söğütlerin iç gıcıklayıcı yaprak hışırtılarının sofra bezi olduğu gece yarısı sohbet sofraları...

Kalbimin, aklımın önünde koştuğu delişmen zamanlar...

Sonbahara delicesine vurgun olduğum hüzünbaz yaşlarım...

Siyah beyaz Türk filmlerindeki yakıcı şarkıların kalbime kıymık gibi saplandığı yıllar...

Sultanıyegâh sirtonun üçüncü hânesine geçemediğim geceler...

Erken ikindi vakitlerindeki kalp çarpıntılarım...

İhtimallerin peşinde dönüşü olmayan yollara sapmalarım...

Kimi zaman bin sebepli kimi zaman sebepsiz bitişler...

Kendimden kaçışlarım...

Kalbimin derinlerinde uçmaya varmış keşkelerim...

Gidip de dönülemeyecek uzaklar...

Seslerin duyulamayacağı mesâfeler...

İçi içine sığmayan mutlar...

Benzi sarartan hüzünler...

Ve hülâsası şiire tahvil olan yaşanmışlıklar...

Daha onlarca şey üşüştü aklıma.

Yağmur, içimizdeki yangın yerinin küllerini yıkadıkça açığa çıkan tahnit edilmiş hatıralar velhâsıl. Notalarına hasret kokuları sinmiş geçmiş zaman şarkıları mırıldanan hatıralar. Kimi milyonlarca ışık yılı mesâfedeki körsen bir yıldız kadar uzak, kimi kurşun geçirmez camekânlarda sergilenen elmaslar kadar değerli ve erişilmez... Hepsi de renkleri solmuş, dili lâl olmuş cennet kuşları gibi tünemişler zamanın dallarına.

İçimize bakan o gizli gözün feri de gittikçe azalıyor ve onlarla aramızdaki sis perdesi her geçen gün daha da kesif bir hâle geliyor; yağmurların boşa yağacağı bir menzile doğru giderken.

2 Temmuz 2022 Cumartesi

Hâdi Baba Kukla Kebap

Ankara'nın Cebeci Dörtyol semtinde bir Kukla Kebap lokântası vardı. Dörtyolda hemen Ziraat Bankası binasının arkasında mütevazı bir yerdi. Seneler içinde Cebeci Dörtyol'dan -iş ve hayat gereği- uzaklaşınca pek uğrayamaz olmuştum. Daha sonra Konya yolu üzerinde "modern" bir binada Kukla Kebap lokantası açılmıştı.

Yıllar sonra bir hafta sonu gezmek üzere Hamamönü semtine gidince eski Kukla Kebap aklıma düştü, hâlâ çalışıyor mu diye bir bakmak istedim. Mâlum, bizde müesseseler pek uzun ömürlü olmazlar. Yeni nesillerce ya o iş sürdürülememiştir veya beğenilmediği için sürdürülmemiştir. Dörtyol ağzındaki Banka binası yıkılmış, oraya yeni bir inşaat başlanılmış. O civardaki birilerine pek de ümitli olmadan sordum Kukla Kebabı, biraz yukarıda olduğunu söylediler. Eski yerinden birkaç dakika daha kuzeyde Kestane Caddesi 43 numarada buldum lokantayı. İsmi, "Hâdi Baba Kukla Kebap" olmuş.


  
Hadi Baba Kukla Kebap lokantasının girişi

Oturup "Kukla Kebap" siparişi verdim. Bu arada önümdeki servis kâğıdının üzerindeki bilgileri okudum. Şunlar yazıyordu:

"1958 yılında, kukla sanatkârı Hâdi POYRAZOĞLU tarafından Ankara'da kurulan Kukla Kebap Salonu; nefis tereyağlı, yoğurtlu, soslu, bulgur pilavlı ve kıtır turşulu Kukla Kebabı ile sizlere merhaba dedi.

"Başkentin en köklü yerleşim yerlerinden biri olan Cebeci Dörtyol’da nefis lezzetleri kaliteli hizmetlerle buluşturmayı iyi bilen Hâdi Poyrazoğlu yıllar içerisinde lezzet dünyasındaki haklı yerini aldı. Lezzet mirasını çocuklarına devreden Kukla Sanâtkârı Hâdi Poyrazoğlu 17 Ocak 2000 yılında hayata gözlerini yumdu.

"Lezzet bayrağını Hâdi Poyrazoğlu’ndan devralan çocukları, geçen zamanla birlikte Hâdi Baba Kukla Kebap’ın menüsünü zenginleştirerek yeni lezzetlerle şekillendirdi. Nefis tereyağlı İskender Kebabını yanı sıra Cebeci / Dörtyol'da bulunan merkezinde Et - Tavuk Izgara ve meşhur açık - kapalı pide çeşitleri ile Türk damak zevkini en iyi şekilde yansıtan Hâdi Baba, lezzetlerin yanı sıra kaliteli hizmetiyle de Ankaralıların en çok tercih ettiği İSKENDER kebap salonu olmuştur.

"Kukla Kebap Salonu adı altında çıktığı lezzet serüvenini Hâdi Baba adı altında sürdürerek bu sene 63. yılında kutlayan Hâdi Baba'nın yılların tecrübesine dayanan vazgeçilmez ilkeleri lezzet, temizlik, misafirlerine saygı, güler yüz ile harmanlanmıştır. Hâdi Baba’nın eşsiz menüsünde tüm yiyecekler aynı özenle hazırlanmaktadır. Mutluluk ve anılar 63 yıldır Kukla Sanatkârı Hâdi POYRAZOGLU’nun Mutfağından geçmektedir."

Dükkânın her yerinde fotograflar var. Kurucusu Hâdi Poyrazoğlu'nun, çeşitli sanatçıların fotografları.

Hâdi Poyrazoğlu

Bu fotograftaki sanatçıları tanımaya çalışın.

Kebaptan önce masaya biber ve hıyar turşusu ile meşhur tereyağlı meyhâne pilâvı geldi.

 
Tereyağlı meyhâne pilâvı
 
"kıtır" turşu
  
Ve biraz sonra kebabım geldi. Üzerinde köftesi, yanında yoğurdu, domatesi ve pişmiş biberi ile. Sonra üzerine gezdirilen bol tereyağı...

Yoğurdu ekşi değil, tereyağı mis kokulu, etleri lezzetli, pideleri tereyağını içmiş... Ankara'da yenilebilecek en iyi iskender kebaplardan birisi burada yapılıyor.

Dükkânın bir köşesinde hâlâ kukla sahnesi duruyor.




Eski bir fiyat listesini çerçeveletip duvara asmışlar.


Hâdi Baba Kukla Kebap lokantası
Dörtyol Kestane Caddesi No: 43

Google Maps için bağlantı:
Güncelleme: 10.12.2023

28 Şubat 2022 Pazartesi

Sîretler ve Sûretler - Hamal Aydın

"Vay be, ne mükemmel birisi, ne çok şey biliyor!"

İlk intibanız böyledir onun hakkında. Her konuda sarfedilecek sözü, her duruma uygun esprisi, her meselede ünlü bir kişiden verilecek misâli vardır.

Eğer telife değil nakile değer veriyor, araştırmak yerine duyduklarınızla fikir sâhibi olmayı tercih ediyorsanız bu düşünceleriniz uzun süre değişmez. Hatta belki de hiç değişmez; zira o kişinin sarfettiği sözlerin, serdettiği fikirlerin kendisine ait olmadığını, sâdece oradan buradan derlenerek nakledildiğini anlamazsınız. Her hârikulâde sözü, -âmiyane tâbirle- yerine cuk diye oturan vecizeleri o kişinin zanneder, böylece az bilmekten neşet eden bu illüzyonun devamına çanak tutarsınız.

Kendi yaşadıklarını ve öğrendiklerini beyninde harmanlayarak kendine ait telif fikir üretemeyen ve başkalarının üretimini taşıyan böylelerine "hamal aydın"dan başka ne denilebilir ki...

Hamal aydın, çevresinde kendisinden daha zeki, daha becerikli, daha kâbiliyetli kimselerin olmasını istemez; zira bu, haketmediği rütbesini tehlikeye atar. Bu yüzden çevresinde dâima orta seviyede insanlar bulundurur, çevresini bu insanlardan kurar. Ezkaza kendisinden daha kâbiliyetli birisi ile karşılaşırsa, onu çevresinden uzak tutmak için elinden gelen gayreti gösterir. O kişi ile istemeden kendi çevresi içinde bulunmak gafletine düşmüş ise, o kişinin kâbiliyetinin ortaya çıkmaması için ilgili kâbiliyet konusunu asla dillendirmez, dillendirilecek olursa derhal konuyu değiştirmeye çalışır. Eğer bunda başarısız olursa son sürat konuyu değiştirmek için çâreler arar. Hamal aydın kurnazdır.

Hamal aydın, pratiğe yönelik hazır reçeteler veren şunu yapma sanatı, bunu başarma sanatı gibi isimleri olan kitaplara pek bir düşkündür. Bunlardan öğrendiği teknikleri hayatına uygular, her hareketini şablonlara uygun icrâ etmeye dikkat eder. Hamal aydın taklitçidir.

Başkalarına nasıl görüneceğine özellikle dikkat eder ve her dâim kontrollü bir sâkinlik elbisesi taşır üstünde. Öylesine titizlikle uyar ki bu "tavsiye edilmiş sâkinliğe" kimisi onu derviş meşrep bulur, kimisi ağırbaşlılığından sitâyişle bahseder. Eğer birisi, ondaki bu yapmacık mollalığı yıkacak bir söz sarfeder, bir harekette bulunur ve sukûnet kılıfı yırtılırsa o an  bir ergenin fütursuzluğu içinde en gâliz yıkıcılığı sergilemekten çekinmez. Hamal aydın iki yüzlüdür.

Egosunu tatmin edebilmek için her dâim etrafında kendisini ululayacak bir yarı-câhil zümresi bulunmasını ve bu yarı câhillerin sayısının artmasını ister.  Onun için inançlar, düsturlar, fikirler değil bu yarı câhil dalkavukların mevcûdiyeti ve kendini ululamaları önemlidir. Bunun için her fikre, her meşrebe uygun görünmeye, renksiz, tarafsız ve biçimsiz olmaya özen gösterir. Etnik aidiyetine, içinde sayıldığı dine karşı en gâliz hücumları bile bir sağırmışçasına dinler, gerekirse arada bir "evet, tabii" gibi karşısındakinde zımnen kabûl fikri uyandıracak lâkırdılar etmekten çekinmez. Hamal aydın alaca-bulacadır.

Hiçbir konuda derinlemesine bilgi sâhibi değildir. O sâdece kabuklarla ilgilenir. Zira en harcıâlem bilgi kırıntıları en kolay kabukta bulunabilir. Etrafında topladığı yarı câhil zümre de hiç bir zaman özle ilgilenmeyip sâdece dış görünüşle alâkadar olduklarından hamal aydının arka arkaya sıraladığı "magazinel" spotlar pek bir hoşlarına gider. Hamal aydın derinliksizdir.

 Nabza göre şerbet veren, herkese hoş görünmek gayreti içinde olan, egosunu herşeyin üstünde tutan bu çakma bilgeden bugüne kadar en az bir tâne görmüşsünüzdür; dilerim başka da görmezsiniz.

22 Şubat 2022 Salı

Nihâvend

Pek çok kişi gibi ben de pek bir severim nihâvend makâmını. Hâfızasında bu makamdan üç beş şarkı olmayan kimse yoktur desem yeridir. Kimseye etmem şikâyet, gizli aşk bu söyleyemem derdimi, ellerim böyle boş boş mu kalacaktı, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, hatırla ey peri o mesut geceyi, yemeni bağlamış telli başına, gönül nedir bilene gönül veresim gelir, bahar bitti güz bitti, yine bu yıl ada sensiz ... Çok sevilen ve çok bilinen nihâvend şarkılardan bâzıları. Yeri gelir gönül telinizi titretir, yeri gelir içinizi fıkır fıkır kaynatır; böyle bir makamdır nihâvend.

Musiki ile tedâvi konusunda ilmî çalışmalar yapmış ve bu konuda bir kitap da yazmış olan etnomüzikolog Rahmi Oruç Güvenç, nihâvend makâmının toprak-ateş tabiatlı ve sıcak-kuru yapıda,  öğleden sonra ( ikindi ) zamanı etkisinin fazla olduğunu;  kan dolaşımı, karın bölgesi, kalça, uyluk ve bacak bölgelerine etkili ve kulunç, bel ağrısı ve tansiyon rahatsızlıklarına faydalı olduğunu, kuvvet ve barış duygusu verdiğini ve akıl hastalıklarına etkili olduğu konusunda önemli bilgiler mevcut olduğunu belirtmektedir.(*)

Çok sevmeme rağmen nihâvend makâmını hep "batılı" bulmuşumdur. Ancak dinlediğim bir kaç şarkı bu düşüncemde gedik açmıştır. Bunlardan birincisi Hacı Ârif Bey'in  "Vücûd ikliminin sultanı sensin" şarkısıdır.

Vücud ikliminin sultânı sensin
Efendim derdimin dermânı sensin
Bu cism-ü na-tüvânın cânı sensin
Efendim derdimin dermânı sensin.

Bu şarkı,  nihâvendin "bizim coğrafyamıza" aidiyetini hissettirir, "buralı" olduğunuzu hissedersiniz. Kendinizi kendinizde bulursunuz velhâsıl.

İkincisi yine Haci Ârif Bey'in "Bakmıyor çeşm-i siyah feryâde" şarkısıdır.

Bakmıyor çeşm-i siyâh feryâde, 
Yetiş ey gamze yetiş imdâde. 
Gelmiyor hançer-i ebrû dâde, 
Gel ne korkarsın ecel sîmâ-yı zerdimden benim, 
Kurtar allah aşkına dünyâyı derdimden benim. 
Yetiş ey gamze yetiş imdâde.

Bu şarkıyı her dinleyişimde, cumbalı evlerin kucakladığı daracık sokaklarıyla eski İstanbul canlanır hayalimde; hem de İstanbullu olmadığım, hayal ettiğim zamanları yaşamamış olduğum hâlde. Böylesine tesirlidir bu şarkı. 

Üçüncüsü, güftesi İlkan San'a ait Erol Sayan'ın "sizden biri" şarkısı olmuştur.

Şu gönlümü yaralayan,
Bu bahtımı karalayan,
Beni dertten derde koyan,
Sizden biri, sizden biri.

Hep aranan, hep özlenen,
Gelir diye yol gözlenen,
Öldürse de çok sevilen,
Sizden biri, sizden biri.

Ne dedimse inanmadı,
Ne yaptımsa anlamadı,
Gözlerimde yaş koymadı,
Sizden biri, sizden biri.

Erol Sayan'ın bütün şarkılarının nev'i şahsına münhasır olduğunu bu şarkı matematik bir kesinlikle anlatır. Öylesine bir nihâvenddir ki sanki bütün makamlar onda mündemiçtir.

Bugün dördüncü gediği açan bir şarkı daha dinledim: Güftesi Rıza Savaşkan'a ait Emin Ongan'ın Nihavend şarkısı. 

Gül kokan, sünbül kokan şebtâbı sensiz neyleyim 
Nevbahârı, gülşeni, mehtâbı sensiz neyleyim 
Olsa da devreyleyen peymâneler âb-ı hayat 
Sevdiğim ben ol şarâb-ı nâbı sensiz neyleyim.

İbrahim Suat Erbay'ın eşsiz icrâsı bu şarkıyı daha bir mutantan hâle getiriyor. Emin Ongan'ın bestecilik kudretini ifâde ediyor ve hepsinden önemlisi nihâvend Türk olduğunu ikrâr ediyor.

---------------

Meraklısına notlar ve bağlantılar

(*) https://tumata.com/muzik-terapi/turk-muzigi-makamlari-ve-etkileri/

Vücûd ikliminin sultanı sensin şarkısının Nesrin Sipahi icrâsı - https://www.youtube.com/watch?v=5rKVrevFzPo 

Bakmıyor çeşm-i siyâh feryâde şarkısınınHamiyet Yüceses icrâsı - https://www.youtube.com/watch?v=u0K-e3uDeds

Sizden biri şarkısının Serap Mutlu Akbulut icrâsı - https://www.youtube.com/watch?v=-VRAnnsPH3U

Gül kokan sünbül kokan şarkısının İbrahim Suat Erbay icrâsı - https://www.youtube.com/watch?v=DcxiyWnV35c


TDV İslâm Ansiklopedisi'nde nihâvend makâmı için oldukça teferruartlı bilgiler yer almaktadır.

Çok özet olarak şu bilgileri aktarayım:

Nihâvend makamı bûselik makamı dizisinin rast perdesine göçürülmesiyle elde edilmiş, buna göre dizisi, rast perdesindeki bûselik beşlisine nevâ perdesinde kürdî ve hicaz dörtlülerinin eklenmesiyle oluşmuştur. Güçlüsü beşli ile dörtlünün ek yerindeki nevâ perdesidir. Nihâvend makamı dizisi Batı mûsikisi bakımından sol minördür. 

https://islamansiklopedisi.org.tr/nihavend--musiki

7 Ocak 2022 Cuma

Ya Bizde Olsaydı

 

Ünlü Amerikalı kemancı Caroline Campbell,  İtalyan besteci Vittorio Monti'nin Csàrdàs adlı eserini çalıyordu. (https://www.youtube.com/watch?v=vZIuT-wK0OY)  Konser, orta İtalya'da Umbria bölgesinde olduğunu öğrendiğim Assisi'deki San Francesco Bazilikasında bir noel konseri. Bazilikanın, katoliklerin hac yerlerinden birisi olduğunu da kısa bir araştırma ile öğrendim.


Csàrdàs'ın icrası bitti, alkış kıyamet..
Yukarıda, bu âna ait bir kare var. Bu karede dikkatinizi çeken bir şey var mı? Yok mu?

Sarı yuvarlak çizgilere dikkat. Hayır, hıristiyan ikonografisindeki hâleler değil bunlar, dikkatinizi çeksin diye ben ekledim.
Aynı kareyi bir de sahne tarafından görelim.
Evet.. kırmızı takkelerinden anladığınız üzere kardinaller bunlar.. En ön sırada.. Aynı konserde askerler de var. Bakın aşağıdaki resme. Omuzundaki yıldızlardan anlayacağınız üzere hem de oldukça yüksek rütbeli. Ama ilk sırada değil. 

Düşündüm... hem de uzun uzun. Ya bizde olsaydı bunun benzeri bir olay diye! 
Bir câmide, dinî bir olay, bir gün, bir hâdise için konser verildiğini...
Câmideki bu konsere rütbeli askerlerin de gittiğini...
O konserde en ön sırada -lâteşbih- müslüman din adamlarının oturduğunu...
Rütbeli askerlerin din adamlarından daha geride oturduklarını...
"Lâiklik elden gidiyor" diye kopartılacak yaygarayı...
O rütbeli askerin ordudan ayrılması gerektiğini yazan "çok bilmişleri"...
"Ortaçağ zihniyeti hortladı" diyen "aydın"ları...
Sosyal medya bataklığındaki hezeyanları...
Bir de siz düşünün bakalım. 

20 Aralık 2021 Pazartesi

Zaman Yitiğin Olsun

 

Ey Yageder!

ruhumda mı yoksa beynimde mi veyahutta kalbimde mi

olduğunu bilemediğim fabrika artıklarını

gelişmiş ülkelerin disposible çöplerini

ve geri kalmış ülkelerin sömürge acılarını

pis ve rutubetli ve karanlık ve daracık

bir hücreye kapatılmış

bir klostrofobiğin korkularını

ve içi petrol ve sidik ve sigara zifiri kokan

altmış model

bir uzunyol otobüsünün verdiği bulantıyı

andıran

bir garip duygunun pençesinden

alıpta

beni uzak iklimlerin pembe sislerine

    ve mâvi huzuruna

morfin almış kanserlinin rahatına

ve kötü bir kâbustan uyanan çocuğun

    terli korkusuzluğuna

götüren

huzur kaynağım!

Ey alâim-i semâ!

sakla gittikçe hızlanan şu saati heybene

kurtar huzuru zamanın bukağısından

zaman yitiğin olsun.

Azad et beni korkularımdan

Sodom ve Gomore donanma şenliği kalsın

leyl-i zulmünde zâlimin

Ey sevgili!

Salat-ı tefriciyen olsun

bu zulme lânetin...

18 Aralık 2021 Cumartesi

Tanzimat Kafası - Yabancı Lisana Dâir

 "Galatasaray mezunu" bir yazar, "lumpenproletarya" tesmiye ederek kendince tahfif ettiği bir kesimden bahseden bir yazısında (1) "Fransızca konuşmaya başlayın demedik de..." diyerek, Fransızca konuşmanın ona göre bir üstünlük vesilesi olduğunu ifâde ediyordu. E malûm "Galatasaray'da" fen eğitim lisanı da Fransızca değil miydi?

Tanzimatla bünyemize kalıcı olarak yerleşen Fransızca virüsünün neler yaptığının en çarpıcı örneği, Reşat Nuri GÜNTEKİN'in Çalıkuşu adlı romanındaki "maarif müdürü"nde hayat bulur; bir köy okulunu gezen ve Fransızca kelîmeler döktüren maarif müdürünün okul binası için "ahır" demesinde!

Peki Fransızca konuşmak, konuşanı üstün vasıflı yapan bir hususiyet midir? Eğer böyleyse anadilleri Fransızca olanların "ideal insanlar" olmaları, "Frankafon"luğun, dünyayı daha iyi, daha güzel bir yere getirmesi gerekmez miydi?

Dünya gerçeklerine baktığımızda bunun böyle olmadığını görüyoruz. 

Laos, Kamboçya, Vietnam, Yeni Kaledonya, Fransız Polinezyası, Cezayir, Gabon, Moritanya, Senegal, Gine, Fildişi Sahili, Kongo, Mali, Madagaskar, Benin, Burkina Faso, Togo, Çad  ve Nijer'i sömürgesi yapan ve hâlâ "denizaşırı toprakları" bulunan Fransa'nın anadili Fransızcadır. (2)

Antep ve Maraş'ı işgâl edenler de Fransızca konuşuyorlardı.

1945'te Cezayir'de Setif ve Guelma'da 45 bin Cezayirliyi öldüren Fransızların anadili Fransızcadır.

17 Ekim 1961'de Paris'te barışçıl gösteri yapan Cezayirlilere saldırıp binlerce kişiyi yaralayıp, yaklaşık 14 bin kişiyi gözaltına alan ve 300'den fazla Cezayirliyi öldüren Fransız polisinin anadili Fransızcadır.

Fransa'da neşrolunan ve İslam dinine hakâretleriyle meşhur Charlie Hebdo dergisi  de Fransızca yayımlanmaktadır.

Bu kötü misallerden yola çıkarak bütün Fransızları ve Fransızcayı kötülemek elbette mümkün değildir. Her milletden iyi ve kötü insanlar çıkabileceği gibi, Fransızca da nihâyetinde yüzlerce lisandan sâdece birisidir. Tıpkı Afrika'daki Bantu lisanları, Malayca, Korece gibi. Fransızca konuşmak -tıpkı diğer yabancı lisanları konuşabilmek gibi- bir üstünlük işâreti, bir üstünlük kıstası olamaz. Fransızca'yı bir lisan olmaktan alıp bir üstünlük göstergesi hâline getiren tanzimat kafası aksini iddia etse de durum budur. 

---

(1) https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2021/12/09/tarz-i-siyaset

(2) Fransa'nın sömürgeciliği hakkındaki "Fransız Sömürgecilik Tarihi Üzerine"  adlı akademik bir makaleyi şu adreste bulabilirsiniz:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/200454#:~:text=Cezayir%20(1830)%2C%20Gabon%20(,%C3%BClke%20Fransa'n%C4%B1n%20kontrol%C3%BCne%20ge%C3%A7er.

12 Aralık 2021 Pazar

Anlamayın Beni

 Sizlerden beni anlamanızı beklemiyorum!

"Sizler"den kasdım, hepsi biribirine benzeyen alelâde insanlar...

"Sizler"den kasdım,  münevver olmayı değil aydın görülmeyi tercih edenler...

"Sizler"den kasdım, cilâlı imaj devrinin prototipleri...

"Sizler"den kasdım, birkaç yüz kelîmeyle konuşmaya çalışanlar...

"Sizler"den kasdım, tahammülün yerine hoşgörüyü ikâme etmeye çalışanlar...

"Sizler"den kasdım, şiirden ve müzikden hazzetmeyenler...

"Sizler"den kasdım, susmayı olgunluk sayanlar...

"Sizler"den kasdım, molla demeleri için ağır olanlar...

"Sizler"den kasdım, status quo'nun yılmaz bekçileri...

"Sizler"den kasdım, bırakın evinde kütüphânesi olmayı kitaba para vermeyi israf sayanlar...

"Sizler"den kasdım, kendisini yerleştirdiği yere göre fikrî şablona sâhip olanlar...

"Sizler"den kasdım, "Güneşi ceketinin astarı içinde kaybedenler"... (1)

"Sizler"den kasdım, bilgi sâhibi olmadan fikir sâhibi olanlar...

"Sizler"den kasdım, mazrufa değil zarfa bakanlar...

"Sizler"den kasdım, hayattaki tek gâyesi keseyi doldurmak olanlar...

"Sizler"den kasdım "norm"a uygun insanlar...

Şimdi anlıyorum ki sizlerden  beni anlamanızı beklemek ham hayâl imiş; hem de en başından beri...

---

(1) İfâde, Sultan'üş şuara Necip Fazıl Kısakürek'e aittir.

10 Aralık 2021 Cuma

ADOY'dan İzlenimler - 2) ADOY Gezegeni nasıl bir yer

 Adoy gezegeninden en genel bilgiler

"Adoy gezegenine nasıl gittim" serlevhalı yazımdan sonra ilginç mesajlar aldım. 
Bâzı okuyucular, "astral seyahat" konusuna inanmakta güçlük çektiklerini belirtirken bâzı okuyucular da Adoy gezegeninin nasıl bir yer olduğunu anlatmamı istiyorlar.
"Astral seyahat" konusu, ancak bu alanda yapılacak ileri mental ve psişik tecrübelerle anlaşılabilecek ve "kâl"den ziyâde "hâl"e dâir bir konu olduğundan, kelîmelerle ifade edilmesi oldukça zor. İleride bu konuda birkaç kelâm edeceğim. Şimdi, bugüne kadar kadar yaptığım astral seyahatlerde Adoy gezegeni hakkında öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dünyadan birazcık küçük bir gezegen Adoy. Çapı 10 bin kilometre. Dünya yön sistemine göre düşünürsek, kuzey ve güney yarıkürelerinde birer büyük kıta var. Kuzeydeki kıtanın adı Sözenob, güneydekinin adı ise Söfakob. Bu iki kıtanın ortasında ise Ateş Denizi bulunuyor.
Bu kıtalarda, idare sistemi farklı çeşitli devletler bulunuyor. İdareciler bâzı devletlerde seçimle işbaşına gelirken bazı devletlerde monarşik bir sistem bulunuyor.
Sözenob kıtasındaki devletler Söfakob kıtasındaki devletlere göre çok daha zengin. Bunun sebeplerini ileride yapacağım astral seyahatlerde öğrendiğimde sizlerle paylaşacağım.
Adoy'da atmosfer Dünyadakine oldukça yakın. Sâdece karbondioksit oranı Dünyadakinden daha yüksek. Öğrendiğime göre yıllar içinde atmosferdeki karbondioksit oranı gittikçe artıyormuş. Bu yüzden nefes almak dünyadakinden daha zor. Atmosferin rengi kızılımsı bir mâvi. Atmosferden gelen kızıl ışık, denizleri de kızıl gösteriyor. Bu sebeple de iki kıtanın arasındaki denize Ateş Denizi denilmiş.
Adoy'da hava oldukça sıcak. Buna atmosferdeki karbondioksit oranının yüksekliği sebep oluyormuş. Sıcaklık sebebiyle evler yer altına -âdeta gömülerek- yapılmış. Bir evin varlığına tek işaret bir bekçi kulübesini andıran giriş kapısı. Bu kapıdan aşağıya inilerek evlere ulaşılıyor. Karbondioksit artışına bağlı olarak gittikçe artan hava sıcaklığı yüzünden bitkiler ancak kapalı yerlerde suni ışık altında ve sıcaklığı düşürülmüş ortamda yetişebiliyor. Gezegende hiç ağaç yok.
Adoy'un ışık ve sıcaklık kaynağı Ar dedikleri bir yıldız. Ar yıldızı, ömrünün sonlarına yaklaşmış ve kızıl dev olma yolunda. Bu yüzden -bizim Güneşimize göre- hem çok büyük görünüyor ve hem de ışığı kızıla çalıyor.
İşte böyle bir yer Adoy.
Mâvi gökyüzüne ve denizlere alışan biz dünyalılar için oldukça garip bir yer. Sizlere yemyeşil ormanları, masmavi suları, berrak âsumanı anlatmak isterdim; ama Adoy'un gerçeği bu.
Öğrendikçe yazacağım.

9 Aralık 2021 Perşembe

Yaşarken Görebilecekleriniz

 Gördüklerinizin gerçek olmadığını,

Gözden ırak olanların bambaşka kişilere tahvil olduğunu,

Büyük ve ağır lafların aksine unutulmanın pek kolay olduğunu,

Sözlerin unutulmak üzere verilmiş olduğunu,

Kutsalların en kârlı ticâret metaı olabileceğini,

Çıkarın sevgi cilâsı ile mücellâ olduğunu,

Cilâlı imaj devrinden cilâlı yalan devrine geçildiğini,

Aşk denilen şeyin giffen mal olduğunu,

Aşk literatürünün üstâd-ı âzamının Goebbels olduğunu,

Derekesini saklamak isteyenlerce derecenizin üstünün örtüldüğünü,

Âkil libası giyenlerin kafasını kuma sokan devekuşunu göremediklerini,

Bâzılarının ancak cücelerle yanyana iken mutlu olabildiklerini,

Vefânın gerçekten de İstanbul'da bir semt ismi olduğunu,

Maddenin her dâim geçer akçe olduğunu,

Gözyaşının her derde devâ bir setre olduğunu,

Hedonun yeni bir ilâh olarak serpildiğini,

Kandırılmanın da bir sonu olabileceğini,

Son sözün günü gelince söyleneceğini.

26 Kasım 2021 Cuma

Kat-ı Zeban

 Hadi, çocukluğunun bakkal dükkanında farzet kendini. Nemli bisküvi kokusunu hisset. 

Sonra kopya kalemiyle semaya çizilmiş devâsa resimler girsin rüyana. 

Akşam üstü oyunlarını terketmenin zorluğu sarsın içini. Bir yanda seni tatlı bir ökse gibi çeken oyun diğer yanda seni gerçeğe çağıran ses. Oyun arkadaşlarının kurnazlıkları, çocukça hesapları, benmerkezci hasetleri... 

Ve sen kendini anlatamayan çocuk.

Yok, hayır.. çocukluğunun bakkal dükkanlarından çık ve seni evinden uzak bir gurbete götüren o şehirlerarası otobüsün mazot kokulu iklimine sığın.

Yok artık o bakkal dükkanları.

Sararmaya yüz tutmuş başakların arasında çocukluğa baş kaldıran koşuşturmalar da. O başakların boy verdiği tarlalar otların istilâsına uğramış, o tarlaların olduğu köy ışığı sönen bir lamba gibi şimdi.

Sonra ikindi vaktinin sersemletici ikliminde gezilen havuz başları da. Mâviden yeşile kayan ummanlar da. Şimdi ikindiler siyah-beyaz işlere hasredilmiş hâlde ve ummanların hayâli dahi fersah fersah ötelerde...

Saklanan küçücük yâdigârlar yitiklerin birer cüzü şimdi. Sorsam hatırlanmaz belki de, o kadar yitik, o kadar eski, o kadar yokmuşlar...

Avuçlardan çıkan ırmaklar ırak bir iklimin sam yeliyle kurumuş ve artık gözlerde yağmur bulutları gezmiyor... Duygular şimdi maktûl...

Bu kurak vâdide bir tek şiir kalmıştı hayatta; zaman denilen kaatil ona da uğradı ve nihâyet şiir de öldü.

Yokların muhasebesi de yok.

Ve menaif-i âmme için kat-ı zeban dahi yok.


Zeyl: Hem-zebân dahi olmadığı hususu işbu lâyihaya zeyl ve beyan olunur.

Hâşiye: İşbu lâyihanın anlaşılamaması hâlinde kamusa müracaata gerek yoktur. Anlaşılamıyorsa anlamak için çaba sarfetmek beyhudedir.

25 Kasım 2021 Perşembe

Sîretler ve Sûretler - Mut Emici

 Hani bir çocuk filminde "ruh emici"ler vardı. Kendi ruhları olmadığı için yakaladığı insanların ruhunu emiyorlardı. İşte mut emiciler de başkalarının mutluluğunu emerek mutsuzluklarını gidermeye çalışırlar; zira kendilerinde mutlu olabilecekleri hiç birşeyleri yoktur.

Mut emici, mutlu insan görmeye dayanamaz; zira kendisi hiç mutlu olmamıştır. Bunun için çeşitli yollarla mutlu insanların mutluluklarını yıkmaya, yok etmeye çalışır. Mutlu insanların sâhip olduklarını küçümser, kulp takmaya çalışır, kötüler, gerekirse iftira atmakdan dahi çekinmez. Yeter ki mutlu olan mutluluğunu kaybetsin.

Asla sâhip olamadığı mutluluğun yokluğu ruhunu zifiri karartmış, yüreğini garez gömüğünün bataklığı hâline getirmiş velhâsıl iç dünyası çirkinliğin zifti ile kaplamıştır. Dahası sîretinin çirkinliği sûretine de vurmuştur. Bu sebeple sûreten güzel olanlara dayanamaz. Mut emici çirkindir. 

Sûreten güzel olmadığından kendisini soyut niteliklerle vasıflandırarak egosunu tatmin etmeye çalışır. Bunun için etraflarında sürekli kendini ululayacak, hiç birisi sûreten kendisinden güzel olmayan bir bağımlılar güruhu barındırır ve bu güruhu kaybetmemek için elinden geleni yapar. Mut emici kibirli ve komplekslidir. 

Benmerkezciliğinin bir sonucu olarak sâhip olamadıklarını önce önemsiz göstermeye çalışarak küçümser,  sonra alay eder. Hep ön planda olmak ister. Eğer başarılı olamazsa önce kendini ortamdan soyutlayarak karşısındakilere değer vermediğini göstermek ister, sonra sudan bahanelerle maraza çıkarır ve ortamı terkeder. Mut emici hasistir.

Kendisinin sâhip olmadığı hiçbir bilgi önemli değildir.  Dolayısıyla mut emici için gerçek değil doğru önemlidir, kendi doğrusu. Kendi doğrusunu da açık bir şekilde dile getirmez, getiremez. Dile getirmez; zirâ bildiğinin basit olduğunun bilinmesini istemez. Bunun için üç-beş bilgi kırıntısını şişirir, süsler, meslekî jargonlara boğar, sofizmin şâhikasına çıkar. Mugalatada kimse eline su dökemez. Düşünür ki karşısındaki söylediklerini ne kadar az anlarsa o kadar bilgili olduğunu zannedecektir. Dile getiremez; zirâ güzellik kıtlığı ikliminde yaşamaktan dolayı belâgata da yabancıdır. Mut emici câhildir. 

İçinden geçenleri asla yüze söylemez; samimiyeti bir sürüngen soğukluğundadır. Arkadan konuşmak, kendi güruhu hâricindekileri kötülemek vazgeçemediği gıdasıdır. Mut emici mürâîdir. 

Hiç mutlu olmayan ve olamayacak olan, acınası bir psiko ve sosyo patolojiyle muztarip bu kimselerle yolunuz dilerim hiç kesişmez.

23 Kasım 2021 Salı

ADOY'dan İzlenimler - 1) ADOY Gezegeni'ne nasıl gittim

 Şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım seneler önce "astral seyahat" diye birşeyden bahsetmişti. Arkadaşım, kendisini tâbi tuttuğu belli bir eğitimle bu kâbiliyeti kazandığını, artık istediği zaman bir nevi trans hâline geçerek astral seyahate çıkabildiğini, böylece istediği yere gidebildiğini söylemişti. Başta oldukça tuhaf hatta saçma gelen bu fikir, zihnimin geri plânını hep meşgul etti. Okumaya araştırmaya başladım.

Bu arada, ilginç bir kitap okudum.

1949 Almanya doğumlu Michaela isimli bir genç kız, babasının işi gereği geldiği Türkiye'de bir Türk'e âşık olup evlenir ve müslüman olur. İsmi de  Michaela Mihriban Özelsel olur. Daha sonra, özel hayatındaki hâdiselerden kaynaklı bâzı hissî sıkıntıları sebebiyle halvete girmeye karar verir, çeşitli teşebbüslerden sonra buna muvaffak da olur. İstanbul'da bir evde yaşadığı 40 günlük "hâlveti"nden yola çıkarak kaleme aldığı "Halvette 40 gün - Psikolog Dervişenin Halvet Günlüğü ve Bilimsel Çözümlemesi" adlı kitapta (*) fevkalade ilginç bilgiler vardı. Kitabın arka kapağında şunlar yazıyordu:

"1990 başlarında, Üsküdar'da, derme çatma, birkaç katlı bir apartmanda, soğuk ve eşyasız bir odada dünyayla ilişki görünürde kesilirken, belki de asıl hayat su yüzüne çıkar; beden latifleşir, ruh genişler, saplantı nevrozları çözülmeye durur. İnsan, asıl hayat ve maceranın içine gömülür.. Çocukluktan evliliğe, akademik bilgiye kadar pek çok şey gözden geçirilir. Ama artık bir iç gözdür bu bakan."

Kitabın, 2. bölümünde verilen ve fizyoloji ile nörolojinin ve endokrinolojinin etkileşiminin nelere yol açacağı konusundaki bilgiler oldukça ilginç idi. Bundan sonra daha çok okumaya, araştırmaya, küçük öz-denemeler yapmaya başladım. Aradan yıllar geçti.

Bu denemeler esnâsında bir gün sanki bir duvar yıkıldı ve başka yerlere gidebildiğimi gördüm. Evet, astral seyahatin ne olduğunu anlamıştım. Böylece bir çok yerleri gezdikten sonra, dünya dışına çıkılıp çıkılamayacağını düşünmeye başladım. Bir gün bir duvar değil amma bir sur yıkıldı ve bir solucan deliği (**) vasıtasıyla dünyanın dışına seyahat yapabilmeyi de keşfettim. Bu seyahatlerimde pek çok ilginç yerler gördüm. Ancak bunlardan birisi, üzerinde canlıların yaşadığı Adoy adlı bir gezegen, dünyaya çok benzeyen bir yerdi.

Atmosferi, iklimi, yaşayan canlıları, dilleri, inançlarıyla Dünyanın ikizi sanki.

Neler gördüm bu Gezegende neler... Bu gezegende görüp duyduklarımı sizlerle paylaşmak istedim. İstedim ki tuhaf şeylerin sâdece bizim dünyamıza mahsus olmadığını göstereyim de bir nebze olsun rahatlayın.

----

(*) ÖZELSEL, Michaela Mihriban, Halvette 40 Gün, Kaknüs Y., 2b., İstanbul, 2003.

(**) Solucan deliği: (Einstein–Rosen köprüsü ya da Einstein–Rosen solucan deliği) Uzay zamandaki farklı noktaları birbirine bağlayan spekülatif bir yapıdır. 1935 yılında Albert Einstein ve Nathan Rosen, Genel Görelilik kuramını kullanarak uzay-zaman içerisinde köprülerin varolduğu önermesinde bulunmuşlardır.

( https://tr.wikipedia.org/wiki/Solucan_deli%C4%9Fi )

12 Kasım 2021 Cuma

İstanbul hâlâ Dersaadet mi?

Dün akşam "yayla çalınan tanburla" (*) icra edilen müzik dinlemek istedim. Âdet olduğu üzere, bir video paylaşma sisteminde arama yaptığımda karşıma 19.04.2016 tarihli "Sadun Aksüt | Bir Üstad Bir Saz: Yaylı Tanbur" adlı bir yayın çıktı.

Üstad Sâdun Aksüt'ün anlattıklarını dinlemeye başladım. Üstad, felâket derekesindeki trafiği sebebiyle artık İstanbul'da araba kullanamadığını söyledikten sonra, İstanbul'a dâir bir şiirini okudu. 2004'te yazılmış şiirinde Aksüt şöyle diyordu:

Bu şehir

Artık benim bildiğim

İstanbul değil.


Ne Kalamış'dan huzur alınır

Ne Marmara'nın koynuna girilir


Geçmişdeki hoş geceler

Körfez'deki dalgın sularda kaldı

Baksak da göremeyiz

Sahilleri kirlilik aldı.


Bunu dinlerken aklıma Necip Fâzıl Kısakürek'in "Canım İstanbul" şiiri geldi. Sultan'üş şuara  (**) "Canım İstanbul" şiirinde,

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

dedikten sonra

Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;

Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar..

demiş.

Necip Fâzıl Kısakürek'in Canım İstanbul şiiri 1963 yılında yazılmış, Sâdun Aksüt'ün Şiiri ise 2004'te. Aralarında 41 yıl, evet sâdece 41 yıl var. 41 yılda bakan gözler mi değişti yoksa İstanbul mu?

Bana göre İstanbul...

İstanbullu olmayan, İstanbul'u arada bir ziyaret eden birisi olarak söylüyorum bunu..

Bir zamanlar bir tatlı huzur alınan Kalamış'a da gittim, şiirlere, şarkılara ve tablolara konu olan Üsküdar'a da, Ada'ya da...

"Şen gönüller yatağı" olarak vasfedilen Boğaziçini de gördüm karınca kararınca..

Gürültüsüyle, karmaşasıyla, kalabalığı ile, pahalılığı ile İstanbul sâdece maddeye tahvil oldu. Ruhunu Cibali'nin kuyularından birisine müebbeden hapsetti İstanbul tufeylileri.

Çıkın târihi yarımadayı dolaşın. Birkaç saaatlik bir dolaşmadan sonra pes edecek, kendinizi bu Şehirden bir ân önce kurtarmaya bakacaksınız.

Yahya Kemal Beyatlı'nın "Bir Başka Tepeden" adlı şiirini yazarken baktığı, bakabileceği kaç tepe kaldı İstanbul'da? Acaba Şimdi yaşasaydı Beyatlı yine

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,

Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.

Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada

Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

 mısralarını yazabilir miydi...

Artık megaşehirmiş... metropolmüş... Buyrun sizin olsun...

Bu şehir, artık üstüne şiirler yazılan, şarkılar bestelenen İstanbul değil. Dersaadet (***) hiç değil...

Abdullah Biraderler tarafından çekilmiş ve 1895 öncesi Laleli Camii ve etrafını gösteren bir fotograf

----

Meraklısına notlar:

(*) Sâdun Aksüt'ün dediği gibi bu çalgının adı "tanbur"dur, tambur değil. Ayrıca "yaylı tanbur" ifadesi de yanlıştır, doğrusu "yayla çalınan tanbur"dur.

(**) Sultan'üş şuara: Kelime anlamı olarak şairler sultanı demektir. Bu ifâde hususî olarak Necip Fâzıl Kısakürek için kullanılır.

(***) Dersaadet: Kelime anlamı olarak "saadet kapısı" demektir. Bu kelîme husuî olarak İstanbul için kullanılır.

5 Kasım 2021 Cuma

Sîretler ve Sûretler - "Kaave" Bıçkını

 Bu tip, "kahvehâne" veya -genel kullanım olarak kısaltılmış şekliyle- "kahve" demek yerine çoğunlukla böyle telaffuz eder bu kelîmeyi; başka hususlarda yaptığı yanlışlar gibi.

Bir sahne canlandırın hayalinizde: Bir kahvehânede pişbirik oynayan dört kişi. İskambil kağıtları dağıtılır, masadakilerden birisi elindeki dört kağıttan birisin ayırarak masanın üstüne kapalı olarak bırakır. Bunu yaparken de "Aha bunu ayırıyorum" der çok bilmiş bir edâ ve sîretine yapışık bir kibir ile. Eğer o elde  ezkazâ o kağıdın değer olarak aynısı atılır ise yere, yere kağıt ayıran kişi, -kağıdı masaya vururken çok ses çıksın diye- orta parmağını hafifçe sivrilterek vurduğu yumruk eşliğinde ayırdığı kağıdı "Ben demiştim" diyerek atar. Bunu yaparken, kendince büyük bir is yapmış olmanın, ne kadar usta olduğunun, ne kadar bilge olduğunun işareti yüzüne yayılan müstekreh bir sırıtmada kendini ele verir.

Peki ya ayırdığı kağıdın eş değeri atılmaz ise o elde? Bizim bıçkın hiç bir şey olmamış gibi atar ayırdığı kağıdı yere; bunu yaparken zaman zaman "vay çıkmadı görüyor musun" diyerek kendini -kendince-sağlama almaya çalıştığı da olur. Bütün kazançlar kendi özelliğinin sonucudur bu tipin; bütün kayıplar da başkalarının. Kazancını, başarısını, üstünlüğünü adeta göze sokarcasına abartarak ilan eder. Başarısızlığını ânında unutur ve başkalarının hatırlamaması, hatırlatmaması için de elinden geleni yapar. Eğer hatırlatılacak olur ise, kendi dışındaki faktörleri suçlayarak meseleyi geçiştirmeye çalışır. Yapamazsa azıcık çirkinleşir, olayı pejoratize ederek kapatmaya çalışır. Bunda da başarılı olmaz ise karşısındakine açık izafe ederek, çamur atarak ve saldırarak olaydan sıyrılmaya çalışır.

Kaave bıçkını, okumaz; duyduğu ile amel eder. Kendi çıkarlarına uygun olan herşey doğrudur, bunun için üst perdeden atarak çatır çatır tartışır. Yanlışını ortaya koyarsanız önce alay ederek sizi küçümsemeye ve böylece yanlışını kapatmaya çalışır. Yapamaz ise duyduğu ve işine gelen herşeyi mutlak gerçek gibi dayatmaya çalışır. Bunda da başarılı olmaz ise bedeninden de küçük aklına gelen her yola başvurmaktan çekinmez.

Kaave bıçkını eğer erkek ise dünyasının sacayakları para, futbol, araba ve kadındır. Eğer kadın ise -evet, bu tipin kadınları da vardır- internet alışveriş siteleri, evlerde yapılan "besi" ve altın günleri, dedikodu ve erkeklerden şikayettir.

Kültürel bir endişesi yoktur. Kendince bir aşk anlayışı hâricinde mücerret şeylerden hazzetmez. Münevverâne her faaliyet gereksiz ve hatta zararlıdır onun için.

Güç eşittir haktır. Kendisine zarar vermeyen şeyler hakkında düşünmez bile.

Etrafımızda en sık rastlayacağımız tiptir bu.

Bakın göreceksiniz.

31 Ekim 2021 Pazar

Sîretler ve Sûretler

Beşir AYVAZOĞLU'nun bir kitabının adı "Sîretler ve Sûretler". Kitapta muhtelif şahıslar anlatılmış; sâdece sûretiyle değil sîretiyle.

Kubbealtı Lugatinde, sîret (ﺳﻴﺮﺕ) için  "Bir kimsenin ahlâkı, seciyesi, karakteri, dışa akseden davranışı. Karşıtı: SÛRET"  açıklaması; sûret için (ﺻﻮﺭﺕ) "Gözün ilk bakışta gördüğü şey, dış görünüş, şekil, biçim.", "Yüz, çehre, surat." ve  "Bir varlığın dıştan görünen, beş duyu ile bilinen yönü." açıklaması yapılıyor.

Her insan sûretiyle ve sîretiyle ayrı birer dünya olsa da, İbn-i Haldun'un Mukaddime'sinde belirtdiği üzere insanın yaşadığı yerin insan davranışları üzerinde etkileri olduğu da bir gerçektir. Ayrıca, taklid edici özelliği de dikkate alınınca insanları belirli sîret kalıplarında ele almak mümkün hâle gelir. 

İnsanlar, bir yandan hayatlarını idâme ettirmek için çabalarken bir yandan da diğer insanları -az ya da çok- gözler, belli çıkarımlar yapar ve hatta belli insan grupları tesbit eder. Sınıflandırmak, -bir problem çözme aracı olarak- insanın anlamasını kolaylaştırır ve zihnen rahat ettirir. Herne kadar her insanın ayrı birer dünya olduğuna inansam da, yukarıda belirttiğim sebeple, belirli bakımlardan insanların sîreten gruplanabileceğine de inanırım.

Sırası geldikçe sîreten grupladığım insan tiplerinden misaller vermeye çalışacağım. 

Sîretler ve sûretler serlevhalı yazıları okudukça kendinizden, arkadaşlarınızdan, tanıdıklarınızdan kesitler bulacaksınız. Maksadım, isim vermeden birisini / birilerini yermek, lekelemek ya da ululamak değil. Uçarı bir talebe olduğum için "tercübelerden ders almak" adlı ders bir kulağımdan girip diğerinden çıkıp gitti uzun zaman boyunca; taa ki darbımesel olarak  -adeta mücessemleşerek-  içimin yumuşak yerlerine batıncaya kadar. Tembel öğrenci lügâtıyla "çift dikiş" yaparak öğrendiklerimi aktarmanın zekat mesâbesinde olduğunu düşünüyorum ve 60 yılın bohçasını açıyorum.

11 Ekim 2021 Pazartesi

Hacı Şükrü - Konya

Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi Sanat Târihi bölümün bir hocası anlatmıştı: Alanya Kalesi kazısı için üç hoca Alanya'ya giderken, Konya'da Hacı Şükrü lokantasına uğrarlar. Anlatan hoca, 100 gram kebap istediğini söyler, diğer iki hocanın itirazı ile 150 grama çıkarır siparişini. Diğer iki hocanın birisinin 900 gram, diğerinin ise 1.100 gram kebap yediğini söyleyince hoca, "demek ki sanat târihçisi olmanın şartı iyi ve çok et yemekmiş" demiştim.
1855-1949 yılları arasında Konya'da yaşayan ve lokantaya ismini veren Hacı Şükrü Çeşmeci 1907 yılında Konya'da küçük bir binada fırın kebabı ve poğaçası ile hizmet vermeye başlamış. Hacı Şükrü  1949 yılında vefat edince hem damadı hem de yeğeni Hacı Ali Şengönül dükkanın başına geçerek işletmeyi devralmış. Hacı Ali Şengönül 53 yıl bu mesleği sürdürmüş. 
Şu an 4. kuşak Şengönülller işi sürdürüyorlar.
Evet, iyi et iyi kebap yenilen bir yerdir Hacı Şükrü lokantası. 
Tandır kebap diyenler varsa da, etlerin uzun süre fırında pişirilmesiyle hazırlanan bu kebabın adı fırın kebabıdır; ya da Konya ağzı ile furun kebabı.
Koyun eti, bir leğende kendi yağı ile fırında 5 ilâ 7 saat arasında pişirilerek hazırlanıyor fırın kebabı.
İşletmenin internet sayfasında  fırın kebabı hazırlanırken sadece ön kol ve kaburga etlerinin kullanıldığı ve "kuzu" eti kullanıldığı belirtilmektedir.
Konya Merkez'de Müneccimbaşı sokaktaki "ilk" lokantalarında tanımış ve tatmıştım bu lezzeti. Fırın kebabının yanında sâdece beyaz soğan gelirdi. Şimdi Meram'da da bir şube açmışlar. Yıllar sonra Meram şubesine gittim.






Mekân yukarıdaki fotograflarda gördüğünüz gibi. 

Gelelim yemeklere. Pidesi, yıllar önceki gibi yine kalın ve esmerce. Eti de -neredeyse- aynı lezzette; yalnız biraz daha yağlı ve biraz daha soğuk. Kebabın yanında gelen soğana şimdi yeşil biber, biraz yeşillik ve susam ezmesi de eşlik ediyor. Soğan hâricindekilere iltifat etmedim. Sâdece tadına baktığım susam ezmesini ise beğenmedim. 
Hacı Şükrü'de kebap gramla sipariş ediliyor. Gerçi son gidişimde garson "porsiyon"dan bahsetti; porsiyon 100 gram imiş. Benim gibi ete birazcık düşkünseniz, yiyeceğiniz etin hepsini birden sipariş etmeyin. Diyelim ki 300 gram kebap yemeyi düşünüyorsunuz, önce 150 gram sipariş edin, bitmeye yakın da diğer 150 gramı. böylece kebabı soğutmadan yiyebilirsiniz.
Kebap sipariş ederken yağla ilgili isteğinizi de "az yağlı, orta yağlı" gibi belirtin.
Kebabın üzerine Konya'ya mahsus sacarası tatlısından yedim. Sanki insan yaşlandıkça tad alma duygusu azalıyor.
En sonunda içtiğim kahve, oldukça bayat idi.
Fiyatlar, ortanın biraz üzerinde.
Herşeye rağmen Hacı Şükrü'ye yolunuz düşsün.








HACI ŞÜKRÜ - Merkez
Ferhuniye, A 42060, Müneccimbaşı Sk. No:20, 42080 Selçuklu/Konya

HACI ŞÜKRÜ - Meram
Yorgancı, Dutlu Cd. 5/B D:T, 42140 Meram/Konya


23 Mart 2021 Salı

Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi...

 Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi. Böyle demiş Halil Cibran. Ne kadar da doğru. Çok tâze bir yaprak dökümü vesîlesiyle bu sözün doğruluğu bir defa daha tebeyyün etti.

Otuzbeş yaşı "yolun yarısı" olarak belirtip kırkaltı yaşında terk-i diyar eden şâirin dediği gibi;

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Hayatının ortalarında tanımıştım onu. Aynı Bakanlıkta çalışıyorduk. Ortak bir zevkimizin olduğu söylenince tanışmıştık. Bu tanışıklığımız hep sürdü.

İlâhiyat fakültesinden terk idi. Arapça ve Farsça öğrenmenin zorluğundan bıraktığını söylerdi mektebi; bir yandan da Arapça öğrenmeye çalışarak. Bâzı Arapça kelîmelerin etimolojisinden, sözlük mânâlarından bahsetse de hiç öğrenemedi Arapça'yı.

Dine karşı alâkası nev-i şahsına münhasır idi. İslâma ne bir oryantalist gibi, ne de alelâde bir müslüman gibi bakardı; İslâm konusunda verilen hükümlere skeptik bir yaklaşımı vardı.

Hep bir kitap yazmak istedi. Yazamadı.

Hiç para-pul derdinde ve peşinde olmadı. Neredeyse bütün emekli maaşını hayvanlara, özellikle de çok sevdiği kedilere harcadı. Hayvan sevgisinin ve merhametinin şâhikası idi.

Evet, ölüm herşeyi değiştirdi. Ağacımızdan bir yaprak daha düştü. Gittikçe artıyor yalnızlığımız...

Rabbim merhametiyle muamele etsin.


12 Şubat 2021 Cuma

Vazgeçmeye senfoni

Yak artık gemilerini.

Bırak herşey burada kalsın, şu zamanda. Geçmiş zamanları ve o zamanların hüküm sürdüğü mekânları özleme. Bütün sonralar kahrolsun, yalnız şu an önemli de ya da carpe diem.

Çöz artık gönül kuşunu.

Bırak gitsin...

Olmadı işte, olamadı. Şâir "Sende, ben, imkansızlığı seviyorum" demiş ya, sen de böyle söyle ve bunu tembihle kalbine.

Hayır, imkânsızlığı da sevme, olurları çağır uzaklardan.

Hep öğüt verirler ya, dinle onları. Tutması zor olsa da dinle.

Sonra gönül sürgününü bitir ve sıradanlığın hüküm sürdüğü zamanlara gel amma zinhar giyme o libası.

Dönüp bakma ardına.


Kırılsın, dökülsün, yansın, bitsin.

Unut olmazları.


Parmak uçlarındaki ağrının ilacı olmadı mı yıllar! Zaman silmedi mi ruhundaki izleri!

Şimdi kendi taburcu raporunu yaz yıllardır beklemekten gevremiş o saman kağıda... Amma çocuk, gönlündeki çıbandan kork yalnızca ve onu kor demirle dağla ki şirpençe olmasın.

Sükuttan başka dostunun olmadığı beyan olunduğunda kalbine "Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân" de ve zebûn olduğunu da unut.

3 Şubat 2021 Çarşamba

Opus 1/C

 Pembe, eflâtun ve mor renkli sislerle yer yer silinmiş Dersaadet hayâlleri üşüştü gecenin bir vakti içime.

Ve birden nîce âhu gözlü güzellerin nazârına mazhar olmuş ıhlamurların kokusunu hissettim sanki... Hepsinin ortasında nâzenin bir el ve hezar-his ve âteşin gözler vardı; yine içimi ısıtan...

Sonra söylenmemiş ve belki de hiç söylenemeyecek sözler döküldü bir avuç kor gibi rûhuma.

Sustum ve sustu, yıllar evvel olduğu gibi. Kafamdaki isfithamlar bir derece daha ziyade oldu. Sezai Karakoç'un dediği gibi "ya ben bulutları anlamıyorum ya bulutlar benden bir şey bekler"... Belki de fazlaca korkağım ya da fazlaca cesur.. Belki de fazlaca şüpheciyim ya da fazlaca vurdumduymaz... Belki de yanılmaların batağındayım ya da fazlaca anlamaz... Kafamda binbir soru... Yıllar yıllar önce yazdığım bir şiirimde demişdim ki "Menâif-i âmme için bana kat-ı zeban gerekdir." Susmalı mıyım ya da daha çok mu konuşmalıyım... Ben kimim, neredeyim, nereye varmak istiyorum... Yeni şiirler mi yazmalıyım kendime dâir yoksa şiir ikliminden müebbeden hicre mi mahkûm eylemeliyim kendimi... Bil(e)miyorum.

Ihlamur yaprakları sarardı da içimi hazan rengine boyadı.

Sustum ve sustu. Yıllar evvel olduğu gibi.

(Opus 1/C'nin sonu)



6 Ocak 2021 Çarşamba

Zaman yolculuğu

Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı...

Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır...

İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara...

Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara...

Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde.

Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine.

Sonra haylazlıklarınız ...

Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler.

Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar.

Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler...

Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da.

Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada.

Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz

                    de söylemeyemezsiniz...

Günler ve haftalar ve aylar ve yılların ipliğinden örülmüş kozalarda bulursunuz bir şeyleri; canlı amma mahpusdurlar.

Yeşillerin sarardığını, sarıların kirlendiğini, kırmızıların gülmediğini, beyazın masumiyetini yitirdiğini, zamanın gittikçe daha hızlı aktığını, "dur ey geçme zaman" esrikliğini bekleyen bir Mephisto olmadığını anlarsınız.

Zaman geçmiştir.. zamanlar geçmiştir. Küllerle dolu yangın yerinde taa derinlerinde külün, bir küçücük kor parçası... 

Yakar bir yerlerinizi.

Hepsi o kadar...

Zaman denilen törpünün sâdece hücrelerinizi değil ruhunuzu da törpülediğini, içinizde yıllanmış kabuklar olduğunu anlarsınız. Mâzi ile hâlin biribinin yüzüne gülen iki hasım olduğunu da.

Geçmiş geçmiştir. Anlarsınız.

20 Aralık 2020 Pazar

Yaşanmamış

 Şehrin pisliğinden koruyan ayakkaplarımı ve çoraplarımı çıkararak toprağın nemini ve serinliğini, çakılların ben buradayım diyen sivriliğini hissederek yalınayak yürüsem. Ve ayaklarım, ondan gelip ona gideceğimizin künhüne ermiş olarak toprakla hem-hâl olsa. Ellerimin değdiği toprağın temizliğine iman etse nefsim.

Bir ağaç gölgesinin serinliğinde erse içim huzura. Araba gürültülerinin, klâkson bağırtılarının, egzos zehrinin yerini ağustosböcekleri ve kuşların sesleri alsa.

Mâvi asumanın mor toprakla vuslata erdiği uzaklara kadar serâser gözümün önünde olsa tabiat.

Sonra yere sereserpe uzandığımda, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi hiç konuşmadan otlarla sohbet divânı kursam; ufalsam ufalsam ve o otların arasındaki muhayyel bir âlemde seyahat ederken uyku ikliminin teslim alan yağmurlarında yıkansam.

Dalların arasından sızan güneş ışıklarının gözkapaklarımda hâsıl etdiği allıkta hayal deryasına dalsam. Hafiflediğimin, uçabildiğimin, ışığa tahvil olduğumun düşünü seyreylesem. Bedenimde sükûnu hissetsem ve meskûn olsam o zamanda.

Ve o zamandan hiç dönmesem.

Bana yok deseler ben vâr olduğumda...

13 Ekim 2020 Salı

Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı

Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm.

Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı.

Alın sanal ortamları, anlık haberleşme programlarını... her an her yerde her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her anımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyor. 

Ama gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Gerçek ortaya çıktığında aklınızla dalga geçildiğini, zekânıza hakaret edildiğini anlayabiliyorsunuz.

Mario Puzo'nun aynı adlı romanından sinemeye aktarılan The Godfather (Baba) filminden bir sahne geliyor aklıma.

Baba Don Corleone'nin büyük oğlu Sony, damadı Carlo'nun yardakçılığı ile pusuya düşürülerek öldürülür. Don Corleone'nin küçük oğlu Michael, babası öldükten sonra önce bütün mafia ailelerinin babalarını öldürtür. Sonra da eniştesi Carlo'yu sigaya çeker. Aşağıda görüntüleri bulunan bu sahnede Michael der ki Carlo'ya "Only do not tell me you're innocent. because it insults my intelligence that makes me very angry.". Yâni "Sâdece bana mâsum olduğunu söyleme; çünkü bu benim zekâma hakaret etmektir ve bu beni çok kızdırır"




Carlo, Michael'ın zekasına hakâret etmeyi göze alamaz ve ölüme gider. 
Elbette bizler insan öldürmüyoruz. Yalanlar, sâhiplerini yaşayan ölülere tahvil ediyor; kendileri farketmeseler de...

Kebapçı Hacı Halit - Diyarbakır

  Diyarbakır Ulu Camiini ziyaretim esnasında acıkınca, etraftaki birkaç esnafa yemek yiyebileceğim iyi bir esnaf lokantası sordum ve hepsind...