Kayıtlar

2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

"Yanılgı"lar - Nâzım Hikmet

Resim
Birkaç gün evvel, Cem Karaca'dan bir şarkı dinliyordum. "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan" diye başlayan. Nâzım Hikmet'in Mâvi Liman adlı şiirinini bestelemiş Cem Karaca. Şiir şöyle:      Mâvi Liman      Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.      Seyir defterini başkası yazsın.      Çınarlı, kubbeli, mâvi bir liman.      Beni o limana çıkaramazsın... Şiire yüklenmiş hasret, hüzün ve umutsuzluk Cem Karaca'nın bestesinde de var. Diğer bâzı şiirlerinde olduğu gibi Nâzım Hikmet'in vatan hasreti -bu şiirde özel olarak, İstanbul hasreti olarak- tecessüm etmişti. Nâzım Hikmet'in bu şiiri ne zaman yazdığını merak edip internette araştırma yaparken okuduklarım, Ülkemizde çıplak gerçeklerin nasıl da çarpıtılabileceğini göstermesi açısından ilginçti.  Şöyle yazıyordu "internet"te: "Ve şair gitgide ümidini yitirir. Hem geçirdiği kalp krizleri, hem de Türkiye hükümetinin vurdumduymazlığı karamsarlığını a...

"Yanılgı"lar - Medeniyet ve çağdaşlık

İngiliz sinema oyuncusu  Anthony Hopkins'in bestelediği "And the waltz goes on" isimli bir vals var. Bir video paylaşım sitesinde bu eseri dinlerken ( https://www.youtube.com/watch?v=xHBI-oxRE6M ) bir yandan da yorumlara bakıyordum. Rusça, İspanyolca, Macarca, İngilizce birçok yorum yapılmıştı. Derken Türkçe bir yorum gördüm. Şöyle yazılmıştı: " Sanat .Muzık.Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...." Bu yorumu okuyunca aklıma müteveffa eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geldi. Beethoven'in 9. Senfonisi'ni dinleyen Süleyman Demirel'in, konserden sonra "İşte çağdaş Türkiye bu!" diye haykırdığı yazılmıştı. (  http://arsiv.sabah.com.tr/1997/04/02/y08.html  ) Demirel'in bu çıkışından yola çıkan bir sanat eleştirmeni ise şunu yazmıştı: "Çoksesli müzikle çağdaşlığın bağlantısını bilen devlet adamlarındandı." (  http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/demirel-in-hatirlattigi-29314368  ) Kon...

Kış başlarken

Hangi sebeple vazgeçilmez bir aşk duyuyorum ona bilmiyorum; uzun zamandan beri böyle. Ama bitti işte. Sonbahardı, hazandı derken bitti. Yağmurlar gitti ve kar geldi. Neler geliyor aklıma hazan denildiğinde bir bilseniz... Çocukluğum geliyor mesela. Sarının binbir tonunun kahverengiye ve toprak rengine yolculuğu geliyor. Sıcacık bir soba başında geçirilecek zamanlara hazırlanmak geliyor. Ayvaların serhoş edici kokuları geliyor. İncecik yağan yağmurda babamın ceketinin altına beni saklaması geliyor. Sonra çocukluktan gençliğe geçiş zamanlarımın bana hazanla hüznü sevdirmesi geliyor aklıma. Gurbetle ilk aşkın yakıcı vâdisindeki yağmurlara iptilam geliyor. Kurtuluş Parkının sonbahar elbiseli hâli geliyor. Nihâyet hayatımın sonbaharında kendimi kandırışlarım geliyor. Bunlar bir film şeridi gibi geçerken içimden, uzaklardan acemkürdî bir vazgeçiş şarkısı çalınıyor kulağıma. Farzet bir rüyaydı, uyandım bitti Farzet bir hayaldi kayboldu gitti Farzet gözlerim bir oyun etti İki gö...

Kitap - Atatürk'ün Mimarının Anıları - Genç Türkiye İnşa Edilirken

     Avusturya'lı mimar Ernst Arnold Egli'nin hatıralarından Türkiye'ye dâir olanları Türkçe'ye tercüme edildikten sonra oldukça iddialı bir isimle "Atatürk'ün Mimarının Anıları" üst başlığı ile T. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Kitabın alt başlığı ise şöyle: "Genç Türkiye İnşa Edilirken (1927-1940, 1953-1955)" (1)      Bu Kitaba konu edilen Egli'nin Türkiye'ye dâir hatıralarının ontolojik sebebi, 1920'li yılların sonunda Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'ndan çok keskin bir vazgeçiştir. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın büyük mimarlarından Mimar Vedad Tek'in Ankara'dan -âdeta- "kaçmaya zorlanması"ndan sonra, Mimar Kemaleddin bir yandan Tek'in kalan işlerini toparlarken bir yandan da Gazi Muallim Mektebi'ni (2) inşâ ediyordu. Bu esnada Ankara'ya dâvet edilen Egli, Mustafa Kemal'le arasında şöyle bir konuşma geçtiğini belirtmektedir:      "Kemal Paşa bakışlarıyla b...

İkigai

Resim
Hector Garcia ve Francesc Mirales tarafından kaleme alınan "IKIGAI Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı" isimli bir kitap var. Kitapta ikigai'nin -basitçe- "hep meşgul kalarak mutlu olma" olarak çevrilebileceği belirtildikten sonra,  -yukarıda görüntüsü bulunan Japonca yazı karakterlerinden bahisle- "yaşam", "adamdan sayılmak", "ilk olmak", "zarif" karşılıkları da veriliyor. Kitabı okudukça anlıyorsunuz ki ikigai kişiden kişiye değişiyor ve onu hayata bağlayan amacı, şeyi ifâde ediyor. Yazarlar, Japonya'nın Okinawa adasında yer alan ve uzun yaşayan insanların bulunduğu bir köye de giderek, bu insanların yaşama biçimlerini  ve beslenme alışkanlıklarını da incelemişler. Sıklıkla uzak doğu dinleri ve felsefelerine ait kimi mefhum ve uygulamaları da ele alan kitapta sağlıklı ve mutlu yaşamak için komprime bâzı ipuçları da veriliyor:  Şunlar öneriliyor: Hayata bağlanın. Emekli olmayın. Midenizin sadece...

Yine hazan

Resim
Yine sonbahar geldi. Hangi sebeple bu mevsime son bahar denilmiştir bilemiyorum. Zira bahar  uyanışa açılan bir kapı iken sonbahar, uykuya varış ikliminin menzil hanı gibidir. Bu sebeple "hazan" kelîmesini pek bir sever, bu mevsimin ruhuna pek bir uygun bulurum. Hazan, hüznü de çağrıştırır... Sararan ve ağacını terk ederek toprakla bir olmak üzere yavaşça kendini boşluğa bırakan yapraklar, inceden yağan yağmurlar, kurumuş otların ve sararan yaprakların yağmurla ıslanarak yok oluş yolculuğuna çıkarken bıraktığı o buruk koku, bütün bir tabiatın sarı, turuncu ve kızıl duraklarından geçerek çıktığı yolculuğun ruhta bıraktığı vedâ hissi... Nasıl da alıp ruhunuzu hüzün diyarlarına götürür... Hazanla hüzün arasındaki ses benzerliği nasıl da tenasüplüdür. Bahis hazandan açılınca bir hâtıram geliyor aklıma. Yıllar önce Farsça kursunda iken dersimiz mevsimler idi. Muallime hanım bir yandan bize Farsça öğretirken bir yandan da kendisi bizlerden Türkçe öğreniyordu. Herkese en sevdiğ...

Cumhuriyet -ve demokrasi-

Resim
Yarın 29 Ekim. Türkiye Cumhuriyetinin Cumhuriyet Bayramı. Herkese kutlu olsun. Bu vesîle ile cumhuriyet hakkında bir iki kelâm etmek isterim. Cumhuriyet bir idâre şekli olup, en basit şekliyle devlet yöneticisinin verâset yoluyla -yâni babadan oğula ya da amcadan yeğene- geçmesi esâsına dayanır.   Devlete ve idâreye sâhip yöneticinin -ki monarktır- "yönetme ve başta kalma" hakkının kaynağı konusunda çeşitli kabûller olsa da, esas itibarıyla bu sâhiplik ilahî bir temele oturtulur ve monarkın, hâkimiyetin aslî sâhibi olan Tanrı adına bu yetkiye sâhip olduğu ve kullandığı da teorik olarak dile getirilir. Bu sebeple de monarkın " by the Grace of God of ..." ( tanrının inayetiyle ) monark olduğu, " zıllullah " ( Allah'ın gölgesi ) olduğu belirtilir. Bu anlayış -ya da kabûl- ister istemez asalet mefhumunu, asilleri, "mavi kan" saçmalığını yâni bâzı insanların doğuştan diğerlerinden üstün olduğu basitliğini doğurmaktadır. Bundan dolayı monarşi...

Bizans mı Roma İmparatorluğu mu

Resim
Söz İstanbul'un fethinden açıldığında "Bizans" gündeme gelir. Târihçilerimizden bâzıları "köhne" Bizans devletinden, bâzıları  Bizans  "İmparatorluğu"ndan- bahsederler. Üniversitelerin sanat târihi bölümlerinde "Bizans sanatı" dersleri vardır. Peki Bizans Devleti -veya imparatorluğu- ifâdesi nereden gelmektedir, bu kullanım şekli doğru mudur diye hiç sordunuz mu kendinize? İtalya yarımadasında M.Ö. 27 yılında kurulan Roma Devleti, zamanla büyüyerek Roma İmparatorluğu'na vücut vermiştir. Yapılan savaşlarda kazanılan topraklarla gittikçe büyüyen Roma İmparatorluğu'nda idare merkezi birkaç defa değişmiştir. MS. 235'ten itibaren içine düştüğü fetret devrinden sonra Diocletianus Roma İmparatorluğunu toparlıyor ve biri doğuda, diğeri batıda ikili yönetim sistemi getiriyor. Daha sonra, doğu ve batının "augustus" iki imparatoruna iki de "sezar" eklenerek tetrarşi denilen bir sistem getiriliyor. Kuruluşundan itibaren...

Temenniler - Bir

Kapınız çalınsa, açsanız. Ben olsam kapıda üşümüş... yorgun... Bir şiir gibi " üşümüşsün, gel içeri " deseniz; varlığınızla ısıtsanız rûhumu. Bu sıcak hoşgeldin iklimine girince "zaman dursun" desem. Köyümün, ışığı yeşil derelerinin ışıltısı doğsa içimde. Bir yer yatağı yapsanız bana, patiska yastık yüzleri olan ve  " hadi yat, dinlen " deseniz. Sonra elinizi usulca yüzüme dokundurup " uyu ...." deseniz, uyusam. Bâdem çiçekleri içinde çalkanırken rûhum, bedenim temiz çamaşır kokan yatağında, fırtınadan kaçıp kurtulmuş bir gemi gibi dinlense. "iyi ki var olduğunu" hücrelerim terennüm etse. Bir daha hiç uyanmasam...

Hayat insana neler gösterebilir ?

Leviathan'ı bilmeyen anayasa hukuku hocası, Altınoranı ve kilit taşını bilmeyen mimar, I. Millî Mimarlık akımını bilmeyen mimarlık doktora öğrencisi, Üslûbu olmayan mimarlık, Komplo ile komple kelîmelerinin farkını bilmeyen üst bürokrat, Avrupa Komisyonu'na görev tevdi eden yönetmelik hazırlayan hukukçu, Proteus vulgaris'i plâkta ayırt edemeyen mikrobiyoloji asistanı, Görev yaptığı câmideki levhanın hatalı yazısını farketmeyen din görevlisi, 20 liraya aldığını 125 liraya satan esnaf, Cumhuriyeti demokrasi ve kendisini "aydın" sanan okumuş, Kraliçesinin iç çamaşırını eldivenle tutan uzmana nâzire, bir pâdişahın el yazısıyla yazdığı dilekçesini eliyle tutan müze müdürü, Ebcede dinî bir veche vermeye çalışan din adamı, Yabancı lîsan puanı düşük diye hocayı doçent yapmayan sistem, Yobazlığın, bilmeden ve fikir sâhibi olmadan kötülemek olduğunu bilmeyen yobaz, Türkçenin ağız ve lehçelerini "yabancı" lîsan zanneden "çağdaş" insan, Kur...

Nostalji

Nostalji kelîmesi için Büyük Türkçe Sözlük'de " Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik, gündedün " karşılığı veriliyor. Kaynaklarda kelîmenin kökünün eski Yunanca'daki nóstos (vatana dönme, sıla) ve  álgos ( acı ) kelîmelerinden geldiği belirtiliyor; dolayısıyla sıla hasreti, sıla hasretinden acı duyma hâlini anlatan bu iki kelîme Fransızca'da " nostalgie " olmuş ve Türkçe'ye bu okunuştan geçmiştir. Hemen hemen herkes geçmişe -az ya da çok- bir hasret duyar. Bu hasret, eski olanın iyi ve güzel oluşundan mı kaynaklanmaktadır acaba?  Yaşadığımız zamana göre geçmişte kalan olayları ve nesneleri vasıflandırırken, geçmiş mânâsında eski sıfatını kullanıyoruz. Dünya nüfusunun gittikçe arttığı, gittikçe daha çok, daha büyük, daha yüksek binalar yapıldığı, daha çok motorlu araç kullanılmaya başlandığı inkâr edilemez bir vakıadır; dolayısıyla nesnelerde bir karmaşıklaşma, çoğalma olması ...

Tagaddî

Başlığı okuduğunuzda İtalyanca bir kelîme olduğunu düşünüyorsunuz değil mi? Ben de öyle düşünmüş idim; ama değilmiş. Çok değil onbeş yirmi yıl önce Ankara bu kadar "genişlememiş", bu kadar yayılmamıştı. Meselâ, birkaç ünlü otobüs firmasının kendilerine ait terminalleri vardı ve bu terminaller Eskişehir yolunun Ankara'ya eriştiği noktada idi. Bunlardan birisi şu an Armada alışveriş merkezinin hemen batısında şimdi Mövenpick otelinin olduğu yerde, diğeri de yolun karşısında idi; ki bugün hâlâ duruyor. Bu ikinci özel terminalin doğusunda -yanlış hatırlamıyorsam- tek katlı bir binada bir lokanta vardı ve ismi de "Tagaddi" idi. Gelip geçerken bu lokantanın ismini her okuduğumda ismi İtalyanca zanneder, Türkçe yerine bir başka lîsanda bir isim koydukları için işletmenin sâhiplerine kızgınlık duyardım.   Ne kadar yanılmışım... Yıllar sonra tagaddî kelîmesinin "gıda" kelîmesinden gelen ve gıdalanmak, beslenmek mânâsına gelen bir kelîme olduğunu öğrendim. ...

Cehâlet seviyemiz

Bir yarışma programı.. Basitten zora doğru giden sorular soruluyor. Yarışmacı, yirmili yaşlarda bir genç; büyük ihtimâlle üniversite öğrencisi. Soru şu: "Hamamları ısıtan, hamamın altında bulunan kapalı ve geniş ocağa ne ad verilir? " Cevap seçenekleri şunlar: Kurna, külhan, nalın, natır. Genç kızımız bu soruya " kurna " cevabını veriyor. Hadi bu genç doğru cevap olan külhanı bilmiyor, natırı hiç duymamış, nalını hiç görmemiş; kurna kelimesini de mi bilmiyor? Bir başka yarışmacı, otuzlu yaşlarda. Soru şu:  "Okuduğunuz kitapta 'I. Otto, onun oğlu II. Otto ve onun oğlu III. Otto ...' şeklinde bir ifade varsa, kitap hangisinin tarihini anlatıyor demektir?" Cevap seçenekleri, Osmanlı İmparatorluğu, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, Fransa İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Bu yarışmacının cevâbı " Osmanlı İmparatorluğu " oluyor. Otto isminin Fransızlara mı, Germenlere mi, Avusturyalılara mı yoksa Macaristanlılara mı a...

Ankara'da "Hanlar Bölgesi"

Resim
   Târih içinde Ankara'nın Ankara Kalesi'nin eteklerinde var olduğu bilinmektedir. Kale eteklerinde birkaç yıl önce Altındağ Belediye binasının bulunduğu yerin adı Samanpazarıdır. Samanpazarı’ndan kaleye doğru tırmanmaya başlarsanız (Kuzey doğu yönünde) Ulucanlar Caddesi'nden Can Sokağa girersiniz. Biraz ileride yol ikiye ayrılır. Daha altta kalan ve sağa giden yok hâlen Can Sokak iken, solda kalan ve kaleye doğru tırmanan sokağın adı Koyunpazarı Sokağıdır. İşte bu yol ayrımının olduğu yer Koyunpazarı'dır. Koyunpazarı    Koyunpazarı sokağının başlangıcında solda Ahi Elvan Camii, Can Sokağın yüz metre kadar ilerisinde sağda ise Ahi Şerafettin Camii (Aslanhane Camii) yer alır. Koyunpazarı sokağı yaklaşık yüz metre ileride bir meydana ulaşır ki bu meydanın adı At Pazarı veya Atmeydanı'dır. At Pazarının doğusunda Ankara Kalesinin ikinci surlarının giriş kapısı yer alır. Kuzeyinden ise Gözcü Sokakla tekrar Ulus yönünde aşağıya inersiniz. İşte bu bölge "Hanl...

Azim Beşiktaş Kebapçısı - Ankara

Resim
(son güncelleme 1 Temmuz 2022) Ankara'da bir Tahtakale sokağı vardır. (*) Ulus'ta Hallaç Mahmut Camii ile Ulus Sebze ve Balık Halinin arasında küçücük bir sokaktır. Bu sokağa  Hallaç Mahmut Camii tarafından girerseniz, girişte sol tarafta Üçler Tavuk, hemen yanında da Azim Beşiktaş Kebapçısı vardır. 1952 yılında açılmış; dolayısıyla Ankara'da yaşamaya başladığımdan beri var burası. Önceleri küçücük bir mekandı. Döner ve ızgara köfte satarlardı. Aynı zamanda dükkânın sâhibi de olan Akif usta döner tezgahının başında durur, köfte ızgarasına bir başkası bakardı. O zamanlar döneri -tıpkı köfte gibi- ekmek arası servis ederlerdi. Sonraları Akif usta kendisini emekli edip işi oğluna bırakınca, dükkan genişletildi, en son da kaldırıma masalar konuldu. Herne vakit giderseniz gidin kalabalıktır; sebebi ise elbette döneridir. Ankara'da yenilebilecek en iyi döneri yapan birkaç yerden birisidir burası. Artık döneri tırnak pide ile servis ediyorlar. Şimdilerde, müşterilerinin küç...

Parça parça düşünceler

Terk-i mekân Yazdıklarını her okuyuşumda uzaklara, çook uzaklara gidiyorum. Bedenim burada, amma velâkin ruhum seneler öncesinde, köyümde.. Hani Yahya Kemal, -Varşova büyükelçisiyken yazdığı- "Kar Mûsikileri" şiirinde  "Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta /Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta." diyor ya; tıpkı öyle. *** Kalemi Kırmak ve Kağıdı Yırtmak  Kalemi kırmak ve kağıdı yırtmak ve herc ü merc etmek herşeyi.. kelimeleri bulamamak ve bulabildiklerimin üzerini çizmek.. kan ve gözyaşı dahi mânâsız... Kollarım kırık.. Keşkelerden bıktım. Gelmemiş kervanların ipeğinden hayâller dikiyor kalem. bir bilse kağıtların acıyı taşımadıklarını kırılırdı iğnesi! Kelimelerin dördüncü boyutuna efendisi el’in gizlendiğini bilseydi kalem.. Acı,  parmakuçlarından aşağıya hiç inmedi.. Parmakuçlarından bütün bedene dağıldı ve rûhu dağladı acı.. Bitmemiş çiçeklerin, yaşanmamış zamanların, kaçılamamış ıssızlıkların hayâlperestini yurt belledi; onunla uykulara da...

Aşk ile hem-hâl olmak

Mekânı hiç sayabilmek gerek, zamana esir olduğumuzu hiç unutmadan. Ustura gibi soğuk bir kar tipisi içinde ellerimiz donarak yürüyüp bütün takatimizin bitdiği bir ân önümüzde bir bahar bahçesi bulmaya tâlip olmak. Önümüzde, pembenin bin renginde donanmış badem çiçekleri ile müzeyyen bir bahar vâdisi.  Kar yok.. soğuk yok... sâde ılık bir nefes; o ân ruhumuz kürdîlihicâzkâr titrer, aşkefza ile ağlar ve nevâda karar kılar…  Ve  unutulur bütün mihnetler. Parmak uçlarından başlayan bir sarsılış bedeni nasıl da esir alır, kavrar, ele geçirir, bende kılar; vazgeçersiniz "ben"den, yok olursunuz, erirsiniz, bitersiniz…   Sâde ışık hâline tahvil olur bir pembe çiçek de siz olursunuz.... "Beşnu ez ney çün hikâyet mi konem   Ez cüdâyıha şikâyet mi konem"   dedirten bir ney sesi olursunuz belki; ya da kamış olmak istersiniz, ağlayan, inleyen. Ve ağlamak istersiniz ağlatan iken… Gözlerinizde yağmur bulutları dolaşdığını hissedersiniz.   ...

Farkında olmadıklarımız

Resim
Kale eteklerinde kurulmuş olan târihî ya da eski Ankara'yı merak edip Samanpazarı'ndan Kale'ye çıktınız mı hiç? Eğer etrafınıza dikkatle bakarak, baktığınızı görerek çıkarsanız bu yolu, sanki onyıllarca hatta yüz yıllarca geriye gidersiniz birden. Koyunpazarı sokaktan yukarı doğru çıkarken yol ikiye ayrılır ve sağdaki yol sizi Ahi Şerafettin -ya da çok bilinen adıyla Aslanhâne- Camiine doğru götürürken, soldaki yol Pirinç Han, Çengel Han güzergahıyla sizi Atmeydanı'na götürür. Eski Ankara evleri Bu yolların üzerindeki evler, dar pancereleri, çıkma ve cumbaları, harikulâde ahşap ve demir işlemeleri, monotonluğa inat yapıları ile içinizi ısıtarak "ev"in ne olduğunu size anlatırken dükkanlar da sattıkları eşya ile zaman yolculuğuna katkı yaparlar. Rengâreng boncuklar, ipler, çeşitli tarım âletleri, taşlar, tesbihler, yatak yünü gibi şimdilerde pek rastlanmayan bu eşya gözünüzün yanında ruhunuzu da okşar. Gözü ve ruhu okşayan renkler ve nesneler ...

"Osmanlıca" diye bir lîsan var mı?

Resim
Bugünlerde o kadar sık karşılaştığımız bir kelîme ki "Osmanlıca", sonunda yer alan "ca" eki, bilmeyen birisinin Türkçe'den tamamen farklı bir lîsan zannetmesine sebep oluyor. Belki bu sebeple, belki kelîmenin meydana getirdiği istihfamı ve yanlışlığa mâni olmak adına bunun yerine "Osmanlı Türkçesi" denildiğini de görüyoruz. Aslında Osmanlıca denilen, Arap alfabesi ile yazılan Türkçe'den başka bir şey değildir. Bu yüzden, üniversitelerde "Osmanlı paleografyası" dersleri vardır. Osmanlı devletinde, sâdece -Türklerin yaşadığı yerlerdeki- halk arasında değil sarayda dahi açık ve anlaşılır bir Türkçe konuşulduğu su götürmez bir gerçektir. Nitekim, bâzı Osmanlı pâdişahlarının yazdığı şu şiirlere bakıldığında bu husus anlaşılacaktır: Sâki, getür, getür yine dünki şarabumı Söylet dile getür yine çeng ü rebabumı Ben var iken gerek bana, bu zevk ü bu safa Bir gün gele kim görmeye kimse türabum. (II. Murad - 15.yy) Halk içinde mûteber b...

Yobazlık ve yobaz

İlâhiyatcı ve hukukçu Yaşar Nuri Öztürk, ‘Kötülüklerin anası: Yobazlık’ başlıklı yazısında "Yobazlık, kişinin kendi düşünce ve kabulleri önünde herkesi ve her kuvveti boyun eğdirme tutkusunun kuduz bir hal alışıdır. Din adına sergilenebileceği gibi dinsizlik adına da sergilenir." der. ( http://www.hurriyet.com.tr/kotuluklerin-anasi-yobazlik-39022350 ) Oysa günümüzde yobazlık denilince akla ilk gelen "din" oluyor ki, bu kavramın doğrudan ve birinci elden dine bağlanması yanlış ve başlıbaşına bir yobazlık olsa gerek. Nitekim, "Türk" Dil Kurumu'nun sözlüğünde yobaz kelimesi için şu üç karşılık mevcut: 1. Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen (kimse): “Bu memleketi de dört buçuk yobaza bırakamayız.” -A. Gündüz. 2. mec. Bir düşünceye, bir inanca aşırı ölçüde bağlı olan (kimse). 3. hlk. Kaba saba, inceliksiz (kimse). Yobazlığı dine bağlayan kabulün birinci karşılık olarak verilmesi, aslında konuya önyargılı yakl...

Aziz dostum

Hukuk Fakültesinin ilk senesiydi; o devasa "anfi"de yüzlerce kişi arasında biribirimizi görmüş, biribirimize yaklaşmaya başlamıştık. Diğer öğrencilere benzemiyorduk; zira ikimiz de Devlet memuruyduk. Her ikimiz de sağlık kolejini yatılı okumuştuk ve aynı Bakanlığın farklı kuruluşlarında çalışıyorduk. Ve elbette her ikimiz de -memur hâlimizle- öğrenciliğe pek de uyum sağlayamamıştık. En büyük ortak noktamız zamanla ortaya çıktı: Her ikimiz de hukuktan çok edebiyatı seviyorduk. Kaç defa "bırakalım şu hukuk fakültesini, gidip edebiyat okuyalım" dedik... Ertesi gün ceza usûl hukuku final sınavına gireceğimiz günün akşamı onun evinde "hadi derse başlamadan azıcık şiir okuyalım" diyerek daldığımız şiir bahçesinde gecenin geç vakitlerine kadar dolaşınca "artık bu saatten sonra ders çalışılmaz" deyip yatmış ve elbette ertesi gün yapılan sınavdan "çakmıştık." Baktık bırakamıyoruz hukuk fakültesini, "o zaman okul bitince şu ders notlarını ...

Özüne sâhip bir hâkim ve bir gezgin

Resim
10 nisan 2019 tarihinde "Özüne sahip bir hâkim" başlığı altında aşağıdaki yazıyı yazmış idim: "Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenci iken aynı hastahanede çalışıyorduk; birimiz laboratuvar teknisyeni, diğerimiz röntgen teknisyeni olarak. Her dâim pozitif, neşeli birisiydi. Okulu bitirince hâkimlik sınavlarına girip hâkim oldu. Ama o hep aynı insandı. Bir gün Kızılay'da karşılaştık, büyücek bir çanta taşıyordu; taze üzümden iğne ipliğe varıncaya dek pek çok şey vardı bu çantada. Ritüelleri umursamaz ve kompleksiz birisiydi. En son İstanbul'da çalışamaya başladı. Mezun edildiğimiz Yenişehir Sağlık Koleji mezunlarının buluşmasında Bodrum'da karşılaştık sonra. Herkesin âla-yı vâla ile masadan masaya geçerek zaman geçirdiği bu buluşmada ben Mausoleum, antik tiyatro ve Bodrum Sualtı ve  Arkeoloji müzesinde zaman geçirirken, hâkim arkadaşımın da Bodrum'daki târihi yerleri dolaştığını öğrendim. Bu vesile ile  sanata, sanat târihine dair sohbetlerimi...

Ankara'da I. Millî Mimarî Üslûbundaki Eserler

Resim
Sıhhiye'den Ulus'a giderken ve Ulus'da gezerken, bâzı binalar muhakkak dikkatinizi çekmiştir: Ankara Radyosunun binası ile Numune Hastanesi binasının arasındaki Etnografya Müzesi binası ile -şimdiki- Resim ve Heykel Müzesi binası, Büyük Tiyatro'nun karşısındaki -şimdiki- Kültür ve Turizm Bakanlığı binası, Opera'dan Ulus meydanına doğru giderken sol köşe başındaki eski Osmanlı Bankası binası, 50 metre ilerideki Ziraat Bankası Binası, hemen karşısında yer alan ve eskiden Tekel binası iken şimdilerde Yunus Emre Vakfı'nı barındıran bina, biraz daha ileride Ulus'tan dışkapı yönüne giden Çankırı Caddesinin hemen sağ başındaki İş Bankası binası, Ulus meydanından batıya inen yolun hemen başında Birinci Meclis binası, yaklaşık 50 metre alt tarafta İkinci Meclis binası,  hemen karşısında Ankara Palas (Devlet Konukevi), Ankara Palas ile Osmanlı Bankası binasının arasında yer alan Evkaf Apartmanı bunlardan bâzılarıdır. Bu binaların her birisinin önünden geçerken muha...