Kayıtlar

Sîretler ve Sûretler

Beşir AYVAZOĞLU'nun bir kitabının adı "Sîretler ve Sûretler". Kitapta muhtelif şahıslar anlatılmış; sâdece sûretiyle değil sîretiyle. Kubbealtı Lugatinde , sîret  ( ﺳﻴﺮﺕ ) için  " Bir kimsenin ahlâkı, seciyesi, karakteri, dışa akseden davranışı. Karşıtı: SÛRET "  açıklaması; sûret için ( ﺻﻮﺭﺕ ) " Gözün ilk bakışta gördüğü şey, dış görünüş, şekil, biçim .", " Yüz, çehre, surat. " ve  " Bir varlığın dıştan görünen, beş duyu ile bilinen yönü. " açıklaması yapılıyor. Her insan sûretiyle ve sîretiyle ayrı birer dünya olsa da, İbn-i Haldun'un Mukaddime'sinde belirtdiği üzere insanın yaşadığı yerin insan davranışları üzerinde etkileri olduğu da bir gerçektir. Ayrıca, taklid edici özelliği de dikkate alınınca insanları belirli sîret kalıplarında ele almak mümkün hâle gelir.  İnsanlar, bir yandan hayatlarını idâme ettirmek için çabalarken bir yandan da diğer insanları -az ya da çok- gözler, belli çıkarımlar yapar ve hatta belli insan...

Hacı Şükrü - Konya

Resim
Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi Sanat Târihi bölümün bir hocası anlatmıştı: Alanya Kalesi kazısı için üç hoca Alanya'ya giderken, Konya'da Hacı Şükrü lokantasına uğrarlar. Anlatan hoca, 100 gram kebap istediğini söyler, diğer iki hocanın itirazı ile 150 grama çıkarır siparişini. Diğer iki hocanın birisinin 900 gram, diğerinin ise 1.100 gram kebap yediğini söyleyince hoca, "demek ki sanat târihçisi olmanın şartı iyi ve çok et yemekmiş" demiştim. 1855-1949 yılları arasında Konya'da yaşayan ve lokantaya ismini veren Hacı Şükrü Çeşmeci 1907 yılında Konya'da küçük bir binada fırın kebabı ve poğaçası ile hizmet vermeye başlamış. Hacı Şükrü  1949 yılında vefat edince hem damadı hem de yeğeni Hacı Ali Şengönül dükkanın başına geçerek işletmeyi devralmış. Hacı Ali Şengönül 53 yıl bu mesleği sürdürmüş.  Şu an 4. kuşak Şengönülller işi sürdürüyorlar. Evet, iyi et iyi kebap yenilen bir yerdir Hacı Şükrü lokantası.  Tandır kebap diyenler varsa da, etlerin uzun süre fırınd...

Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi...

 Sâdece aşk ve ölüm değiştirebilir herşeyi. Böyle demiş Halil Cibran. Ne kadar da doğru. Çok tâze bir yaprak dökümü vesîlesiyle bu sözün doğruluğu bir defa daha tebeyyün etti. Otuzbeş yaşı "yolun yarısı" olarak belirtip kırkaltı yaşında terk-i diyar eden şâirin dediği gibi; Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. Hayatının ortalarında tanımıştım onu. Aynı Bakanlıkta çalışıyorduk. Ortak bir zevkimizin olduğu söylenince tanışmıştık. Bu tanışıklığımız hep sürdü. İlâhiyat fakültesinden terk idi. Arapça ve Farsça öğrenmenin zorluğundan bıraktığını söylerdi mektebi; bir yandan da Arapça öğrenmeye çalışarak. Bâzı Arapça kelîmelerin etimolojisinden, sözlük mânâlarından bahsetse de hiç öğrenemedi Arapça'yı. Dine karşı alâkası nev-i şahsına münhasır idi. İslâma ne bir oryantalist gibi, ne de alelâde bir müslüman gibi bakardı; İslâm konusunda verilen hükümlere skeptik bir yaklaşımı vardı. Hep bir kitap yazmak istedi. Yazamadı. Hiç para-pul derdinde ve pe...

Vazgeçmeye senfoni

Yak artık gemilerini. Bırak herşey burada kalsın, şu zamanda. Geçmiş zamanları ve o zamanların hüküm sürdüğü mekânları özleme. Bütün sonralar kahrolsun, yalnız şu an önemli de ya da carpe diem . Çöz artık gönül kuşunu. Bırak gitsin... Olmadı işte, olamadı. Şâir " Sende, ben, imkansızlığı seviyorum " demiş ya, sen de böyle söyle ve bunu tembihle kalbine. Hayır, imkânsızlığı da sevme, olurları çağır uzaklardan. Hep öğüt verirler ya, dinle onları. Tutması zor olsa da dinle. Sonra gönül sürgününü bitir ve sıradanlığın hüküm sürdüğü zamanlara gel amma zinhar giyme o libası. Dönüp bakma ardına. Kırılsın, dökülsün, yansın, bitsin. Unut olmazları. Parmak uçlarındaki ağrının ilacı olmadı mı yıllar! Zaman silmedi mi ruhundaki izleri! Şimdi kendi taburcu raporunu yaz yıllardır beklemekten gevremiş o saman kağıda... Amma çocuk, gönlündeki çıbandan kork yalnızca ve onu kor demirle dağla ki şirpençe olmasın. Sükuttan başka dostunun olmadığı beyan olunduğunda kalbine " Şîrler pençe-i k...

Opus 1/C

 Pembe, eflâtun ve mor renkli sislerle yer yer silinmiş Dersaadet hayâlleri üşüştü gecenin bir vakti içime. Ve birden nîce âhu gözlü güzellerin nazârına mazhar olmuş ıhlamurların kokusunu hissettim sanki... Hepsinin ortasında nâzenin bir el ve hezar-his ve âteşin gözler vardı; yine içimi ısıtan... Sonra söylenmemiş ve belki de hiç söylenemeyecek sözler döküldü bir avuç kor gibi rûhuma. Sustum ve sustu, yıllar evvel olduğu gibi. Kafamdaki isfithamlar bir derece daha ziyade oldu. Sezai Karakoç'un dediği gibi "ya ben bulutları anlamıyorum ya bulutlar benden bir şey bekler"... Belki de fazlaca korkağım ya da fazlaca cesur.. Belki de fazlaca şüpheciyim ya da fazlaca vurdumduymaz... Belki de yanılmaların batağındayım ya da fazlaca anlamaz... Kafamda binbir soru... Yıllar yıllar önce yazdığım bir şiirimde demişdim ki "Menâif-i âmme için bana kat-ı zeban gerekdir." Susmalı mıyım ya da daha çok mu konuşmalıyım... Ben kimim, neredeyim, nereye varmak istiyorum... Yeni şii...

Zaman yolculuğu

Bir çiçek... Bir söz... Bir resim... Bir şarkı... Alır sizi yıllar yıllar öncesine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarır... İlk gençlik yıllarına. Yeşilin daha yeşil, pembenin daha pembe, kalplerin deli-dolu olduğu efsunlu zamanlara... Bir bakışın, bir sıcak sözün, bir edanın içinize kor döktüğü müstesna anlara... Hatıraların gayrı-resmî geçidi başlar derinlerde bir yerlerde. Çehresi sislenmiş tanıdıklar gelir önce ruhunuzun hayal perdesine. Sonra haylazlıklarınız ... Ve bekleyişler, gelmeler ve gelememeler birer boş çerçeve olur da geçerler. Beyniniz ve kalbiniz bin türlü hissin resmî geçidini yaşar. Neler yaşatır hayal perdesinden geçen çerçeveler.. neler, neler... Utandığınız, kendi kendinize kızdığınız, hayıflandığınız da olur yüzünüzün al al olduğu da. Hâl ve hakikatin karakol grisi rengine inat Kurtuluş Parkının sapsarı çiçekleri uçuşur havada. Söylenememiş sözlerin fısıltısı gelir uzak iklimlerden. Bâzı şarkıların sizin için bestelendiğini düşünürsünüz       ...

Yaşanmamış

 Şehrin pisliğinden koruyan ayakkaplarımı ve çoraplarımı çıkararak toprağın nemini ve serinliğini, çakılların ben buradayım diyen sivriliğini hissederek yalınayak yürüsem. Ve ayaklarım, ondan gelip ona gideceğimizin künhüne ermiş olarak toprakla hem-hâl olsa. Ellerimin değdiği toprağın temizliğine iman etse nefsim. Bir ağaç gölgesinin serinliğinde erse içim huzura. Araba gürültülerinin, klâkson bağırtılarının, egzos zehrinin yerini ağustosböcekleri ve kuşların sesleri alsa. Mâvi asumanın mor toprakla vuslata erdiği uzaklara kadar serâser gözümün önünde olsa tabiat. Sonra yere sereserpe uzandığımda, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi hiç konuşmadan otlarla sohbet divânı kursam; ufalsam ufalsam ve o otların arasındaki muhayyel bir âlemde seyahat ederken uyku ikliminin teslim alan yağmurlarında yıkansam. Dalların arasından sızan güneş ışıklarının gözkapaklarımda hâsıl etdiği allıkta hayal deryasına dalsam. Hafiflediğimin, uçabildiğimin, ışığa tahvil olduğumun düşünü seyreylesem. Bedenimde...

Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı

Resim
Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm. Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı. Alın "sanal" ortamları, anlık haberleşme programlarını... Her an, her yerden, her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her ânımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyo...

Opus 1/B

 Bilinmezlerimle son akşam yemeğinde içimin kuytusundaydım; alacakaranlıkta. Biliyordum kimin ihanet edeceğini vefaya. İnanmayan kimdi âyandı. Ekmek ve şarap yerine sükut ve teslimiyet vardı ve mukadderi bilerek sustuk. Sonra kuşlar vardı, zifiri siyaha kesmiş alıcı kuşlar... Gölgesi olmayan boşluk gibiydiler. Bir sızı vardı derinlerde, nefessiz kalmış çığlık gibi pürtelaş. Göğüs kafesini zorlayan bir sızı. Zaman bin yılın yolcusu olarak geçiyordu kapıdan, ayak seslerinden bildim; çağırıyordu... Sonra renkler soluyordu külrengi bir hastalığın pençesinde ve hep birlikte yükseliyordu ateşimiz. İçimdeki seslerin uyku zamanıydı vardığım yer. Batıyordum kâinatın mekansızlığına ve yok oluyordum... Renkler... sesler... hepsi uykuya varmıştı. Yok olmuştum. Yok... (Opus 1/B'nin sonu)

Opus 1/A

 Eli gitmekle kalmak arasında, tereddüt ve yasak arasında titriyordu. Ona doğru gitmeyi istediğinde kulaklarında bir tufanın seli uğulduyordu. Göğüs kafesi kalbine dar geliyor, ilkbahar tayları bin tarafa seğirtiyorlardı.  Derken bâdem çiçekleri yağıyordu bulutlardan ve zemin pembeye kesiyordu boydan boya. Aşkın erken hâline yakalanmıştı ve ilacını bilmiyordu.  Tıpkı nedenleri ve niçinleri bilmediği gibi. Yasağın hükümdarlığında kalmak kararı aldığında ilkkışın yağmuru boşanıyordu içine, ayakları ıslak, elleri buz gibi bir saçak dibi öksüzü oluyordu. İçinin uçsuz bucaksız steplerinde korunaksız ve çâresiz bir av gibi şaşkın oluyordu. Yolları ve yönleri bilmiyordu. Gün tutuluyordu ve içinde renksiz alaim-i semalar kuruluyordu bir yerden bir yere. Velhâsıl karnında bir burgaç,  ağzında demir tadı,  iskeletini ayakta tutan kasları işi yavaşlatma eylemine hazırlık hâlindeydi. Hücreleri toza dönüşmeden varmak mümkün müydü, yoksa çaresizliğinin girdabına kendini bırak...

Sana şiirler yazarken öleceğim

    yeni şiirler yazılacak senin için    içinde her renk ve her iklim ve her saat olacak    ve ben olacağım içinde erguvan çiçekleri ile bezenmiş    seni sâfi çiçek mevsimi yapmak için    hiç bitmeyecek hezar-i hezar bir fasl-ı bahar    sana zamanlar vereceğim,   dakikaları olmayan    her şiir, zamanı sana bir daha bahşedecek    uzak yıldızlar kadar efsunkâr olacak her renk sende    kan rengini bana ver diyecek bu adam sâdece                         ve ölüm rengini    sende kalsın bütün mâviler    bana siyaha dönecek kan rengini ver diyecek..   sana hayat getirecek şiirler yazacağım    ve senden hayata dâir hiçbirşey istemeyeceğim    hayâller yetecek, kimbilir...    senin mâviye boyadığın erguvanl...

Af için sözler

Bir karınca ordusu gibi gelen       ve bir akıncı gibi giden, kaçan ölümcesine birden -h â yır ben bir yalancıyım- gene bir karınca gibi giden, kopan Gelme demediğim ve gitme diyemediğim     -esbâb-ı mûcibesi meçhûl- Sükûn ve celâlle tereddüdü yaşatan     -ki önceden de tanırdım- Sığındığım ve kızdığım ve bildiğim ve bilemediğim Olur ve olmazların meydana gelmeye korktuğu ey kısacası sebeb-i tereddüdüm ve dost-u bîteklifim Tuz ve ekmek hakkından başka Limon ve ıhlamur hakkı dahi aramızda bulunan Dostum ve yoldaşım -çün, pek uzak ve pek kısa yollara birlikte gittiğimiz- Yanlış zamanda ve yanlış mekânda tanıdığım Beraber güldüğüm ehl-i dilim Dağlar ve ovalar ardındaki dost kerre dost Anlıyor ve biliyoruz Öyle değil mi? Yaşanmış üç beş buruk zam â nı Geçmiş bir zamandan  ve bir boşluktan yaşanmamışlıktan daha başka bir isimle anacağız      değil mi? Henüz bilinmeyen ve kadîm zamanlard...

Aydın, münevver, entelektüel

Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün siyaset bilimi yüksek lisans programındaki hocalarımdan Kadir Cangızbay basmakalıp "hoca"lardan oldukça farklıydı. Deneysel Amerikan sosyoloji ekolüne şiddetle karşıydı. Her bir cümlesi birer paragraf tutan ilginç makaleleri vardı. Bunlardan birisi de "aydın" hakkındaydı. Bu konuda bir iki kelâm etmek istedim. Günümüzde; aydın, entelektüel, münevver aynı anlamda kullanılan kelîmeler. Bir farkla: Kendisini, -muhafazakâr zıddı olarak- ilerici sayanlar "aydın"ı, özenti batıcılar "entelektüel"i, -pekçoğunun muhafazakârlığın ne olduğunu bilmediği- muhafazakârlar ise "münevver"i tercih ediyorlar. Kendini "konumlandırdığı" yere göre -yâni tümdengelimci bir anlayışla- fikir sâhibi olmayı ve  kelîme seçmeyi sevenlerden başka ne beklenebilir ki... Peki bu üç kelîme -aslında mefhum- birebir aynı durumu mu anlatıyor, aralarında fark var mı diye hiç düşündünüz mü? Öncelikle Nişanya...

Zaman bizden aldı bütün sırrını

Âsumanî atlasa bir ucundan safran dökdüğü saatlerde güneşin İçimin binrenkli kağıdına gözlerimle çizerdim sûretleri eskiden.. oysa tebeşirle çizilmiş bir resim gibi sûretin ... sûretin ki siyah üstüne beyaz hem ve bilmemek zehriyle müzeyyen ve hem her ân silinmek ihtimâliyle yaralı.. Varılmaz menziller gibi olsa da bilmek Seni bulmak ümîdi Ve sensin zannıyla bakdım bütün yüzlere.. Yüzler şeklini kaybederken her dönemeçde eskiden Şimdi her köşe başının yükü bir ihtimal bulmak.. İhtimâlin kapısı hep aralık olurdu eskiden ve nârin bir el silerdi “yasak” kelîmesini ân’ın lügâtinden... Zaman bizden aldı bütün sırrını .. Her nisan ipek bohçalarda rüzgar bulurdum eskiden Rüzgar ki ayandı             yüzler gibi Serindi... Gelmeyeni beklemek ihtimâli tutuşturdu da Şimdi Nemrut ateşiyle yanmakda nisan.. Sorma, bu aynı nisan mı diye değil.. Demek zaman bizden aldı bütün sırrını... B...

Çıkılmamış yolların nihâyeti

O beni bekleyedursun tül yapraklarının düşmesinden korkarak, ben ona şiir yazmak için gece ülkesine sığındım. En uzununu, en öldürücüsünü, en güzelini, en aşk olanını hayatımın şiirini yazmak için bir gönüllü sürgüne çıktım.  Ya o yok ya ben görmüyorum... "Onsuzluk" makâmındayım çocuk. Perspektifsiz ortaçağ gravürleri gibi sathî, yersinia’lı zamanlar gibi hayatsız onsuzluk; “ölüme üç var” zamanlardayım. Ehemmiyetsizlik makamıdır vardığım, neye yarar erişmek.. Ne akkuşların kanadı ve ne demirden kuşlar almadı beni; götürmedi bilmenin yokluk diyârına. Seninle bir günü özlemek düşüncesinden başka müebbed hicrimi tatdırmadı hiçbir şey. Günlerce öteden nefesini hissetmek kadar hiçbir şey zehir ve panzehir olmadı ruhumun uçsuz bucaksız hummasına.. 29 nisan 2006 günlerden cumartesi Ve bugün bir macginitiea wyomingensis yaprağı gördüm çok milyon yıllık, bana senin hayalinle dantelli geleceği düşündürdü hudutsuz..  29 nisanı 30 nisana bağlayan gecenin sabah...