Kitap - Kayıp Aydınlanma

 

KİTAP DEĞERLENDİRMESİ

KAYIP AYDINLANMA – S. Frederick Starr

 

 Yale Üniversitesi'nden lisans, Princeton Üniversitesi'nden doktora derecesi aldığı, üç farklı ABD başkanına danışmanlık yaptığı belirtilen Stephen Frederick Starr'ın yazdığı Lost Enlightenment adlı kitap orijinaline uygun olarak Kayıp Aydınlanma ismiyle Türkçe'ye tercüme edilmiş. Baskı adetlerini bilmemekle beraber, 2019'dan 2024 yılı Şubat ay'ına kadar 13 baskı yapmış. Arkadaşlar arası bir sohbette konusu açıldığı için kitabı hemen alıp 18 günde okudum. Okumayı, Birunî'nin el-Âsâr’ül Bâkiye adlı kitabının The Chronology of Ancient Nations ismiyle 1879'da yayımlanan İngilizce baskısına, D. Ahsen BATUR tarafından Maziden Kalanlar ismiyle Türkçe'ye çevrilen baskısına, Mihaly Hoppal'in Avrasya'da Şamanlar kitabına, Rene Grousset'in Stepler İmparatorluğu Kitabına, V. Barthold'un Hakkı Dursun YILDIZ tarafından Türkçe'ye çevrilen Moğol İstilasına Kadar Türkistan kitabına, Kuşeyrî Risalesine, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü’ne, Seyyid Hüseyin Nasr’ın Harvard Üniversitesi’ndeki doktora tezinden hazırlanıp İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş ismiyle Türkçeye çevrilerek yayımlanan kitabına, Tevrat'a, Kur'an'a ve birçok ansiklopediye de müracaat ederek yaptım. Kafama takılan ve içinden çıkamadığım birkaç konuda Kitabı Türkçe'ye tercüme eden mütercime sorular sormak da dâhildi bu okuma sürecine.

Kitabın alt başlığı "Arap Fethinden Timur'a Orta Asya'nın Altın Çağı" İslamiyeti yaymak için Asya'daki Arap fetihlerinin başlangıcı 660 olup, Timur hânedanlığının yıkılışı da 1506 olduğuna göre kitabın bu aradaki yaklaşık 850 yıllık bir süre boyunca "Orta Asya"daki ilmî gelişmeleri ele aldığını kabul etmek gerekiyor. Herne kadar Orta Asya deniliyorsa da, Asya'nın neredeyse en batı ucundaki Bağdat'a kadar bir coğrafyada geçen "bilimsel" olaylar ele alınıyor kitapta.

Ancak, Kitaptaki yanlışların ve çelişkilerin fazlalığı Kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmayı zorunlu hâle getirdi. Değerlendirme yazısı oldukça uzun olduğu için Kitaptaki yanlışlıklar, ithamlar ve çelişkiler hakkında kısa bir özet vermeyi uygun buldum.

Musevilik ve İslam miras hukuku karşılaştırması çok açık bir şekilde yanlış yapılmış;

Kur’anda kesinlikle olmayan bir husus var gibi gösterilmiş;

Olmayan bir şiirden yola çıkarak Mevlana’nın aslında dinsiz olduğu intibaı uyandırılmış;

Bir maniheistin “kıbleye gerek olmadığı” sözü Birunî’ye mal edilmiş ve Birunî’nin de aslında İslamdan uzak olduğu görüşü işlenmiş;

Tasavvuf, Uygur yazısı, Farabî, İbn-i Sina, Gazalî, Timur, Kaşgarlı Mahmud, Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar, şarap içme, deizm gibi konularda yanlış bilgiler verilmiş;

Türkler, düşünemeyen, çete gibi,  kudret simsarı, Türk ve hırsız aynı manadaydı, yağmacı, başıboş gezenler gibi aşağılayıcı sıfatlarla nitelendirilmiş;

Bütün bunlarla da yetinilmeyerek, İbn-i Sina, Gazneli Mahmud, Ali Şir Nevaî gibi kişilerin "seks hayatı"na dair "bilgiler" verilmiş...

Diğer yandan, dipnotlar verilerek Kitap “bilimsel” bir eser gibi gösterilmek istenilmişse de, bahsedilen eserlerin kaynakçası verilmemiş ve okuyucu araştırma imkânından kısmen mahrum edilmiştir.

Yukarıda kısaca ve son derece özet olarak verilen bu bilgilerin aşağıda geniş açıklamaları mevcuttur. Her bir değerlendirme bilimsel metodlara uygun olarak yapılmaya çalışılmıştır. Bu değerlendirme Kitabın 13. Baskısı esas alınarak yapılmıştır. Parantez içindeki sayılar Kitabın sayfa numarasını, yazar soyadı ve numara olanlar ise kaynakçada gösterilen eseri ve sayfa numarasını göstermektedir.

 

ÇOK AÇIK YANLIŞLIKLAR

Musevilik ve İslam miras hukuku karşılaştırmasında açık yanlışlık

Kitabın 69. sayfasında “Musevi şeriatı gibi Zerdüştlük’te de miras hukuku İslam şeriatından daha fazla kadının lehineydi” diye yazıyor. Şalom Gazetesi'nde yayınlanan “YAHUDİLİKTE TEMEL KAVRAMLAR/ Miras -1” yazısında Musevî şeriatına göre mirasla ilgili olarak şunlar yazıyor: "Mirasla ilgili yasalar ilk kez Kutsal Kitap’ta yer almaktadır. İlk doğan oğul (“bohor”), mirasın taksiminde iki misli bir hak alacaktır (Tesniye, 21:17) Şayet bir erkek, bir erkek çocuğu muris olarak bırakmazsa, mirası kızına gidecektir. Kızı yoksa; malı, mülkü erkek kardeşlerinin olur. Erkek kardeşleri yoksa, miras vefat eden adamın ailesindeki en yakın akrabaya gider. Buna göre Rabiler şöyle karar vermişlerdir: “Vefat eden adamın geride hem oğlu, hem kızı varsa, öncelik oğulundur; mirasın tümü oğluna kalır."

(https://www.salom.com.tr/arsiv/haber/74132/haber#:~:text=Mirasla%20ilgili%20yasalar%20ilk%20kez,olarak%20b%C4%B1rakmazsa%2C%20miras%C4%B1%20k%C4%B1z%C4%B1na%20gidecektir. )

İslam hukukuna göre ise: Vefat eden kimsenin kızı olarak kadın erkek kardeşleri ile beraber bulunduğunda kardeşinin aldığı payın yarısını, erkek kardeşi yoksa ve kız tek ise mirasın yarısını alır. Kızlar birden fazla olduklarında ise mirasın üçte ikisini alırlar (en-Nisâ, 4/11). Üçte ikisini aralarında eşit olarak paylaşırlar. (https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/905/kadinin-mirastaki-durumu-nedir )

Yani, Musevi şeriatına göre kadının mirasçılığı İslam şeriatına göre daha kötüdür. Dolayısıyla “Musevilikteki kadınlara dair miras hükmünün İslam şeriatından daha iyi olduğu” yolunda Kitapta yer alan bu ifade açıkça yanlıştır. Bu açık duruma rağmen yazar hiçbir araştırma yapmadan, hiçbir veriye dayanmadan ve okuyucuda yanlış bir kanaat oluşturmak için bunları yazmış olmalıdır.

 

Kur’anda olmayan hükmü varmış gibi gösterme

Kitabın 175. sayfasında “Kur’an’ın irtidad (dinden dönme) için ölüm cezası emrediyor olmasına rağmen”, 521. sayfasında ise “Kur’an mürtetlerin ölümle cezalandırılması gerektiğinde hiçbir şüpheye yer bırakmamaktaydı.” yazıyor.  Oysa Kur’an’da dinden dönenler için ölüm cezasını emreden hiç bir hüküm yoktur! Yazar, bırakın Kur’anı okumayı basitçe bir internet araştırması ile bu gerçeğe ulaşabilirdi. Kitabının 517. Sayfasında Gazalî’yi “tek bir İsmailî kaynağa bakmadan İsmailîlik hakkında olur olmaz ithamda bulunmak”la itham eden Yazar aslında kendisi Kur’ana hiç bakmadan, hiçbir araştırma yapmadan İslam hakkında “ithamda” bulunmaktadır.

 

Mevlana’nın kaynakta olmayan şiirine dayanarak Mevlana'yı itham

Kitabın Mevlana Celaleddin Rumî’den bahsedilen bölümünde “Rumî’nin Tanrısı ana akıma mensup Sünnîlerin ya da Şiîlerin veya herhangi bir bağnazınki gibi değildir:” (569) yazıyor ve devamında şu şiir bu iddiaya örnek olarak veriliyor:

“Şimdi ne yapmalıyım Müslümanlar? Allah aşkına söyleyin bana

Ne Hristiyanım, ne Yahudi; ne Mecûsî, ne de Müslüman.”

Bu şiir için 78 numaralı dipnotta kaynağın  “Kabir Helminski, ed., The Rumi Collection (Boston, 2000) s. 177.” Olduğu belirtilmiş. (Kayıp Aydınlanma Kitabının İngilizce orijinal nüshasında da aynı kayak gösterilmiş)

Kaynak olarak gösterilen “The Rumi Collection” kitabının 177. Sayfasında sâdece şu şiir var:

 

“The funny part is

that in this search,

Beauty has always accompanied you.

Wherever you have been,

He is the One holding your hand.

Keep looking for Him with Him;

You and He are on the same road.

O Beloved, You’re so obvious

You’re hidden from sight!”

 

Görüldüğü gibi bu şiirde “Ne Hristiyanım, ne Yahudi; ne Mecûsî, ne de Müslüman.” anlamına gelen hiçbir ifade yok! Bu derleme şiir kitabının başka sayfalarında da bu anlama gelen bir şiir yok! Peki yazar bu şiiri nereden bulup da Mevlana’ya mâletmiş olabilir? Amaç nedir?

Bu satırlardan anlaşılan görünen amaç şu: Mevlana aslında Müslüman değildi.

 

İSLAMİYET İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME YANLIŞLARI

İslamdan başka dinleri yüceltme

Şayet Zerdüşt, Helen, Budist ve Hristiyan atalarının başarılarını yeniden keşfedip değerlendirselerdi” (623) ifadesiyle Yazar, bir aydınlanmayı ancak İslamdan başka bir temele bağlı olmaya indirgiyor. Hemen devamında da “ya da İslami mirasın kayıp zincirlerinin bir kısmını yeniden inceleselerdi” ifadesiyle durumu kurtarmaya çalışıyor. Yazarın “kayıp zincirler”den ne anladığı da, 477. Sayfada açıkça yazdığı gibi “yüzünü Mekke’den ziyade Atina ve İskenderiye’ye dönmüş hür düşünceli Müslüman filozoflar” dır. Yani her durumda İslama değil Yunan düşüncesine bağlı bir “Müslümanın” yaptığı iş kayıp zincir”dir.

 

İslamı Zerdüştlüğe, Nasturiliğe, Maniheizme ve Hinduizme bağlama çabaları

Orta Asyalı Müslümanlardan hiç değilse birkaçı kendi Cennet mefhumlarının (keza Hristiyanlıktaki mefhumun da) doğrudan Zerdüştlükten geldiğinin farkındalardı.” (123) denilerek, İslam dininin Zerdüştlükten kısmen kopya olduğu iddia edilmekte ise de bu konuda hiçbir bilimsel veri ve delil ortaya konulamamaktadır.

Sasanilerin ‘resmî’ Zerdüştlüğü hariç İslam’dan önceki hiçbir din kendinden öncekini men etme yoluna gitmemişti.” (151) iddiası da açıkça yanlıştır. Bu iddianın doğru olduğu kabul edilecek olursa, mesela Hırıstiyanlığın kendinden önceki inançları yasaklamadığı sonucuna ulaşırız ki bunun doğru olmadığı açıktır.

“…hadislerin kayıt altına alınmasının Budizm’deki büyük derleme hareketinin ve bir ölçüye kadar Nasturilik ve Maniheizm’deki derleme faaliyetlerinin bir devamı olduğu görülür.” (152) ifadeleriyle kesin bir kanı belirttikten sonra 323. Sayfada “Budist keşişler ile Hrıstiyan, Yahudi ve Maniheist âlimler kendi inançlarının metinlerini derliyorlar, kayıt altına alıyorlar ve tercüme ediyorlardı. Hadis toplayıcılığı da bu geleneğin bir devamı olabilir miydi?” ifadeleriyle bir şüpheye, bir ihtimale işaret ediliyor. Aynı konudaki bu iki ifadenin “kesinlik ve hüküm verme” bakımından tutarsızlığı aslında Kitapta bilimsel bir yaklaşım bulunmadığını ortaya koyuyor.

Kitapta yer verilen bu “iddialar”ın amacının İslamiyeti diğer dinlere bağlama, onların bir devamı, kopyası olduğu yolunda okuyucuda algı oluşturmadan başka bir şey olmasa gerektir.

 

İslam karşıtlığı – Yunan hayranlığı

Yazarın İslam düşüncesine karşı en açık yargısını Kitabın 477. Sayfasında yer verdiği “… yaygın olarak hayranlık duyulan, yüzünü Mekke’den ziyade Atina ve İskenderiye’ye dönmüş hür düşünceli Müslüman filozoflar” ifadesinde bulmak mümkündür. Hiçbir bilimsel kritere uymayacak bir şekilde bu ifadelerde “hür düşünceli olma”nın önşartı “yüzünü Mekke’den ziyade Atina ve İskenderiye’ye dönmüş olmak” olarak belirtiliyor. Bu bir tesbit değil, bir duygu olabilir ki duygunun sebebi sorulmaz. Ancak bir tesbit olarak belirtildiğinde bunun metodolojik olarak ve mantık kuralları çerçevesinde açıklanması gerekir. Yazar hiçbir zaman suçlamalarında, aşağılamalarında, yüceltmelerinde delil göstermek yoluna gitmiyor.

 Yunan üstatları gibi Mutezile de felsefede ‘atomcu’ idi. Tözün cevherlerine olan inançlarından ötürü bir tür materyalizmi benimseyebilecekken yaratmaya bir rol atfetmişler[di].” (211) ifadeleri de yine bir gizli arzunun itirafıdır. En pejoratif şekliyle Yazar burada “Tüh be, Mutezile niye materyalist olmadı.” Yangısını dile getirmektedir.

 

İslam ve Müslümanlarla ilgili diğer yanlışlık ve çelişkiler

Yazar, “… diğer Müslüman hamiler ilmin inançla ilgisi olmadığı hatta düşmanı olduğu gerekçesiyle bu tarz faaliyetlere destek olmaya yanaşmıyorlardı.” (220) diyor ama bu “diğer Müslüman hâmilerin kimler olduğuna dair hiçbir bilgi vermiyor, delil sunmuyor.

 Kadim yazarlar birçok felsefî meseleyi gündeme taşımıştı. Bu sorular Muhammed’in vahyini gölgede bırakıyorlardı.” (244) diyerek de İslam peygamberinin vahyini ve dolayısıyla Kur’anı aşağılamanın dolaylı bir yolunu ortaya koyuyor Yazar.

 

Hanefilik konusundaki çelişki

Yazar, 113. Sayfada “Orta Asyalılar günlük meselelere en pratik çözümü getiren ve ticaretin mevcut kurallarına pek karışmayan Hanefiliği tercih etmişlerdi.” Diyerek Hanefiliğin pratik çözümler sebebiyle tercih edildiğini belirtirken biraz sonra bir başka çelişkisini daha ortaya koyarak 152. Sayfada “Budizmin hissî idraki kabul eden, geçmişle geleceği kucaklayan ve yetkin şerhlere ehemmiyet veren  Vaibhasika ekolünü benimsemiş olan Orta Asyalıların daha sonra Hanefi mezhebinin cazibesine kapılmış olmaları … bir tesadüf müydü?” diyerek önceki görüşünün aksine görüşler ileri sürmektedir.

 

Ortodoks (sünnî İslam) eğitimi – ortokoks dinî anlayış ve uygulamanın sonuçları

Gazalî’nin, tasavvufa yönelmesinin sebebi olarak söylediği hususları (523) “… hayatının kırk senesini tam da bu ‘aldatmacalarla’ geçirmiş olan ve ancak toplumsal başarısının ve şöhretinin akamete uğramasının ardından tasavvufa sarılmış olan bir adamın ağzından çıkmaktaydı” (524) diyerek yanlış yorumladığı gibi, Ortodoks İslam eğitimini ve elbette uygulamasını “aldatmacalar” olarak aşağılıyor Yazar. Diğer taraftan yazdıkları şu açıdan da tutarsızdır ki, Gazalî’nin tasavvufa intisabı sonrası dönemdeki başarı ve şöhreti önceki dönemden daha fazladır. Nitekim İhya’u Ulum id-din bu tasavvuf sonrası döneminin eseridir.

Kitabında pek çok yerde yaptığı gibi Yazar, Ortodoks (sünnî) İslam anlayışına karşı açıkça bir aşağılama içindedir.  Bu duygusu, 603. Sayfada  “… katı ve entelektüel manada parlak olmayan ana akım Sünnilik” ifadeleri ile en açık şekilde ortaya çıkmaktadır.

Nitekim,  “Gazalî’nin “zındıklara” yaptığı saldırılardan ancak 135 sene sonra, yani 1231’de IX. Papa Gregory ‘sapkın günahkârlar’ için ‘engizisyon’ kurduracaktı.” (480) denilerek, Gazalî’nin yaptıkları ile Para Gregory’nin yaptıkları arasında bir paralellik kuruluyor. Yâni Gazalî’nin yaptığı şey engizisyonla eş tutuluyor. Gerçekten, Gazalî’nin yaptığı ortodoks islâmı savunmak ve ortodoks İslam uygulamasını yaymak olduğuna göre, ortodoks islâm uygulamaları engizisyon uygulamaları olarak görülüyor ve gösterilmeye çalışılıyor.

 

Tasavvuf konusundaki yanlışlıklar

153. sayfada “Orta Asya tasavvufu Tacikistan’da Nirvana’ya uluşmayı simgeleyen Buda Mahaparinirnana’ya Girerken heykelini yaptıran Budist geleneğinden ne kadar faklıdır? Aynı şekilde Orta Asya’daki tasavvuf edebiyatının Zerdüşt Avesta’nın ruhani edebiyatının bir devamı olduğu iddia edilebilir.” Yazıyor.  Ego’nun (nefs) yenilmesini iki sistemin de öngörüyor olması bu iki sistemin birinin diğerinden çıktığına veya aynılığına delil teşkil etmesi mantık açısından mümkün değildir.

Tasavvuftan bahseden bölümde “… zahir yerine batına, dünyevilik yerine riyazete yöneliyor ve ulemaya rol hakkı tanımayarak mümin ile Tanrı arasında doğrudan tevhidi amaçlıyordu. Kısaca ifade etmek gerekirse öğretinin yerini coşkunluk almıştı.” (510,511) yazılmış.

Bu ifadelerde pek çok hata var. Herşeyden önce tasavvufun  “batın”a yöneldiği yanlıştır. Zira zahire (görünene, açık olana) değil zahire (gizli, saklı olana) bakmak tam olarak batınîliğin (ezoterizm) en temel tanımıdır. İslam dünyasında batınîlik Şia ve özellikle İsmailîlerin başvurdukları bir anlamlandırma yolu olup,  Ortodoks (sünnî) İslam inanç dairesindeki tasavvufî hareketlerde batınîlik söz konusu değildir. İkinci olarak, İslam dininde dünya hayatına tamah etmemek ana kuraldır. Nitekim İbrahim Suresinin 3. Ayetinde dünya hayatını ahirete tercih edenlerin sapkınlık içinde oldukları açıkça belirtilmiş: Bakara Suresinin 212., Al-i İmran Suresi’nin 14., Nisa Suresi’nin 77. En’am Suresi’nin 70., Yunus Suresi’nin 7., Hûd Suresi’nin 16. Ayetleri de dünya malına tamah etmemeyi açıkça emretmiştir. Yani Dünyeviliği önemsememe tasavvufun değil İslam dininin ana kurallarından birisidir. Üçüncü olarak “öğretinin yerini coşkunluk almıştı” denilerek, tasavvufun İslam öğretisini önemsemediği belirtiliyor ki bu tamamen temelsiz bir iddiadır. Tasavvuf konusunda yazılmış en yetkin eser kabul edilen Kuşeyrî Risalesi’nde şeriat tassavufun temelleri arsasında sayılmakta ve şeriatın “o’na kulluk yapma” olduğu (Kuşeyri, 179) belirtilmektedir. Ayrıca, tasavvuf “coşkuluk”a indirgenerek, diğer inançların -İsihazm, Hasidizm, Quaker hareketi, Protestan Moravyalılar hareketi, Budizm gibi- mistik hareketleriyle  İslam tasavvufu benzeştirilmeye çalışılmaktadır. Nitekim, devamla “Hırıstyan ve Budist mistik geleneklerin etkisinin mevcut” (511) olduğu yolundaki ifade bu amacı ortaya koymaktadır.  ki, yukarıda belirtilen hususlar karşısında bunun dahi doğru olmadığı açıktır.

Bu gerçeklere rağmen Yazarın tasavvufu “hakiki İslam’dan bir sapma mı yoksa İslam’a tam bir bağlılık mı olduğu açık değildi.” (511) yolundaki sübjektif görüşü sâdece İslam’ı değil tassavufu da anlamadığını, olaylara sâdece görmek istediği şekilde baktığını ve tümdengelimci bir metotla tümevarımcı analitik düşünceyi hançerlediğini ispat etmektedir.

547. sayfada, “Mutasavvıfların uzun zamandır üzerinde durdukları ferdî dindarlık toplumsal düzenlemeler ve daha katı bir çizgide olan Sünnilerin topluma dayatmaya çalıştıkları Şeriat merkezli yaşayışla büsbütün çelişki hâlindeydi.” Yazıyor.

Burada “çelişki” büsbütün diye nitelendiriliyor. Dolayısıyla mutasavvıfların söylediği, gösterdiği, salık verdiği ferdî dindarlık “İslam şeriatı” ile büsbütün -yâni taban tabana- zıt gösteriliyor. Ama bu “zıtlığın” hangi noktalarda olduğuna dâir hiçbir tesbit yapılmıyor. Esasen yukarıda delilleriyle ortaya konulduğu üzere tasavvufun İslam dininin kuralları ile ters düşen bir tarafı yoktur. Eğer olsaydı yazar bunu gözümüze sokmaz mıydı?

Yine 547. Sayfada “Tasavvuf … hem göçebelerin ferdiyetçilikleriyle hem geleneksel şaman inançlarıyla hem de Gök Tanrı’ya yaptıkları ibadet tarzıyla uyuşmaktaydı.” Yazıyor.

Asya’da şamanlığın pek çok çeşitli ritüelleri olduğu bir gerçektir. Ancak, Türkler arasındaki şamanlık ile gök tanrı inancı arasında bir ortaklık olduğu açıktır. Nitekim, Mihaly Hoppal “Avrasya’da Şamanlar” adlı kaynak kitabında “Altay dağları civarında yaşayan Türkler Göktanrı’ya beyaz, Toprakana’ya kahve ya da koyu renkli hayvanlar sundular.” (Hoppal, 37) demekte ve “Altay Türkleri  trafından Göktanrı’ya, Bay Ülgen’e bir atın kurban edilişi”nden bahsetmektedir. (Hoppal, 40) Göktanrı inancında Göktanrı Ülgen ve Toprakana – Yer altının hâkimi, tanrısı Erlik olarak bir düalist anlayış olduğuna göre, monoteist İslam ile şaman ve düalist göktanrı inancının nasıl olup da uyuştuğu izaha muhtaçtır. Nitekim, Starr Kitabının 548. Sayfasında bu defa Yesevinin mesajının “Allah’ı sevmek ve ferdî ibadet ve tefekkür ile Allah’a ulaşmak” olduğunu yazarak kendi yazdıklarıyla çelişkiye düşmektedir.

549. sayfada “… tefekkürün ve ibadetin fizikî boyutlarına vurgu yapan Kübra’nın [Necmeddin Kübra] yöntemi Tibet Budizm’i ve hatta yoga ile benzerlikler göstermekteydi.” Yazıyor. Pek çok diğer konuda olduğu gibi Starr bu benzerliklerin neler olduğu konusunda hiçbir örnek vermiyor, iddiasını isbat etme gereği duymuyor.

550. sayfada “Allah’ı ararken Attar [Feridüddin Attar] İslam’ın Allah’ın tekliğine yaptığı vurguyu pek umursamamıştır.” Diyor. İslamın en temel düsturu “Lâ ilahe illa Allah”tır. Yani Allah’tan başka ilah olmadığıdır. Bu düsturun kabul edilmemesi, umursanmaması İslam inancı için söz konusu olamaz. Hâl böyleyken Starr yine isbatsız, delilsiz bir iddiada daha bulunmaktadır.

Nihayetinde “… tasavvuf mantığın, matematiğin, bilimin, felsefenin ve ilahiyat da dahil olmak üzere akılcı arayışın düşmanıydı” (590) diyerek kaynağı olmayan, niyet okumalara, yanlış yorumlamalara, eksik veya hiç incelememeye dayalı “aydınlatma” becerileri sayesinde tasavvufa dair son post-truth zehrini de akıtmaktadır.

 

İsmailîlik – Şiilik hakkındaki methiyeler

Yazar, Ortodoks İslam inancına pek çok olumsuzluğu reva gördükten sonra, heterodoks (şii) İslam anlayışına methiyeler dizmeyi de ihmal etmiyor.

Gerçekten Kitapta, “Fatımîler de fikir dünyasına açıklardı” (317), “İsmailîlerin akılcılık, hümanizm ve mistisizm öğretilerine …” (332), “iddialarını Aristo mantığı üzerine inşa eden filozofları, bunları kucaklayan İsmailî düşünürler” (522), “… aydın ama öğretilerinden taviz vermeyen İran’ın Şiî idarecileri” (482) denilerek heterodoks İslam anlayışı göklere çıkarılmaktadır.

Nitekim,  502. Sayfadaki “Orta Asya ve İran’daki daki birçok önde gelen düşünür … İsmailî davranışın câzibesine kapılmış … fiilen katılmayanlar da İsmailîlerin bilgilerine, açık görüşlülüklerine … hayranlık duyuyorlardı.” (502)  diyor yazar. İsmailîliğin hayranlık duyulan bilgilerinin neler olduğu ve ne şekilde açık görüşlü olduklarına dâir hiçbir delil ortaya konulmadan yapılan bu “güzelleme” tesbitimizi doğrulamaktadır.

Hüsrev, … ateşli bir İsmailî savunucusu olmuştu . … Selçuklu idaresinin dogmatizmi ve yetkililerce hür düşüncenin bastırılması olarak gördüğü her şeye karşı vaaz vermek üzere yakaladığı hiçbir fırsatı kaçırmamıştı.” (503) ifadesi bu güzellemenin delilsiz somutlaşması olarak önümüzde durmaktadır. Gerçekten, “Selcuklu idaresinin dogmatizmine” ve “hür düşüncenin bastırılmasına” karşı çıkmanın mefhum-u muhafilinden İsmailî’likte hiç dogma olmadığı, düşüncenin hür olduğu sonucu çıkar. Yazar, başka konularda da yaptığı gibi İsmailî’liğin nasıl dogmalardan âri ve serbest düşünce yanlısı olduğuna dâir tek bir satır yazmamış, tek bir delil göster(e)memiş olmasına rağmen, kafasından geçenleri, temennilerini, varsayımlarını okuyucuya mutlak gerçeklermiş gibi sunmayı âdet ve görev edinmiş durumdadır.

 

KİŞİLERLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME YANLIŞLARI

Birunîyi İslamdan uzak gösterme çabaları

Kitabın 357. sayfasındaÖfkeli Birûni delilin ‘namaz kılan kişinin bir kıbleye ihtiyacı olmadığını göstermektedir.’ tespitinde bulunuyordu.” Yazıyor. Yazar bunu dipnot 34’te Birunî’nin The Chronology of Ancient Nations (El-Âsâr’ül-Bâkiye) kitabına dayandırıyor.

Burada alıntı yapılan kaynakta (Birunî’nin The Chronology of Ancient Nations kitabında) orijinal metin şöyle:

15. The Ka'ba was made the Kibla instead of Jerusalem. The Harrânians turn in praying towards the south pole, the Sabians towards the north pole. I believe that the Manichaeans, too, turn towards the north pole, because this is, according to them, the middle of the dome of heaven and its highest place. I find, however, that the author of the Book on Marriage, who is a Manichaean and one of their missionaries, reproaches the people of the three religious with turning to one direction to the exclusion of another. With this he reproaches them, besides other things, and he seems to indicate that a man who prays to God does not need any Kibla at all.” (Sachau, 329)

Aynı Kitabı “Maziden Kalanlar” ismiyle Türkçe’ye tercüme eden D. Ahsen BATUR’un çevirisinde ise bu bölüm şöyle çevrilmiş:

“Harranlılar yüzlerini ibadet sırasında Güney Kutbu'na, Sabiiler ise Kuzey Kutbu'na çevirirler. Sanıyorum Maniheistler de yüzlerini Kuzey Kutbu'na çeviriyorlardı. Çünkü onlara göre Kuzey Kutbu gökyüzünün ortası ve en yüksek yeridir. Fakat ben kendisi de bir Maniheist ve Mani dini propagandacısı olan "Kitab el-Ba"nın yazarının bu üç din mensuplarının ibadet sırasında yüzlerini bir yöne çevirip, başka yöne çevirmemelerinin kendilerine bela getireceğini, bu yüzden onları ayıpladığını gördüm. Ona göre güya ibadet eden kişinin herhangi bir kıbleye dönmesi gerekmezmiş.” (Batur, 356) Buradaki “ona göre” ibaresi İngilizce metindeki “he zamirine atıf yapmakta olup, “he” zamirinin ise “the author of the Book on Marriage, who is a Manichaean and one of their missionaries,”’i işaret ettiği tartışmasızdır. Yani, cümle “bir Maniheist ve Mani dini propagandacısı olan "Kitab el-Ba"nın yazarına göre ibadet eden kişinin Kıbleye dönmesi gerekmezmiş” iken, Yazar sanki bu ifade Birunî’ye aitmiş gibi gösteriyor. Dolayısıyla Birunî’nin böyle bir tesbiti olduğu kesinlikle yanlıştır.

358. sayfadaBirçok dine göre anlattığı Yaratılış meselesiyle ilgili uzun pasajlarda Birunî, sonunda ağzındaki baklayı çıkartmaktaydı. Yaratılışın ve Adem ile Havva’nın tarihleri hakkındaki mukaddes kitaplarda yer alan iddiaları titizlikle inceledikten sonra sinsice hareket ederek hepsini tek bir masa etrafında topluyordu. … Sonuç hem absürt hem de etkileyici idi. Tarihi sıralamalar birbirini tutmadığı gibi bir çok diğer hadisede de mantığa uyacak gibi değillerdi. …

“Birunî tüm dinlerin ve millî mitolojilerin tarih sıralamalarının doğruluğunu bir kere inkâr etmişti.” Yazıyor.

Böylece Birunî’nin “tüm” dinlerin bildirdiği tarihleri ve dolayısıyla “tüm” dinlerin bilgilerini inkâr ettiği iddia edilerek aslında Birunî’nin İslamı da inkâr ettiği algısı oluşturulmaya çalışılıyor.

Oysa, Ortaçağda eser yazan müellifler, zamanın kabulüne göre multidisipliner ve ansiklopedist idiler. Birunî de El-Âsâr el-Bâkiye’de pek çok ansiklopedik malumata yer vermiştir. Gerçekten (Batur çevirisine göre) ayların ve yılların mahiyeti (s.41 vd.,) halkların farklı tarihler kullanması (s52 vd.), Buhtanassar tarihi (s.66), Philippus Arideus tarihi, İskender tarihi, Augustus tarihi (s.68), Diodetianus tarihi, Hicrî tarih (s.69), Yezdigert tarihi, Nevruz (s.72), eski Arapları tarihleri (s.75),  Pers ayları, (s.86), Soğdiyanların ayları (s.91), Harezmlilerin ayları (s.94), Mısırlıların ayları, batılıların ayları (s.97), Yahudilerin ayları (s.101), Süryani ayları (s.108), Arap ayları (s.109), Semud kavminin ayları (s.113), Mûtazıd takviminin ayları (s.120) konularında ayrıntılı bilgilere ve cetvellere yer vermiş; Hükümdarların Saltanat yılları bölümünde (s.123 vd.) insanlığın atası Adem'den başlayarak Hz. Muhammed'e kadar tarihler vermiş; insanlığın ömrü ve insan ne kadar yaşar konusunda astrolojik bilgiler de ilave ederek süreler belirtmiş (s.129 vd.), Asur krallarından başlayarak Babil kıralları, Keldani kıralları, -Pers kırallarının aldıkları unvana varıncaya kadar- Perslerin kronolojisi, Eşkanilerin kronolojisi, Sananilerin kronolojisi, halifelikte kullanılan unvanlar gibi konularda ayrıntılı listeler de vererek  kronoloji bilgileri aktarmış (s.140 - s.169); Sahte peygamberler ve aldatılmış toplulukları konusunda bilgiler vermiş (s.170 vd); Perslerin, Harezmlilerin, Rumların, Yahudilerin, Hırıstiyaların, Mecusilerin, cahiliye Araplarının ve müslümanların bayram ve özel günlerini teferruatlı olarak belirtmiş (s.195 vd), ayın menzilleri, doğuş ve batış anları konusunda ilmî bilgiler vermiştir. (s.362 vd)

Dolayısıyla, ansiklopedist bir saikle verilen bilgileri, “inkâr”ın gizli delili olarak görmek bilimsel açıdan mümkün olmadığı gibi etik de değildir. Nitekim, el-Âsâr’ül Bâkiye'nin 7. bölümünün başlığı "Sahte Peygamberler ve aldatılmış toplulukları"dır. (s.170 vd.) Birunî, bölüm başlığında "Allah onlar lânet etsin" demektedir. Bu bölümde, Budasef (170), Mani (181), Mazdak (183), Müseyleme (185), Bahafirid b. Mahfuridin (187), Mukanna (188), Hüseyin b. Mansür el-Hallac (189), İbni Ebu Zekeriyya (191), İbni Ebu'l Asakir (193) hakkında bilgiler verilmektedir.

Devamla 460. Sayfada, Hinduizm’deki reenkarnasyon ve tenasüh kavramlarının üç İbrahimî din için dikenli arazi olduğu belirtildikten sonra, Birunî’nin “Nüfus artışı ve zamanın geçmesiyle sayıları gittikçe artan ölümsüz ruhlara ne oluyordu?” yolundaki ilk sorusunu “ima yoluyla sorduğunu” belirten Yazar ardından devamla seleksiyona geçiyor ve Birunî’nin doğal seleksiyonun uygulamasını tanrının teminat altına aldığını (462)  yazıyor. Nihayet aynı  sayfada “Birunî reenkarnasyon ve tenasüh kavramlarının … asla anlamsız olmadıkları sonucuna varmaktaydı” diyerek Birunî’yi reenkarnasyona, tenasühe inanan birisi olarak gösterme görevini yerine getiriyor.

Yazar, “niyet okuyuculuğunu” o kadar ileri bir noktaya taşıyor ki, Birunî için “… açıktan açığa söylemese de”, “…bunu asla söylemiyor ama hemen her sayfada ima ediyordu” (463) diyerek nasıl bir niyet okuyucu olduğunu isbat ediyor.

Birunî’nin Jeodezi isimli eserinde “Kur’an ve İncil’deki bilimsel kavram ve çelişkilerin sinsi eleştirileri vardı.” (467) yazıyor. Ancak bu “sinsi eleştirilerin” ne olduğu asla belirtilmiyor. Dolayısıyla aslında amacın bu “eleştirilere” yer vererek bir bilimsel değerlendirme ortamı oluşturmak olmadığı, okuyucunun kafasında istifham meydana getirmek olduğu tartışmasızdır.

636. sayfada daha da ileri giden yazar “… ilgilendiği konularda Tanrı’nın bir rolü, şayet varsa, olup olmadığını nadiren sorgulayan Birunî” demekte, böylece Birunî’yi İslam dairesinin dışında göstermek istemektedir.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın Harvard Üniversitesi’inde bilim tarihi konusundaki doktora tezinden oluşan İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş adlı kitapta Birunî ile ilgili olarak şu tesbitlere yer verilmiş: “El-Birunî’nin eserlerini dikkatle okuyan bir kimse onun İslâm’a olan derin inancını kolaylıkla anlayabilir. … El-Birunî’nin Kitab el-şeydane’deki önsözüne dayanarak Meyerhof şöyle diyor: ‘Bu kısa parçadan O’nun tabiat bilimleri, felsefe ve tarih alanındaki eğilimini, derin İslami-dinî tutumunu … anlamak mümkündür.’ … [Birunî’ye göre] bilimlerin geçerliliği, Allah’ın Hakk ile (bil-hakk) yarattığı yer ve gökler hakkında, insanın tefekkür etmesi gerektiğini belirten Kur’anî ayetlerle belirlenir. … [Birunî’yi] samimi Müslüman bir bilim adamı, müellifi ve tarihçisi olarak ele almak daha doğru olacaktır.” (Nasr, 128 – 131)

Yazar, 340. Sayfada nihayet ağzındaki baklayı çıkarıp şu bühtanda bulunuyor: “Bu açıdan bakıldığında her ikisi de [Birunî ve İbn-i Sina] kuvvetli birer zındıktı. İddiaları evrimci jeoloji ve hatta Darwinist unsurlara Kur’an veya İncil’den daha yakındı. Fakat netice itibarıyle geri adım atan İbn-i Sina bilim ve ilham dairesini kapsayacağını umduğu bir metafizik açıklama bulmuştu. ” İşte Yazarın kafalarda oluşturmak istediği algı: Birunî ve İbn-i Sina Müslüman değil birer zındıktı.

 

İbn-i Sina

Kitapta “İbn-i Sina kuvvetli bir İsmailî ailede büyüyecek ve İsmailî âlimlerden ders alacak ve İsmailîlerin ortaya koyduğu rasyonalizm ile mistisizm harmanından hayatı boyunca vazgeçmeyecektir.” (320) yazıyor. 333. Sayfada ise İbn-i Sina’nın hayatı boyunca İsmailîlere daha yakın durduğu; yine aynı sayfada kardeşi Ali’nin İsmailî olduğu ama İbn-i Sina’nın olmadığı; içinden çıkamadığı bir mesele olduğunda “dua etmek” için câmiye gittiği; 381. Sayfada İbn-i Sina’nın İsmailî’lere bir dizi eleştiri yönelttiği, aynı zamanda İsmailî şiilerden entelektüel silahlar aldığı, 332. Sayfada on yaşında iken Kur’an’ın “uzun surelerini ezberlediği” belirtiliyor.

Devamla Yazar, 334. Sayfada İbn-i Sina’nın şarapta damak zevki kazandığı, hayatı boyunca düşünmesine ve yazmasına yardımcı olmak için şarap içtiğini yazıyor.  Aynı şekilde 379. Sayfada da İbn-i Sina’nın öğrencileri ile yaptığı ilmî toplantılar için “… bu meclislerde şarap eksik olmuyordu.” (379) görüşü ileri sürülüyor.

Burada akla şu soru geliyor: Hangisi İbn-i Sina? İçinden çıkamadığı bir mesele olduğunda dua etmek için câmiye giden, Hanefî fâkihten ders alan, Kur’anı ezbere bilen (hâfız) İbn-i Sina mı yoksa düşünmek, yazmak için ve ilmî toplantılarında şarap içen ve İsmailî İbn-i Sina mı?

Bu “iddia”ları alt alta koyunca ve Hanefî fâkihi (hukuçu) Ebu Muhammed İsmail b. Hüseyin ez-Zâhid’in İbn-i Sina’nın hocası olması gerçeği karşısında yazarın sistematik bir mantıksal kurgu oluştur(a)madan, bilimsel metotlara uygun olmayan bir şekilde İbn-i Sina’yı İslamın kurallarını pek de umursamayan birisi ve “İsmailî”likle etiketlemeye çalıştığı anlaşılmaktadır.

Daha da ilginci, İbn-i Sina’nın toplantılarda şarap içtiğini belirten satırlardan sonra, bağlamdan tamamen kopuk bir şekilde “Talebelerinden birine inanacak olursak oldukça faal bir seks hayatı vardı.” (379) Cümlesi ile devam ediyor. Aynı şekilde 385. Sayfada da İbn-i Sina’nın ölümüne sebep olan hastalığı için “bir talebesi bunun sebebini çok hareketli olan seks hayatına bağlamaktadır” denilmektedir. Bağlamdan kopuk olması bir yana, “bir öğrencisine inanacak olursak” gibi şüphe barındıran bir yargıdan sonra “faal seks hayatı”nın“ aydınlanma ile nasıl bir ortak noktasının bulunduğunu anlamak normal mantık silsilesi içinde mümkün olamıyor.

 

Ali Kuşçu hakkındaki çelişki

616. Sayfada Ali Kuşçu’dan bahsederken “El Şer’ul Cedi ale’t Tecrid (Tecridin Yeni Şerhi) isimli risalesi … ana akıma mensup Müslümanlara [sünnî İslâm anlayışı kasdediliyor]  bir nevi teslim olma metniydi. Fakat Kuşçu’nun bağımsızlık ilanı hem iyi hem kötüydü, çünkü gökbilimini İslam felsefesinin müdahale etme şansının olmadığı bir yere konumlandırıyordu. … Böylece vesveseli felsefe ve ilahiyatın bütün sınırlamalarından azat olmuş olan Kuşçu …” yazıyor Yazar. Böylece, Ali Kuşçu'nun çabalarının astronomiyi “İslam felsefesinin müdahalesinden” kurtardığı, “vesveseler”den bağımsız kıldığı, bu vesveselerin felsefe yanında ilahiyattan da kaynaklandığı belirtiliyor. Burada sorulması gereken soru şudur: Ali Kuşçu aynı anda hem “ana akıma mensup Müslümanlara teslim olup” hem de astronomiyi “ilahiyatın vesveselerinden” nasıl kurtarmış oluyor? Ayrıca bir “teslim olma” aynı zamanda nasıl olup da “bağımsızlık ilanı” olabiliyor?

 

Gazali’nin mal varlığı

478. sayfada Gazali’de meslekî ya da manevî kriz olarak başlayan hastalıktan bahisle “Hastalık sona erdiğinde hanımına ve küçük çocuklarına yetecek kadarki mülkünün dışında hepsini vermiş,” diye yazılmışken 518. sayfada ise, “Üç yıl süren ızdıraplı bir mücadelenin ardından Gazali kendisinin de kapı dışarı edildiğini ve servetinin yok olduğunu kabullenmişti.” Yazıyor. Hemen devamında ise “serveti hamisinin ölümünün ardından zaten yok olmuştu” yazıyor. Bu ifadelerden hangisine inanmak gerek? Gazalinin serveti hamisinin ölümünün ardından mı yok olmuştu? Yok olması üç yıl mı sürmüştü? Yoksa Gazali servetini kendisi mi elden çıkarmıştı? Yazarın Kitap boyunca ortaya koyduğu çelişkilerden birisi daha.

 

Timur

“… hayata koyun ve at çalarak ... başladığını söylemişlerdi.” (593) yazarak, “miş” ile Timur’u hırsız olarak gösterdikten sonra Timur için 28. sayfada “Türkî yağmacı” diyerek kötülemeyi sürdüren Yazar 423. Sayfada Timur’u Moğol hükümdar olarak vasıflandırıyor. 593. Sayfada ise Türk ve Moğol evlilikten dünyaya geldiği yazıyor. Rene Grousset ise “Hakikatte o katiyyen bir Moğol değil, bir Türktü” diye yazmaktadır. (Grousset, 406) Yani Yazar sâdece Timur’u kötülemekle kalmıyor, düşüncelerinde bir tutarlılık da yok.

Yazar, Timur’un ordusunu da “Ganimet vaadiyle topladığı kalabalık” (594) olarak vasıflandırmaktadır.

Bu kötüleme ve yanlışlıklar bir yana, “İzmir’de Osmanlı ordusunun bütün askerlerinin kafalarını kestirmiş, ardından da bu kafaları mancınıkla limana kaçmakta olan diğer Osmanlı askerlerinin üstüne attırmıştı.” (595) yazıyor. Oysa, Rene Grousset’nin “Timur, Rodos şövalyelerine ait olan İzmir şehrini muhasaraya bizzat kendisi geldi.” (Grousseti 444) satırlarından da açıkça anlaşılacağı üzere Timur’un kuşatması esnasında İzmir Osmanlılara ait değildi! Yazar, hiçbir araştırma zahmetine girmeden tarihi olayları çarpıtmaya o kadar meraklı ki, Rodos şövalyelerini Osmanlı yaptığı yetmiyormuş gibi bir de askerlerin kesik kafalarını “kaçan” Osmanlıların üstüne attırıyor. (!)

Timur’un kana susamışlığı kadar bir diğer gerçek de bütün düşmanlarının ve kurbanlarının Müslüman olmasıydı.” (595) diyor Yazar. Yine Grousset’ye göre Sivas kuşatmasında “Timur Müslümanların hayatlarını bağışladı.” (Grousset, 443)

Hangi birini düzeltmek gerek bilemedim…

 

Farabî

Bir bilim insanının etnik aidiyetinin bilimle hiçbir ilgisi olmadığı hâlde Yazar, kendisini Farabî’nin Türk olmadığını isbatla yükümlüymüşçesine çabalıyor. Nitekim “Türk olduğu iddiasını destekleyen hiçbir somut kanıt olmamasına rağmen” (252) dedikten sonra, devamla aynı sayfada delil olarak da Farabînin musiki tahlilinde Soğdca ve diğer İranî dillere ait kelimeler kullanırken Türkçe kelimelere başvurmadığını ileri sürüyor. Oysa Yazar, Kitabının 58. Sayfasında kitap dilinin etnik mensubiyete delil teşkil edemeyeceğini şöyle ifade ediyordu: “İngilizce bir kitap kaleme alan bir Japon ne kadar İngiliz ise bin sene evvel eserini Arapça yazan bir Orta Asyalı da o kadar Araptı.” Bu görüşüne rağmen dilden yola çıkarak, kendi iddialarını kendisinin çürütmesi bir yana Farabî’ye Türklük dışında bir etnik aidiyet oluşturmak yolundaki canhıraş çabasını anlamak mümkün değildir.

 Nitekim 253. sayfada Soğdca’nın Orta Asya’da lingua franca olduğunu belirtiyor. Dolayısı ile kitaplarda Soğdca kullanılmasının bilim dili ve lingua franca’dan kaynaklandığı açık iken iken, Farabî’nin Soğdca ve diğer İranî dillere ait kelimeler kullanması nasıl olup da onun Türk olmadığının delili olarak ileri sürülebildiğini bilimsel açıdan da anlamak mümkün değildir.

254. sayfada “Bir araştırmacı Farabî’nin ‘Atina ile bağları kopardığını’ savunmuştur. Böyle olup olmadığı tartışmaya açık olsa da Farabî’nin Müslüman düşüncesine hâkim önemli unsurlardan birçoğu ile bağını koparmış olduğu kesindir.” yazıyor. Burada şu sorunun sorulması gereklidir: Atina ile bağlarını kopardığı iddiası tartışmaya açık iken Müslüman düşüncesine hâkim önemli unsurlarla bağlarını kopardığı nasıl kesin oluyor, olabiliyor? Her iki konuda da bir delil ileri sürülemiyor. Dolayısıyla bu yaklaşım da asla bilimsel olmadığı gibi rasyonel de değildir.

Diğer taraftan, “Erdemli dinler’ hakkında yazdığı uzun bir metinde … dinlerin tamamen doğru olamayacağının altını çizmişse de daha sonra geri adım atarak … paçayı kurtarmıştı.” (256), “Medinet’ül Fazıla … cihat ilkesine doğrudan bir kaşı çıkıştı.” (259) ifadeleriyle Farabî’yi İslamiyetten uzak göstermeye çalışan yazar, “Farabî’nin bu büyük eserinde [Siyaset] … Aristo’nun kitabının hemen her sayfasında rastlanılan doğrudan edinilen yaklaşımın olmaması, en hafif ifadeyle, üzücüdür.” (260) diyerek çelişkisini de itiraf etmektedir.

 

Kaşgarlı Mahmut

“Etnik propagandacı” (390) olarak yaftaladığı Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat’it-Türk kitabı için “Türklüğe dair herşeyin siyasî bir saikle kutsandığı görülür” (400) diyen yazar, Kitap boyunca Firdevsî’nin Şehname ile “Pers reklamı” yapmasına hiç ses çıkarmadığı gibi, bunu “büyük kültür hizmeti” olarak  kutsuyor ve övüyor. Yazar, Divan-ı Lügat’it-Türk kitabı hakkında daha da ileri giderek, nasıl ulaştığı belli olmayan şu paranoid tespitte bulunuyor: “Bir başka deyişle kitabın mesajını reddeden herkes ölecekti.” (401)

 

Eşarî’ye yapılan haksızlık

Yazar, kötüleme kervanına Eşarî’yi de şu satırlarla dâhil ediyor: “el-Eşarî 40 yaşına kadar Mutezile’nin en hararetli destekçilerinden olmuştu. Ardından ışığı ya da değişen siyasî ortamı görmüş, eski dostlarına karşı yüze yakın reddiye kaleme almıştı.” (217) Yazılan reddiyeler değerlendirilerek nesnel bir karar vermek varken, hiçbir değerlendirme yapmadan “ışığı görmek” gibi alaycı veya oportünist davranmakla suçlamak bilimsel olmadığı gibi insaflı ve âdil de değil.

 

DEVLETLERE DÂİR DEĞERLENDİRME YANLIŞLARI

Selçuklular

Rus tarihçisi Bartold Selçuklular için ‘kültüre tamamen yabancı’ nitelemesini kullanmıştır.” (489) yazıyor ve bunu da Barthold’un Türkistan kitabının 308. Sayfasına dayandırıyor yazar. Barthold’un Türkistan kitabının İngilizce nüshasının 308. Sayfasında geçen ifâde şöyle: “The Saljiiqids could not assimilate themselves completely to the Samanids and Ghaznevids, because up to the end they remained strangers to all culture.” Türkçe olarak “Kendilerini Samaniler ve Gaznelilere tamamıyla asilime edemeyen Selçuklular bundan dolayı  kültüre yabancı kaldılar.” Burada yabancı kalınan kültür Samanilerin ve Gaznelilerin kültürü olup, Barthold’un Selçukluları her türlü kültüe yabancı olarak tanıtması söz konusu değildir. Yazar, ifadeleri tam olarak

 

Karahanlılara ve Türklere dair

“Bartold kati bir şekilde Orta Asya’daki medeniyetin kaynağının büyük ölçüde kentlileşmiş olan İranî nüfus olduğu ve ister Karahanlılar ister Gazneli Mahmut isterse de Selçuklular olsun, esasen göçebe olan Türklerin bölgeye militarizmden, ticaretle dönen ekonomiyi ihmal etmekten ve hepsinden öte, bir kültürel düşüşten başka hiçbir şey getirmediklerini kanaatindeydi.” (401) ve devamla “Türkistan hakkındaki çalışmasının giriş kısmında Bartold Karahanlılar dönemini gelecek nesillere bırakılabilecek tek bir eser yazılmış olmasından ötürü yerin dibine batırmaktadır.” (401) Yazıyor. Her iki alıntıda sayfa numaralı bir referans bulunmamaktadır. Ancak, “Türkistan hakkındaki çalışmasının giriş kısmında” ifadesinden yola çıkarak, Barthold’un Moğol İstilasına Kadar Türkistan kitabının Türkçe çevirisini ve hem de Turkestan Down to the Mongol Invasion adlı İngilizce nüshasının (1928 Londra 2 ed.) “giriş” kısımlarının didik didik ettim. İngilizce nüshada konuyla ilgili ifadeler şunlar:

 

“The period of the rule of the Turkish Qara-Khanid dynasty was without doubt a period of cultural retrogression for Transoxania. (Barthold, 1928, 17)

 “His historical work, preserved, so far as is known, only in a single manuscript, consists of the biographies of various sovereigns down to and including Sultan Sinjar. His narratives are largely anecdotal in character, and of little interest on the whole, with the exception of the narrative of contemporary events during the reign of Qilich-Tamghsch-Khan inserted at the end of the book. (Barthold, 1928, 18)

 “Of the scholars contemporary with the Qara Khanids, and living in Eastern Turkestan, we know only of one historian, Abu'l-Futiih 'Abd al-Ghafir (or 'Abd al-Ghaffar) b. Husayn al-Alma'i, who lived in the fifth century of the Hijra (his father, having survived his son, died in 486/1093) in Kiishghar, and wrote the history of that town. Judging from an extract from it quoted in Jamal Qarshi (on whom see below) the book contained much legendary matter, and many errors in chronology. (Barthold, 1928, 18)”

 

Karahanlılar döneminde Maveraünnehir bölgesinde kültürel bir gerileme yaşandığını,  bu dönemde yazılmış tek bir elyazmasının büyük ölçüde anektodlara dayandığını, “, Abu'l-Futiih 'Abd al-Ghafir” adlı tarihçinin eserinde birçok kronolojik hatalar olduğunu yazıyor Barthold amma bu yazdıklarından “Karahanlıları “yerin dibine batırdığı” sonucuna nasıl vardığını anlamak mümkün değildir bir. İkincisi, Barthold’a atfedilen “kati bir şekilde Orta Asya’daki medeniyetin kaynağının büyük ölçüde kentlileşmiş olan İranî nüfus olduğu ve ister Karahanlılar ister Gazneli Mahmut isterse de Selçuklular olsun, esasen göçebe olan Türklerin bölgeye militarizmden, ticaretle dönen ekonomiyi ihmal etmekten başka bir şey getirmediği” kanaatini Türkistan kitabının neresinden ve nasıl çıkardığını anlamak da mümkün değildir.

405. sayfada ise “Karahanlılar, Budistlere baskı yapmış olsalar da Türklerin aksine ticarette faal olan Hristiyanlara ve Maniheistlere dokunmamışşlardı” (405) yazıyor. Bu ifadeden yazarın Karahanlıları Türklerden ayrı gördüğünü anlıyoruz. Oysa Barthold’un Türkistan kitabında defaatle belirttiği üzere Karahanlılar Türk idiler.

 

BİLİM, SANAT VE FELSEFE KONULARINDA DEĞERLENDİRME YANLIŞLIŞLIKLARI

Yazar, 273. sayfada “İranşehrî’nin felsefî düşüncesi Hristiyanlık, Zerdüştlük ve özellikle de Manihaizm’e dair derin bir irfanı ihtiva etmekteydi.” dedikten sonra devamında, İranşehrî’nin kozmolojik sorulara nasıl cevap verdiğinin bilinmediğini, Yunan düşünürlerinin atomcu yaklaşımı ile dini nasıl bağdaştırdığına dair bir bilginin mevcut olmadığını belirtiliyor. “Bilinmeyen” ve “mevcut olmayan” bilgiden (!) yola çıkarak yukarıda belirtilen “derin irfanlı” düşünce sonucuna nasıl varıldığı bir muammadır.

608. Sayfada “Timur varislerinin medeniyeti … insanoğlunun Tanrı ve kainatla ilişkisini keşfetmekten çok güzellikle ilgililerdi. Bu açıdan bakıldığında önceki asırlarda Orta Asya’da var olan medeniyetin genelinden köklü bir şekilde ayrılmaktalardı.” Yazıyor.

  Herşeyden önce belirtmek gerekmektedir ki “insanoğlunun Tanrı ve kainatla ilişkisi” bilimin konusu değildir. Güzellik, “estetik” kapsamında incelendiği zaman felsefenin konusu olduğu gibi, mimarî estetik de –meselâ altın oran gibi- tamamen bilimin konusudur. Yazar, bilim-felsefe ilişkisini yapamadığı gibi verdiği örnekler de kendi kabulleriyle çelişiyor. Kitabın bütününe bakıldığında ve bu yazıda delilleriyle ortaya konulduğu üzere, esasen yazarın tutarlı tesbitler yapma gibi bir amacı olmayıp, tek amacı tarihi olayları ve gerçekleri kafasındaki şablona oturtmaktır.

Yine “[Timur döneminin] başarıları estetik olup bilimsel ya da felsefî değildi.” (608) diyen Yazar hemen bir sonraki sayfada Timur’un torunu Uluğ beyin bilimsel başarılarından, 610. Sayfada ise Uluğ beyin on bin talebeye maddî destek sağlamasından, bunların beşyüz kadarının matematik konusunda uzmanlaşmalarından bahsediyor, 611. Sayfada “Uluğ beyin medresesinin müfredatının başta matematik ve gökbilimi olmak üzere bilim dallarına yoğunlaşmaktaydı.  Yazıyor ki yazarın çelişkilerine güzel bir örnektir.

Kitabı boyunca felsefeyi kutsayan, aydınlanmanın neredeyse “olmazsa olmazı” yapan Yazar, 614. Sayfada, “Uluğ Bey gökbilimini felsefenin son kalıntılarından kurtararak ve tamamıyla gözlemle somut verilere odaklayarak Birûni ve Tusî ile aynı istikamete yönelmişti.” diyor. Pozitivist epsitemolojik manâda ancak “gözlemle (deneyle) desteklenen ve doğrulanan” bilginin “bilimsel bilgi” olduğu gerçeği karşısında Uluğ Bey’in yaptığı tamamıyla bilimsel bilgiye ulaşma çabasıdır ve değerlidir. Demek ki bir bilim dalındaki “felsefe kırıntılarını temizlemek” de bilimsel bilgi üretimi için gereklidir. Zira, felsefe deneyle ve bilgiyle değil “hikmet”le ilgilenir. Bu önermeler ışığında Yazarın felsefeyi kutsayan ve adeta putlaştıran yaklaşımı bilimsel bilgi bağlamında yanlıştır. Ayrıca bu önerme ve sonuçlar Yazarın “Timur döneminin başarılarının bilimsel olmadığı” yolundaki sübjektif tesbitinin yanlışlığını bilimsel olarak ortaya koymaktadır.

 

Subjektif değerlerine dayalı aşağılama ve yüceltmeler

Yazar;

Türkler için “Türk askerler çete gibilerdi.” (216), “Türklerin zaman içinde kudret simsarı haline gelmiş bulundukları inkâr edilemez.” (307), “Bağdat’ta Türk ve hırsız aynı manadaydı.” (388), “1071’de …yağmacı Oğuz kitleleri Anadolu’ya girmişler”, “başıboş gezen Oğuzların acımasız faaliyetleri” (483), “düşünemeyen Türkler” (650),

Timur için “Türkî yağmacı” (28),

Orta Asya’da hâkimiyet kurmuş idarecilerden bahisle “Çoğu merhametsiz ve kana susamış idarecilerdi” (62),

Harun Reşit için “Hem zampara hem cihatçı” (192),

Muhammed el-Maturîdî’den bahisle “Belki gaddarlığı yüzünden ya da gaddarlığına rağmen” (218),

 Kaşgarlı Mahmut için “Etnik propagandacı” (390),

Gazneli Mahmud için “İslam inancının sınırlarını ihlal etmekten asla çekinmeyen Mahmut” ( 421), “açgözlü” (467),

Sünnî İslam anlayışı için “medreselerin dar görüşlü Ortodoks din anlayışı”(438),

Gazalî için: “yüzsüz genç âlim” (518), “Gazalî hem hakim hem savcı oluyordu. Ortaya koyduğu delillerde hiç insaf yoktu.” (521), “aklın, bilimin ve mantığın karşısındaki safta yer almaktaydı” (524), “Karanlık deha” (653),

Enverî için “sarhoşken damdan düşmesiyle nam salmıştı” (533),

Gibi aşağılayıcı ifadeler kullanırken;

Batılılar için “Büyük İsviçreli tarihçi” (57), “seçkin sanat tarihçisi Oleg Grabar” (68),

mağrur Yunan krallığı” (98), “Helenizmin dingin ruhu” (131), “Yunan ve Arap felsefesinin seçkin uzmanlarından Dimitri Gutas” (252) gibi yüceltici ifadeler kullanmayı tercih ederek aslında bulunduğu yeri ve gözündeki sübjektif gözlüğü ortaya koymaktadır.

 

Türk – Türkî konularında çelişkiler

173. Sayfada “Orta Asya’daki krallar … doğudaki Türkî boylara müracaat etmişlerdi. Doğudaki Türkler bunun üzerine …” diye yazıyor. Görüldüğü gibi Yazar Türkî dediğine bir cümle sonra Türk diyor. Gerçekten Yazar Kitabında pek çok konuda ve yerde Türk – Türkî konusunda çelişkili yaklaşımlar gösteriyor. Mesela, Özbek Türkleri için “Türkî Özbek” (622), Türk olduğu tartışmasız olan Ali Şir Nevaî için Türk değil de Türkî yaftasını kullanmaktadır. (623) Yazar daha da ileri giderek Osmanlılar için de Türk değil Türkî nitelemesini kullanmaktadır. (624)

Yusuf Has Hacib … Firdevsî’nin Şehnamesi’nden öğrendiği hece veznini ilk defa Türkî bir lehçeye uygulamıştır.” (414) yazıyor. Şehname hece vezniyle değil aruz vezniyle yazılmıştır. (Kitabın İngilizce orijinalinde de “equal numbers of syllables” denilmektedir.) Ayrıca Yusuf Has Hacib’in eserinin dili “Türkî lehçe” değil “Türkçe”dir.

 

Türkleşmiş İranlı (?)

624. sayfada “Safevîler, büyük ihtimalle Kürt kökenli olup Türkleşmiş İranlılardı.” yazıyor. “Türkleşmiş İranlı”nın ne olduğu belli olmadığı gibi,  Yazar, ihtimal”den yola çıkarak sonuçlara ulaşıyor.

 

Osmanlıda saray dili

Üç imparatorluk da [Babürlüler, Safevîler ve Osmanlılar] … sarayda Farsça kullanmaktaydı.” (627) diyor yazar ve hiçbir kaynak da göstermiyor. Oysa Osmanlı İmparatorluğunda sarayda Farsça konuşulmadığı gibi, devletin resmî dili de Farsça değildi. Bu konu bırakın bilimsel bir araştırmayı, padişahların yazdıkları Türkçe şiirler yanında bir internet taramasıyla bile anlaşılabilecek bir husustur.

 

Türk-İran monarşisi garabeti

633. sayfada “Osmanlılar … Türk-İran monarşileri olarak kurulmuşlardı.” Yazıyor. Osmanlı Devletinin kuruluşu ve kurucuları açık bir şekilde kaynaklarla belli iken nasıl olup da Türk-İran monarşisi olarak kurulduğu sonucuna varıldığını anlamak mümkün değildir.

 

Barthold’u kullanma

”Şu düşünemeyen Türkler” başlıklı bölümde (650) “Orta Asyanın entelektüel coşkunluğu İranî Doğu’nun hâkim kent kültüründen doğmuş, Türklerin gelmesiyle çökmüştü.” Diyor ve bu iddiasını Barthold’a dayandırmak istiyor. Oysa Barthold’un Türkistan Kitabında bu yönde bir tesbit yoktur.

Bu kullanım bir özensizliğin mi, Türk kelimesine mümkün olduğunca az yer vermek çabasının bir sonucu mu olduğu tartışmaya açık olup, Yazarın, sanki Türk ve Türkçe yerine Türkî kelimesini kullanarak Türklüğe olan atıf ve bağlılıkları azaltma gayreti içerisinde olduğu izlenim edinilmektedir.

 

Deizm

“… mevcut hayatta Tanrı’nın varlığını elzem bulmayan deistlerden … “ (63) diyor Yazar. Oysa, deizm akıl ile idrak edilebilen bir tanrının varlığını kabul eder. Yâni Tanrının varlığını değil peygamberleri ve dinleri gereksiz bulur. (Bolay, 210) Dolayısıyla deizm hakkındaki bu bilgi de doğru değildir.

 

Piri Reis haritası

Piri Reis kendi tecrübesinden ve Avrupa haritalarından oluşan koleksiyonundan yararlanarak Orta ve Güney Amerika’yı gösteren çizimler yapmış” (628) diyor. Burada bahsedilen “Avrupa haritalarından oluşan koleksiyon” ile Amerikanın nasıl çizilebildiği ancak Yazarın ve onun gibi önyargılı olanların erişebileceği bir hikmet ile anlaşılabilir.

 

Şarap

Yazar, “Bilime, fikir dünyasına ve sanata tüm bu katkıları yapanlar … İslamda Haram olmasına rağmen hepsi olmasa da çoğu şarap içiyordu.” (57) diyerek sanki ortaçağda yaşamışçasına şarap içme şahitliği yaptığı yetmiyormuş gibi “Yerel cam ustaları … yıllanmış şaraplar için imbikler üretiyorlardı.” (269) diyerek cehaletini de ortaya koymaktadır. Zira imbik damıtma işlemi için kullanılan bir gereçtir. Şarap ise damıtılarak üretilen bir içki değildir. Dolayısıyla bu bilgi tamamıyla yanlıştır.

 

Tasvir yasağı

57. sayfada “Müslümanlıkta suret çizmek yasaklanmış olsa da”, 268. Sayfada “insan tasvirini yasaklayan İslamî kural”, 459. Sayfada “İslam’ın insan tasviri yapılmasına getirdiği yasaktan ötürü” ve 607. Sayfada da “İslamiyet’te insan sureti çizmenin yasaklanmış olması…” yazıyor. Oysa, Kur’anda suret çizmeyi yasaklayan açık bir ayet olmadığı gibi, bâzı hadislerde belirtilen hususun resim, tasvir yapmayı yasaklamadığı, sâdece tapınılmak için (put olarak) resim ve heykel yapımını yasakladığı da birçok bilimsel çalışmada belirtilmiştir. Yazarın bu konuda da hiçbir araştırma yapmadığı açıkça ortadadır.

 

Helen hayranlığı

127. sayfada Heredot’a dayanarak, Darius’un, Libya kıyılarındaki bir halkı zorla Baktriya’ya yerleştirdiği, bu kimselerin yerleştikleri yerde “Helenizmin uçtaki bu bölgesinde bir ileri karakol vazifesi gördükleri” yazılı. Burada, “Libya kıyısındaki bir halk”ın Helen olduğu kabulü var. Aynı sayfadaki bilgilere göre Yazar, Anadolu’daki medeniyetleri peşinen “YUNAN” sayıyor. Bu durumda Troya’dan Likya’ya Anadolu’daki medeniyetlerin hepsin YUNAN olmak durumunda ki bunun doğru olmadığını tarih bilimi bize söylemektedir.

128. sayfada Yazar Helenizm tutkusunda bir seviye atlıyor ve “Kısa süre içinde Orta Asya’nın batısından Hindistan’a kadar hemen her yerde Yunan tanrılarına adanan tapınaklar inşa edilmişti.” diyor. Delil olarak da Tacikistan’daki bir tapınağın kemerlerine iyonlulara ait sütunların eklendiği, Pakistan-Afganistan sınırındaki Taxila kentinde bir İyon tapınağı inşa edildiği, iki yerde bâzı Yunan tanrı heykelleri bulunduğu, Tacikistan’da Romalılara ait bir kurt figürü bulunduğunu belirtmektedir. Yazar kitapta Orta Asya’daki ticarî mobilizasyonun çok gelişmiş olduğunu ısrarla belirttiğine göre bu heykellerin tâcirler tarafından getirilmiş olması muhtemel olduğu gibi, bir iyon tapınağından yola çıkarak da “Orta Asyanın batısından Hindistan’a kadar hemen her yer” gibi bir genelleme yapılması da bilimsel olarak mümkün değildir.

 

Başkasının içinden geçenleri bilme

“[Birunî] okurlarının hassasiyetini göz önünde bulundurarak övgünün dozunu arttırmıyordu.” (456) yazıyor. Bunu yazabilmek için ya Birunî’nin bu hususu bir yerde yazmış olması ya da bir “sohbette” birisine söylemiş olması ve bunun yazıya dökülmüş olması gerektir. Oysa bunların hiç birisi olmadığı hâlde sanki Yazar Birunî’nin “düşüncelerini okumuş”çasına böyle bir iddiada bulunabilmektedir. Ki “roman” tekniğinde bile böyle bir metodolojik hata yapılamaz.

518. sayfada ise “mukaddes topraklara doğru yola çıkması Gazalî için intihar haricindeki tek çıkar yoldu” yazıyor. İntihar konusu hangi kaynakta geçiyor? Yazar bunu nereden bilip de dillendiriyor belli değil. Sanırsın ki Gazali Yazar’a psikolojik destek almak için gelmiş de yazar bunu bizimle paylaşıyor.  (!)

 İlahî hakikate ulaştığından gayet emin olan Gazalî böyle olmadığını düşündüğü herkes hakkında bir yargıda bulunabilmekteydi.” (522) yazıyor ve böylece kendi kabulünden başkasını yanlış görmeyi eleştiriyor. Oysa, Yazar bu Kitap boyunca tam da bunu yapmıyor mu? “aydınlanma”, “Aristo”, “felsefe” gibi konuları hakikat, en doğru, en güzel kabul ederek, “ortoks İslam” başta olmak üzere “ötekileri”ni suçlamıyor mu? Yargıda bulunmuyor mu?

 

Uygur Yazısı

143. sayfada “Uygurlar kendi dillerini yazmak için … Arami alfabesi kullanmaya başlamışlardı.” Diye yazarken, 392. Sayfada “Uygurlar … eski Aramice alfabeyi temel alarak yazılı bir dil geliştirmişlerdi.” Yazıyor. Bir alfabeyi alıp kullanmak ile bir alfabeden başka bir alfabe geliştirmek farklıdır. Yazarın bu iki ifadesi biribirisi ile çelişmektedir.

 

Seks hayatı

Yukarıda İbn-i Sina için yazılan “seks hayatı” magazinel haberlerinden sonra, 430. sayfada Gazneli Mahmud için “bir köleyle eşcinsel ilişkiye girdiği zamanlar”dan bahsediliyor.

Ali Şir Nevaî’den bahsederken ise  genellikle genç erkek kölelerle homoseksüel ilişkiye girmeye devam etmişti” (621) diyor yazar. Aydınlanma il ilgili bir konuda kişilerin seks hayatının ele alınmasının sebebini anlamak zor olsa gerek.

 

Nizamiye medreseleri – Nizamülmülk

“… Görüşlerinde gayet gelenekçi, dolayısıyla da ‘tevilin’ (yorumun) alanının genişletilmesine sıcak bakmayan Nizamülmülk … bu tehditleri savuşturmak amacıyla … amelde Şafii fakihlerine itikatta ise Eşarilere tam destek vermiş … medresler kurma kararı almıştı” (505, 506) ifadeleriyle Yazar, Nizamiye Medreselerinin kuruluşunu tek başına inanç ekseni üzerine bina etme gayreti içerisine girmiştir. Oysa, tarih boyunca Fars – Türk devlet ilişkileri incelendiğinde, durumun böyle olmadığı açıklığa kavuşacaktır. Nitekim bu mücâdele 16. Yüzyıla kadar içten içe yanan bir volkan gibi devam etmiş, Şiî “İranî” devlet ve yöneticilerin Selçukluya ve Osmanlıya karşı bu çabaları Anadolu’da Devlete karşı birçok isyana sebebiyet vermiştir. Olaya bu açıdan bakıldığında Nizamiye Medreselerinin inanç esasından çok Devleti koruma refleksiyle açıklanması daha doğru olacaktır.

 

Engizisyon çağında Avrupa’da taze rüzgarlar

Moğol istilasının anlatıldığı bölümde, 14. ve 15. yüzyıllarda Orta Asya'daki olaylardan bahsedilirken “Avrupa’nın entelektüel hayat ve kültüründe tam da taze rüzgarların estiği bir anda” (565) ifadesi var. Engizisyon canavarının, 1231’de Avrupa’ya çöktüğü, 1492’de İspanya’da Yahudilere yapılanlar karşısında 15. Yüzyılın sonlarında dahi Avrupa’yı esip kavurduğu dikkate alındığında, bu zaman diliminde Avrupa’nın entelektüel hayat ve kültüründe nasıl olup da taze rüzgarların estiğini anlamak mümkün değildir. Gerçi Yazar için Ortodoks İslam hâricindeki hiçbir inanç “aydınlanmaya” engel ve düşman değil. Dolayısıyla bu kafa yapısı ve anlayışla “Galileo’nun engizisyon sayesinde keşiflerini yaptığını” bile yazabilir.

 

Ateizme övgü

“… genç İslam dünyasında başka hiçbir bölgenin özgür düşünceli, gelenek karşıtı ve açıkça ateist olan insan yetiştirmede Horasan ile boy ölçüşemeyeceğini söylemek hatalı olmayacaktır.” (274) diyen Yazar, özgür düşünceli olmanın neredeyse ön şartını “ateist” olmaya bağlıyor ki bunu bilimsel bir önerme olarak kabul etmek mümkün değildir. Diğer taraftan, Yazarın “aydınlanma”dan ne anladığı da burada tebeyyün ediyor: “özgür düşünceli, gelenek karşıtı ve açıkça ateist”

 

Kaynaksız iddialar

İbn-i Râvendi’nin 114 kitap yazdığı, fakat bu eserlerinden ve şiirlerinden bugüne hiçbir iz kalmadığı, başka yazarların alıntıladığı bir kitabından birkaç bölümün bilindiği belirtildikten sonra şu “hükme” varılıyor: “İbn-i Râvendî insan aklını göklere çıkaran samimi cümlelerle başlıyor, ardından resmî inanca doğrudan saldırıya geçiyordu.” (275) Eğer İbn-i Râvendi’nin hiçbir kitabı günümüze kalmamışsa, başkalarının “aktardıkları”nın da şüpheli olma ihtimalini her zaman gözönünde bulundurulması gereken bir husus ise nasıl olup da böylesine “iddialı” bir hüküm çıkarımında bulunulabiliyor? Yazar, kafasından geçenleri projeksiyon metoduyla tarihî kişiliklere giydirmek mi istiyor?

350. sayfada yer verilen “Görünürde Sünnî ama Şia’ya yakın duran Harezmliler” görüşü keza herhangi bir olguya ve delile dayandırılmamış.

639. sayfada yer alan “Dindar Müslümanlar diğer inançların da kendileri kadar parlak ve donanımlı olduklarını ve ötekilerin bakış açılarının yabana atılamayacağını  biliyorlardı.” İfadesiyle bütün dindar Müslümanları kapsayan bir genelleme yapılmış. Bir istatistikî veriye dayanıyormuşçasına böyle bir iddiada bulunmak bilimsel olmadığı gibi kesinlikle sübjektif bir ön yargıdan öteye gitmemektedir.

 “… birçok Müslüman düşünürün İslam ile ölüm arasında bir tercih yapmaya zorlayan cihadın ahlakî geçerliliğini sorgulamaya başlaması” (427) iddiası da kaynaksızlıkla sakat durumda. “Birçok” denilen bu müslüman düşünürlerinden hiç olmazsa birkaçının adı verilemez miydi? Yazar, bir yerlere “atıfla” birisini, bir müesseseyi töhmet altında bırakıcı, suçlayıcı buna benzer ifadeleri sıkça kullanıyor. Doğrudan isim verilmediği için de bu ifadeler sorgulanamıyor. Bilimsel çalışmada bu olmaz.

 

Para meseleleri

Firdevsî memleketine eli boş dönmüştü. Mahmut’un kendisine vaad ettiği altmış bin altından bir tanesini bile alamamıştı.” (446) diye yazıyor Yazar.

Başka şairler para için şiir yazınca “bayağılık”, “yalakalık” (443), “yaltakçılık” (445) olarak vasıflandırılıyor Yazar. Ama Firdevsî”nin para için şiir yazmasına dâir tek olumsuz niteleme yok!

 

Siyah ırka mensup insanları aşağılama ve buradan Darwinizme varış (!)

Nasıruddîn Tusî’nin, “Sudanın batısında ve diğer uzak yerlerde yaşayan “maymunvarî” (ape-like) insanlardan” bahsettiği, bunların davranışlarının hayvanları andırdığını belilirttiğinden yola çıkarak Tusî’nin Darwin’in izleyeceği yolu “önceden gördüğü” yolunda “büyük ve önemli” bir tesbitte bulunuyor Yazar. Bahsedilen “maymunvarî” insanlar Afrika’da yaşayan siyah ırka mensup insanlardır. Siyah ırka mensup insanların maymunvarî bulunmasının yanlışlığı ve ayıbı bir yana, bu ayıplı davranışı Darwin’e bağlamak bırakın bilimsel olmayı –yazarın “sıkça” belirttiği- akılcılığa da taban tabana zıttır.

 

Moğollara toz kondurmama

Moğol istilası neticesinde ölümlerin –orta çağ nüfusuna göre- milyonları bulduğuna dair 577. Ve 578. Sayfada rakamlar veren, temkinli ve dikkatli bir araştırmacı olan David Morgan’ın bu katliamları “soykırım teşebbüsü” olarak nitelendirdiğini (578), Orta Asya’daki Moğol istilasının demografik sonuçları yarı yarıya indirilse bile “hâlâ Kara Ölüm’in (vebanın) Avrupa’da doğurduklarını geride bırakmaktadır.”(578)  yazdıktan sonra, “Moğollar daha önce başlamış olan kültürel yıkım sürecini hızlandırmış ve tamamlamış olmakla ihtam edilebilirler ama asla bu yıkımın başlatıcısı oldukları söylenemez.” (591) diyerek Moğolları –yapabildiği kadar- hafifletici sebeplerle aklamaya çalışmaktadır.

Bütün negatif hususları tek başına Moğollara bağlamak nasıl isabetli değilse, hiçbir tereddüde yer olmayan Moğol yıkım ve katliamı karşısında  entelektüel çöküşün sebebi Moğollar değildi” (647) demek bir o kadar isabetsiz hatta çarpıtmadır.

 

İskender konusundaki keşifleri

128. sayfada, İskender’in M.Ö. 326’da Orta Asya’dan ayrıldığı, mevcudu 60 bin ilâ 100 bin arasında değişen ordusunun üç senedir bölgede savaştığı yazıyor. Hemen bir alttaki paragrafta İskender’in en fazla 15 bin Makedon ve Yunan atlılar ile sefere çıktığı yazıyor. Bu durumda, hiç ölen olmamış olsa bile bir üst paragrafa göre 100.000-15.000=85.000 kişiyi sonradan devşirip ordusuna katması gerekiyor. Yazar bunu -garip bir anlatımla- şöyle açıklıyor: “Birbuçuk asırdır Orta Asya’da bulunan Yunan kolonileri sahip oldukları asker sayısını yeni gelenler ile artırmışlardı.” İzaha ve izana muhtaç.

Yine aynı sayfada Yazar  İskenderin ordusundakilere Makedon ve Yunan diyerek kesin bir milliyet belirtmesi yapıyor. Oysa aynı dönemde Orta Asyadakiler için milliyetlerinin daha tam teşekkül etmediğinden bahisle Türkî ve İranî diyor. Yunanda olunca milliyet belli, Orta Asya’da olunca belli değil!

 

Sonsöz

Bu değerlendirme yazısına son bir başlık altında değerlendirmelerimi toplu olarak yazmak istedim. Ancak, her bir madde başlığı altında değerlendirmelerimi belirttiğim gibi, Yazarın post-truth düşünce dünyası ve metodolojisi hakkında söylenebilecek söz kalmadığını düşünüyorum.

-- --  --  --  --  --  --  --  -- 

KAYNAKÇA

 - EL BİRUNÎ, Ebu Reyhan, Maziden Kalanlar (El-Âsâr el-Bâkiye), çev. D. Ahsen BATUR, Selenge Yayınları, İstanbul, 2011.

- SACHAU, C. Edward, The Chronology of Ancient Nations, Londra, 1879.

- HOPPAL, Mihaly, Avrasya’da Şamanlar, çev. BAYRAM Bülent ve ÇAPRAZ Hüseyin Şevket Çağatay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.

-BARTHOLD, V.V., Moğol İstilasına Kadar Türkistan, çev. Hakkı Dursun YILDIZ, Kronik Yayınları, 5b.İstanbul, 2021.

- BARTHOLD, W.,Turkestan Down to the Mongol Invasion,  second edition, printed by the Ixford University Press - Messrs. Luzac and co. London, 1928.

- GROUSSET, Rene, Stepler İmparatorluğu, çev. İnalcık Halil, TTK Yayınları, Ankara, 2011.

- BOLAY, Süleyman Hayri, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, 7. B., Ankara, 1997.

- el-KUŞEYRÎ Ebul’l-Kasım Abdulkerim, Kuşeyrî Risâlesi, çev. ARSLAN Ali, Alperen Yayınları, İstanbul, 2003.

- NASR, Seyyid Hüseyin, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, çev. ŞİŞMAN Nazife, İnsan Yayınları, İstanbul, 1985. (Orijinal ismi: An Introduction to İslamic Cosmological Doctrines, Harvard University Press, 1964)

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mardin

Bozyazı - Mersin

Ankara'da "Hanlar Bölgesi"