Yeşillerin Memleketi Taşkesti (Bolu, Mudurnu)
Şehirlerde pek hissetmediğimiz baharı "yerinde" hissetmek ve yaşamak için birkaç günlüğüne Ankara'dan kaçtım. İçanadolu bölgesinden Karadeniz bölgesine geçişi en kısa şekilde anlamak üzere yapılabilecek bir yolculukla Karadeniz bölgesinin en batı ucundaki Bolu Mudurnu'nun Taşkesti beldesindeyim. Burası termal sular diyarı. Derelerin yakınından geçerken termal suların kükürtlü kokusu hissediliyor.
Tarih 1 Mayıs; eskiden "bahar bayramı" diye kutlanırdı. Hava bulutlu. Hatta bulutlar yere inmiş bile denilebilir. Ağaçlı tepelere sis inmiş, hafiften yağmur çiseliyor. Baharın canlandırdığı tabiat usul usul yağan yağmurda daha da canlı... Yağmurla yıkanan tabiatta yeşilin bin rengini görmek mümkün. Çamların koyu yeşil rengi ile bodur fındık ağaçlarının çılgın yeşili iki kutupta. Araya diğer yeşil tonları empresyonist bir ressamın fırçasından çıkmışçasına serpiştirilmiş. Çayırlar bu yeşil deryasının halısı gibi her yanı kaplamış. Hemen şurada bir elma ağacının çiçekleri bu yeşil deryayı bir elmas gerdanlık gibi tamamlayarak, birer müjde gibi patlamış.
Ağaçlardan kuş sesleri geliyor. Bir iki tane değil onlarca. Hiçbir semaî, hiçbir senfoni kuş şakımalarının hâsıl ettiği bu güzelliğin yanına bile yaklaşamaz.
Târifi mümkünsüz cennetvârî kuş seslerinin bir âhengi ve düzeni var. Şurada birisi uzun seslerle şakıyor, sonra öteden bir başkası daha kesik cıvıltılarla sanki berikine cevap veriyor. Derken bir başkası dâhil oluyor bu senfoniye... Bir başkası daha... Tekrar yakınımdaki şakıyor yeniden. Şakıması yeşil ışıklarla yıkanan bir derede akan berrak bir suyun şırıltısı gibi. Öylesine güzel, öylesine saf bir ses ki bu hiçbir müzik âletinden böyle bir nağme çıkabileceğini sanmam.
İşte bu harikulâde tabiat içinde ben fakir huşû içinde oturmuş bir bardak sıcak çay içiyorum.
Bu arada, tepelerdeki sis yürüyor sanki. Yavaşça gelip önce bedenimi sonra da ruhumu yalayıp geçiyor. Birden kırk küsur yıl öncesine gidiyorum. Lise öğrencisi olduğum yıllarda oralı bir arkadaşımın dâvetiyle Kahramanmaraş'ın merkeze bağlı bir köyüne gitmiş idik. Orman içinde bir köy idi. Birgün arkadaşıma çevreyi dolaşmaya çıkmış, yüksek bir tepeye kadar tırmanmıştık. Hava tıpkı burada olduğu gibi sisli idi. Etrafımız yabanî lalelerle çevriliydi. Tıpkı burada dağlarda olduğu gibi sis yürüyerek bizi sarmalıyordu. Sis o kadar yoğundu ki âdeta bir buğu denizinde yürüyorduk. Sonra hafiften bir çiselti başlamış ve ve bizi iliklerimize kadar ıslatmıştı. Eve dönüp odada yanan ocağın karşısında ısınmamız, yabanî lâlelerle çevrili o yamaçlar, o sis, o yağmur bütün tâzeliği ile hatırımdadır. İşte bu tabiatın beni götürdüğü hâtıra konservesi...
Sis ve çiseleyen yağmurla arkadaşlığımız bütün gün ve gece sürdü. Gece, sobalarda yanan reçineli ağaçların duman kokusu hissediliyordu.
Bir gün sonra güneş açtı. İnsanın sâdece tenini değil ruhunu da ısıtan güneş altında çevrede bir gezintiye çıktım. Turpotları ve hindibaların sapsarı, aynısefaların güneşi kıskandıran turuncu çiçekleri yeşil çayırların üzerinde o kadar güzel duruyor ki...