Kayıtlar

2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Ihlamur

Resim
Rahmetli dayımın evinde ıhlamur hiç noksan olmazdı. Hatta diyebilirim ki dayımın evine girdiğimde aldığım ilk koku ıhlamur kokusu olurdu. Sobanın üstündeki kalaylı bir bakır çaydanlıkta ıhlamur kaynar, büyükçe cam bardaklara dökülen ıhlamur suyunun rengi tıpkı yukarıdaki resimdeki gibi olurdu. Bu sudan bir bardak da bana doldurulup, içine "Turhal şekeri" de atılınca dünyalar benim olurdu. Esâsen iklim olarak ıhlamur ağcının büyümesi için elverişli olmasına rağmen ne köyümüzde, ne de çevre köylerde ve şehirde ıhlamur yetiştirilmediğinden olsa gerek, kokusuyla lâtif, suyunun tadıyla leziz bu aziz bitki çocuk dünyama oldukça egzotik gelirdi. Sanki masallardan çalınmış gibiydi... Çocukluğumun koklu hâfızasına sinmiş bu râyiha sebebiyle midir bilinmez, ıhlamuru pek bir severim. Ihlamur ağacıyla ilk resmî tanışmam yirmili yaşlarımda iken Yüksek İhtisas Hastanesi'nde çalışırken gerçekleşti. Bu Hastane Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin hemen doğusunda idi. Hastaneye gitmek için ...

Kış Başlarken

 Havaların iyice soğuduğu şu günlerde kışa dâir düşünceler dolaşıyor içimde.   Acaba kış sâdece bir mevsim midir yoksa başka başka kışlar da var mıdır düşüncesi meselâ...  Meselâ Murathan Mungan hoşnutsuzluğun ve ayrılığın kışını başlatır Yalnız Bir Opera şiirinde.  Bakın etrafınıza. Ağaçlar yapraksız, sâhiller ıssız... Bütün renkler ruhunu kaybederek boza bulanıyor. Mevsim olarak kış başladı mı başlayacak mı bilemiyorum. Amma biliyorum ki birşeyler yalnızlaşıyor ve içimizin kışı başlıyor. Sonbaharı ve kışı pek bir severdim henüz genç olduğum zamanlarda, onlara şiirler yazardım; onlarla dolu. Gerçi genç olduğum zamanların kışı da güzeldi; kar henüz kar gibiydi meselâ. Rengi apak, tertemizdi. Heryeri kaplayacak kadar bol yağardı ve bembeyaz bir örtüyle örterdi dünyâmızı.  Kartopu oynamak, kardan adam yapmak kışa mahsus renklerdi. Temiz karla karıştırılan pekmez târifi zor bir lezzet idi. Kış gündüzleri dinginliğin mücessem hâle geldiği zamanlardı. Kış gecele...

Yenişehir Sağlık Koleji - Gençlik Hâtıralarımdan

Resim
Ankara'da Sıhhiye Semtinde, Kurtuluş Parkı'nın batısındaki yolun adı Tuna Caddesi idi. Bu Caddenin üzerinde üç katlı, güney kanadı revaklı uzun bir binâ vardı. Kuzey kanadının güney kanadı ile birleştiği yerde üç kemerli bir girişi olan bu uzunca bina -o zamanki adıyla- Sağlık ve sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı yatılı bir okuldu: Yenişehir Sağlık Koleji. Yenişehir Sağlık Koleji binâsı Bu Okul pek çok açıdan ilkleri barındırırdı. Meselâ, Sağlık ve sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı olarak ilk açılan okul idi. Meselâ ilk kız-erkek karışık okul idi. Meselâ Sağlık Komiserleri Mektebi olarak taa 1946'da açılmıştı... Yenişehir Sağlık Koleji -lise dengi bir okul olmasına rağmen- önemliydi. O kadar ki, zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Okulu ziyâret etmişliği bile olmuş. Benim okuduğum yıllarda, her yılbaşı akşamı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Okulumuza gelir, bize kısa bir konuşma yapar, yeni yılımızı kutlar ve giderdi. Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY Yenişehir Sağlık K...

Bağbozumu - Çocukluk Hâtıralarımdan

Resim
Çocukluğuma ve ilk gençlik yıllarıma dair hâtıralar gittikçe daha çok canlanıyor zihnimde. Ya gençliğe duyulan hasretten ya da o zaman yaşadıklarımızın sâfiyetinden ve güzelliğinden. Her iki hâlde de o hâtıralar daha dün yaşanmış gibi canlı ve renkli; bunların arasında en renklilerinden birisi de bağbozumu. Bağbozumu denildiğinde anlaşılması gereken üzüm bağındaki üzümlerin hasadı ve işlenmesidir. Köyümüzde üzümler ağustos sonu-eylül başında hasat olgunluğuna erişirdi. Eylül başında, bin küsur metre râkımlı köyümüz geceleri hayli serin olmakla birlikte gündüzleri hâlâ sıcak olurdu. Bu yüzden hava iyice ısınmadan çalışmak üzere üzüm bağına oldukça erken gidilirdi. Bağa varıldığında ya güneş henüz doğuyor ya da biraz önce doğmuş, gecenin serinliğinde üzümler de iyice soğumuş olurdu. Bu yüzden bağa vardığımızda ilk işim köyümüzde "hattat" ya da "hatlat" -biraz daha kibarca çavuş üzümü- denilen üzümün çubuğuna koşmak olurdu. Bol sulu,  ince kabuklu, iri tâneli, olgunlaş...

Varolamayan Herşeye Dâir

Avuçlardan çıkan ırmaklar Humması, "Avuçlarından çıkan ırmaklar felâketimi söndürebilseydi" diyen satırlar yazarak  başladı ve senelerce sürdü. Sayhalar, sitemler, ilk baharlar ve ilk yazlar ve derken nice son baharlar gelip geçse de ruhundaki ateş fırtınası dinmedi. Bir yaz gecesi Nippur'un en yüksek zigguratına tırmanacaktı. Yüzüne bakamadan gördüğü kalem parmaklar İnanna-vâri  olacaktı; târifsiz... Zümrüt yeşili bir ışık her yanı kaplayıp herşeyi yıkayacak ve olmazı olur yapacaktı. Hâsılı vuslattan doğan bir vâroluş her yeri saracak ve işte o an yarım asırdır sorduğu "aşk var mı" sorusunun cevâbını bulacaktı. Kuruyan umman Böylece pek çok baharlar geçti. Sayhalar duyulmaz, sitemler umursanmaz, ilk baharlar farkedilmez,  son baharlar hissedilmez oldu. Gençliğin uzaklarda kaldığı bir gün onu gördü." Bak " deyince baktı ve korktu. Eskiden gördüğü umman  yoktu gözlerinin derinlerinde!  O, yüzünden anlamıştı bunu; " Evet, yok " dedi. Ve yıldızl...

Opus 64

Resim
Birinci hâne -  İtirafnâme Bilinsin ki uzakları göremediğim yalanının fâili benim. Uzakların umutsuzluğu sevketti beni bu riyaya. Tütüne sevdalanmam da benzer bir sebebe müstenid hekimbaşı; kalbimdeki o küçük umudun gölgelenmesi ruh kimyamı kânun tanımaz bir eşkiyaya çevirdi. Ve içimdeki o ses 'eşkıyalar tütün içer' deyu fermân eyledi. Sonra ' Hippodamos esaslı yollar istemezuk' fermânı da tamim olundu fakire. Her ân yeni ihtimallere gebe ve üç adım ötesi tahmin edilemez yollar umudun tohumu oldu böylece. İkinci hâne -  Ontoloji Hicazla sarmalanmış  " Aşk hastasıyım bakma benim nabzıma doktor " sözlerini duyunca birden bîtab oluşu geldi aklına. Ve düşüncelerin karanlık ummânına daldı ve vâroluşun sebeb-i aslîsinin sırrına erdi. Ummânın zifirî siyahı penbeye döndü birden. Sonra "Âfet mi saâdet midir aşk, rûhuma bir sor" lafzı bir mıh gibi çakıldı beynine ve penbeler ışığını ve rengini kaybetmeye başladı. Nihâyet anladı ki vâroluşun sebeb-i aslîsi ...

Güven

Ünlü İngiliz şâiri William SHAKESPEARE'e ait olduğunu söyledikleri bir söz var,  "Güven ruh gibidir, terkettiği bedene asla geri dönmez." diye. Güvenin ne olduğunu olmasa da kaybının neticelerini pek güzel anlatan bir söz. Bir başkası da "İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim." diyerek güvenin ehemmiyetini vurgulamış. Babam vefât ettiğinde tâziye için gelenlerden birisi anlatmıştı. Altmış küsur yaşında birisinin babası vefât edince arkadaşları adama ne hissettiğini sormuşlar. Adam "Sırtımı dayadığım bir dağ vardı, göçtü..." diye cevap vermiş bu soruya. İster dağ gibi sarsılmaz bir dayanak, ister herşeyinizi hiç düşünmeden emânet edebilme gerçeği deyin, güven, hayatı yaşamaya değer kılan husustur  bana göre. Münâsebetlerin harcıdır, huzurlu yaşamanın olmazsa olmazıdır.  Eğer güven yoksa, hayatımızın yılları, ayları, günleri ve saatleri ve hatta anları biribirinden koparak güvensizliğin zifiri siyah girdabında kaybolup gitm...

Dönüşsüz Yolların Mecbûrî Yolcusu

Resim
Bizi oyalayan elma şekerlerinin câzibesinden kurtulup da kekre gerçeklerle yüzyüze gelince başlıyoruz kendimizle hasbihâle. Hakikat, üzerine resimler çizilmiş örtülerinden kurtuluyor ve olduğu gibi görünüyor. İşte o an anlıyoruz: Dönüşsüz yolların mecbûrî yolcusuyuz. Giderken yolun iki yanında gördüğümüz hiçbirşeye elimiz erişmiyor. Boyunun erişemeyeceği meyvelere imrenerek ve imkânsızlığı hissederek bakan çâresiz çocuklar gibiyiz. Yolda, yeşil vâdiler, mâvi göller ve parlak sarı-kızıl alevleri göklere yükselen yanardağlar görüyoruz; araları ise zifiri siyah. Ve bu yolda tek gece konaklanacak hanlar var. Giriş ve çıkışı ayrı ayrı olan, duvarları erişilmez yüksek. Her han bir öncekinden daha büyük, duvarları daha yüksek. Hanların ve yolda gördüğümüz vahaların isminin yazılı olduğu levhalar ancak geçtikten sonra okunacak şekilde dizilmiş. Hanlara inat her levha bir öncekinden daha küçük… Ve yolda gördüğümüz yeşiller gittikçe rengini kaybediyor.  Asuman maviliğini, çiçekler pembesini...

Olmazların Resmî Geçidi

 Babası anlatmıştı...  Henüz tan yerinin ağarmadığı bir erken vakitte karanlığın içinde karşısına çıkan kan kırmızı fistanlı kadının upuzun sarı saçları vardı. Sudan geçemeyince yıldırımvâri ve göz kamaştıran bir ateşe tahvil oldu kadın ve kamaşmışlıkdan neşet eden sekâret hâli ile bütün semayı kuşların kapladığını gördü. Olmazın resmî geçidini icra ediyorlardı sıra sıra ve zurba zurba. Henüz tan yeri ağarmamıştı oysa. Onun karşısına kan kırmızı fistanlı ve sarı saçlı ve ateşe tahvil olan bir kadın çıkmasa da bir başka ateşin sekâretine mahkûm olmuştu. Ve bu hâl içinde beş duyusunun beyni ile bağını kesecek herşey makbûl idi; en çok da tütün. Sanki dumanları beynini kör bir noktada bırakıyordu ve o noktaya hakikatin gölgesi bile düşmüyordu. Sonra isyan kuşları geçiyordu ruhunun âsumanından, her birinin nisyan kuşu olmasını istediği. Olmuyordu...  Ona ait değilmiş gibi gelen elleriyle kalp gözünü kapatamıyordu. Gönül dili lâl olmuştu. Yavaşça batıyordu çaresizlik balçığına...

Erzurum

Resim
  Aziziye Tabyalarından Erzurum'un görünümü Târih Erzurum, târih boyunca pek çok medeniyete ev sâhipliği yapmış. Kalkolotik çağdan başlamak üzere Karaz Kültürü, Hurriler, Hayaşa Kırallığı, Diauehi Kırallığı, Kmimmerler, İskitler, Medler, Persler, Büyük İskender, Selevkoslar, Romalılar, Selçuklular, Akkoyunlular derken 1514-1518 senelerinde Yavuz Sultan Selim tarafından yapılan savaşlardan sonra Erzen-i Rum'un Osmanlı hâkimiyetine girdiği; 1829, 1878 ve 1916'da üç defa Rus işgâline mâruz kaldığı, Rusya'daki Bolşevik İhtilâlinden sonra Ruslarca şehrin ve etrafının boşaltıldığı; Şehre, târih boyunca Karin, Garin, Karnoi Kalak, Theodosiopolis, Anastasiapolis, Kalikala, Erzen'ur Rum, Arzanur'Rum, Erzen-i Rum, Arz-ı Rum, Erz-i Rum, Erzerum gibi isimler verildiği belirtilmektedir. (1), (2) Coğrafya Doğu Anadolu bölgesinde Palandöken dağlarının kuzeyinde yaklaşık bin 900 metre râkımlı bir düzlükteki Erzurum şehri, deniz seviyesinden en yüksek şehir olmak ünvânına sâhip....

Uzun Bir Tren Yolculuğu

Resim
Çoktan beridir görmek istediğim Erzurum'a trenle -hem de normal hızlı bir trenle- gitmeye karar vermiştim; Ankara-Kars arasında çalışan Doğu Ekspresi ile. TCDD'nin internet sayfasında verdiği bilgiye göre -Erzurum'a kadar-  tam 22 saatlik ve 40 duraklık bir tren yolculuğu. Daha önce de tren yolculukları yapmıştım, ancak bu kadar uzun bir yolculuğa ilk defa çıkacaktım. Pulman'dan bir bilet aldım ve tren tam da belirtildiği gibi 17:55'te hareket etti. Ankara'yı çıktıktan sonra akşam üzeri kayalık, ağaçlık ve derelerle dolu bir çevreden geçmeye başladık. İlk intibam, hasretini çektiğim tabiatla el ele koyun koyuna bir yolculuk yapacağım yolundaydı. Hava karardı; tren gece boyunca çeşitli duraklarda dura kalka yol aldı ve sabaha karşı Sivas'a vardı. Sabah gün doğarken bir saatlik bir rötarla tren Sivas'tan hareket etti. Henüz ufuktan doğan güneşin ilk ışıkları yüzüme vuruyordu. Biraz zaman geçince arasından geçtiğimiz dağların tepeleri güneş ışıklarıyla aydı...