Dönüşsüz Yolların Mecbûrî Yolcusu

Bizi oyalayan elma şekerlerinin câzibesinden kurtulup da kekre gerçeklerle yüzyüze gelince başlıyoruz kendimizle hasbihâle.

Hakikat, üzerine resimler çizilmiş örtülerinden kurtuluyor ve olduğu gibi görünüyor. İşte o an anlıyoruz: Dönüşsüz yolların mecbûrî yolcusuyuz.

Giderken yolun iki yanında gördüğümüz hiçbirşeye elimiz erişmiyor. Boyunun erişemeyeceği meyvelere imrenerek ve imkânsızlığı hissederek bakan çâresiz çocuklar gibiyiz.

Yolda, yeşil vâdiler, mâvi göller ve parlak sarı-kızıl alevleri göklere yükselen yanardağlar görüyoruz; araları ise zifiri siyah.

Ve bu yolda tek gece konaklanacak hanlar var. Giriş ve çıkışı ayrı ayrı olan, duvarları erişilmez yüksek. Her han bir öncekinden daha büyük, duvarları daha yüksek.

Hanların ve yolda gördüğümüz vahaların isminin yazılı olduğu levhalar ancak geçtikten sonra okunacak şekilde dizilmiş. Hanlara inat her levha bir öncekinden daha küçük…

Ve yolda gördüğümüz yeşiller gittikçe rengini kaybediyor.  Asuman maviliğini, çiçekler pembesini, sular berraklığını kaybediyor.

Yürüdükçe yollar daralıyor. Yan yana yürünemez hâle geliyor. Yalnızlığı mücessemleştiriyor yollar.

Gittikçe daha çok geriye bakarak ilerliyoruz. Geriye bakıp önümüzü görememekten tökezliyoruz sıkça.

 Gerideki herşeye hasret duyarak ilerliyoruz sanki.

Ah şu çiçek ne güzeldi, ah o göl ne mâviydi, ah o ağaç ne yeşildi diyerek…

Anlıyoruz ki, tâkatimizi emen bu yolculukta hasretle keşkeler kolkola bütün varlığımızı istilâ ediyor. Sâde hâtıralar koruyor renklerini; hâtırlanabildikleri kadar. 

Menzilleri geçiyoruz birer birer. 

Dönüşsüz yolların mecbûrî yolcusu olduğunuzu anladığımızda vazgeçiyoruz bütün renklerden. Siyahın ikliminde yok olurcasına...

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mardin

Bozyazı - Mersin

Uzun Bir Tren Yolculuğu