Kayıtlar

Ekim, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Çocukluk Hâtıralarımdan - Bağbozumu

Resim
Çocukluğuma ve ilk gençlik yıllarıma dair hâtıralar gittikçe daha çok canlanıyor zihnimde. Ya gençliğe duyulan hasretten ya da o zaman yaşadıklarımızın sâfiyetinden ve güzelliğinden. Her iki hâlde de o hâtıralar daha dün yaşanmış gibi canlı ve renkli; bunların arasında en renklilerinden birisi de bağbozumu. Bağbozumu denildiğinde anlaşılması gereken üzüm bağındaki üzümlerin hasadı ve işlenmesidir. Köyümüzde üzümler ağustos sonu-eylül başında hasat olgunluğuna erişirdi. Eylül başında, bin küsur metre râkımlı köyümüz geceleri hayli serin olmakla birlikte gündüzleri hâlâ sıcak olurdu. Bu yüzden hava iyice ısınmadan çalışmak üzere üzüm bağına oldukça erken gidilirdi. Bağa varıldığında ya güneş henüz doğuyor ya da biraz önce doğmuş, gecenin serinliğinde üzümler de iyice soğumuş olurdu. Bu yüzden bağa vardığımızda ilk işim köyümüzde "hattat" ya da "hatlat" -biraz daha kibarca çavuş üzümü- denilen üzümün çubuğuna koşmak olurdu. Bol sulu,  ince kabuklu, iri tâneli, olgunlaş

Varolamayan Herşeye Dâir

Avuçlardan çıkan ırmaklar Humması, "Avuçlarından çıkan ırmaklar felâketimi söndürebilseydi" diyen satırlar yazarak  başladı ve senelerce sürdü. Sayhalar, sitemler, ilk baharlar ve ilk yazlar ve derken nice son baharlar gelip geçse de ruhundaki ateş fırtınası dinmedi. Bir yaz gecesi Nippur'un en yüksek zigguratına tırmanacaktı. Yüzüne bakamadan gördüğü kalem parmaklar İnanna-vâri  olacaktı; târifsiz... Zümrüt yeşili bir ışık her yanı kaplayıp herşeyi yıkayacak ve olmazı olur yapacaktı. Hâsılı vuslattan doğan bir vâroluş her yeri saracak ve işte o an yarım asırdır sorduğu "aşk var mı" sorusunun cevâbını bulacaktı. Kuruyan umman Böylece pek çok baharlar geçti. Sayhalar duyulmaz, sitemler umursanmaz, ilk baharlar farkedilmez,  son baharlar hissedilmez oldu. Gençliğin uzaklarda kaldığı bir gün onu gördü." Bak " deyince baktı ve korktu. Eskiden gördüğü umman  yoktu gözlerinin derinlerinde!  O, yüzünden anlamıştı bunu; " Evet, yok " dedi. Ve yıldızl

Opus 64

Resim
Birinci hâne -  İtirafnâme Bilinsin ki uzakları göremediğim yalanının fâili benim. Uzakların umutsuzluğu sevketti beni bu riyaya. Tütüne sevdalanmam da benzer bir sebebe müstenid hekimbaşı; kalbimdeki o küçük umudun gölgelenmesi ruh kimyamı kânun tanımaz bir eşkiyaya çevirdi. Ve içimdeki o ses 'eşkıyalar tütün içer' deyu fermân eyledi. Sonra ' Hippodamos esaslı yollar istemezuk' fermânı da tamim olundu fakire. Her ân yeni ihtimallere gebe ve üç adım ötesi tahmin edilemez yollar umudun tohumu oldu böylece. İkinci hâne -  Ontoloji Hicazla sarmalanmış  " Aşk hastasıyım bakma benim nabzıma doktor " sözlerini duyunca birden bîtab oluşu geldi aklına. Ve düşüncelerin karanlık ummânına daldı ve vâroluşun sebeb-i aslîsinin sırrına erdi. Ummânın zifirî siyahı penbeye döndü birden. Sonra "Âfet mi saâdet midir aşk, rûhuma bir sor" lafzı bir mıh gibi çakıldı beynine ve penbeler ışığını ve rengini kaybetmeye başladı. Nihâyet anladı ki vâroluşun sebeb-i aslîsi

Güven

Ünlü İngiliz şâiri William SHAKESPEARE'e ait olduğunu söyledikleri bir söz var,  "Güven ruh gibidir, terkettiği bedene asla geri dönmez." diye. Güvenin ne olduğunu olmasa da kaybının neticelerini pek güzel anlatan bir söz. Bir başkası da "İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim." diyerek güvenin ehemmiyetini vurgulamış. Babam vefât ettiğinde tâziye için gelenlerden birisi anlatmıştı. Altmış küsur yaşında birisinin babası vefât edince arkadaşları adama ne hissettiğini sormuşlar. Adam "Sırtımı dayadığım bir dağ vardı, göçtü..." diye cevap vermiş bu soruya. İster dağ gibi sarsılmaz bir dayanak, ister herşeyinizi hiç düşünmeden emânet edebilme gerçeği deyin, güven, hayatı yaşamaya değer kılan husustur  bana göre. Münâsebetlerin harcıdır, huzurlu yaşamanın olmazsa olmazıdır.  Eğer güven yoksa, hayatımızın yılları, ayları, günleri ve saatleri ve hatta anları biribirinden koparak güvensizliğin zifiri siyah girdabında kaybolup gitm

Dönüşsüz Yolların Mecbûrî Yolcusu

Resim
Bizi oyalayan elma şekerlerinin câzibesinden kurtulup da kekre gerçeklerle yüzyüze gelince başlıyoruz kendimizle hasbihâle. Hakikat, üzerine resimler çizilmiş örtülerinden kurtuluyor ve olduğu gibi görünüyor. İşte o an anlıyoruz: Dönüşsüz yolların mecbûrî yolcusuyuz. Giderken yolun iki yanında gördüğümüz hiçbirşeye elimiz erişmiyor. Boyunun erişemeyeceği meyvelere imrenerek ve imkânsızlığı hissederek bakan çâresiz çocuklar gibiyiz. Yolda, yeşil vâdiler, mâvi göller ve parlak sarı-kızıl alevleri göklere yükselen yanardağlar görüyoruz; araları ise zifiri siyah. Ve bu yolda tek gece konaklanacak hanlar var. Giriş ve çıkışı ayrı ayrı olan, duvarları erişilmez yüksek. Her han bir öncekinden daha büyük, duvarları daha yüksek. Hanların ve yolda gördüğümüz vahaların isminin yazılı olduğu levhalar ancak geçtikten sonra okunacak şekilde dizilmiş. Hanlara inat her levha bir öncekinden daha küçük… Ve yolda gördüğümüz yeşiller gittikçe rengini kaybediyor.  Asuman maviliğini, çiçekler pembesini, su