Kayıtlar

Düşünceler etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Gerçeğin Dayanılmaz Ağırlığı

Resim
Yemek, şiir, sanat tarihi, hâtıralar derken nereden çıktı bu "gerçeğin dayanılmaz ağırlığı" diyebilirsiniz. Haklısınız, böyle rafine konuların arasında bu konu ziyâdesiyle pilav üstüne keşkül bir manzara arzediyor. Lâkin bir arkadaşımın yakınmalarını dinleyince işbu hususta birkaç kelâm sarfetmeyi "moderniteye isyan sadedinde bir manifesto" olarak gördüm. Asrî zamanlar -Charlie Chaplin'in tâbiriyle "Modern Times" ya da frenk türkçesiyle "modern zamanlar" ya da öz (!) türkçe ile "çağdaş zamanlar"- bize pek çok imkânlar sunduğu kadar pek çok görünmez kafeslerde hapsetti ruhumuzu, aklımızı ve varlığımızı. Alın "sanal" ortamları, anlık haberleşme programlarını... Her an, her yerden, her zaman haberleşir, paylaşır, görüntüleşir olduk. Bu programlar, bir yandan her ânımızı ipotek altına alırken bir yandan da sâfiyetimizi bozdular. Gerçek hayatla "sanal âlemin zâhiri doğruları" arasında harb-i umûmi kıyasıya devam ediyo

Opus 1/B

 Bilinmezlerimle son akşam yemeğinde içimin kuytusundaydım; alacakaranlıkta. Biliyordum kimin ihanet edeceğini vefaya. İnanmayan kimdi âyandı. Ekmek ve şarap yerine sükut ve teslimiyet vardı ve mukadderi bilerek sustuk. Sonra kuşlar vardı, zifiri siyaha kesmiş alıcı kuşlar... Gölgesi olmayan boşluk gibiydiler. Bir sızı vardı derinlerde, nefessiz kalmış çığlık gibi pürtelaş. Göğüs kafesini zorlayan bir sızı. Zaman bin yılın yolcusu olarak geçiyordu kapıdan, ayak seslerinden bildim; çağırıyordu... Sonra renkler soluyordu külrengi bir hastalığın pençesinde ve hep birlikte yükseliyordu ateşimiz. İçimdeki seslerin uyku zamanıydı vardığım yer. Batıyordum kâinatın mekansızlığına ve yok oluyordum... Renkler... sesler... hepsi uykuya varmıştı. Yok olmuştum. Yok... (Opus 1/B'nin sonu)

Opus 1/A

 Eli gitmekle kalmak arasında, tereddüt ve yasak arasında titriyordu. Ona doğru gitmeyi istediğinde kulaklarında bir tufanın seli uğulduyordu. Göğüs kafesi kalbine dar geliyor, ilkbahar tayları bin tarafa seğirtiyorlardı.  Derken bâdem çiçekleri yağıyordu bulutlardan ve zemin pembeye kesiyordu boydan boya. Aşkın erken hâline yakalanmıştı ve ilacını bilmiyordu.  Tıpkı nedenleri ve niçinleri bilmediği gibi. Yasağın hükümdarlığında kalmak kararı aldığında ilkkışın yağmuru boşanıyordu içine, ayakları ıslak, elleri buz gibi bir saçak dibi öksüzü oluyordu. İçinin uçsuz bucaksız steplerinde korunaksız ve çâresiz bir av gibi şaşkın oluyordu. Yolları ve yönleri bilmiyordu. Gün tutuluyordu ve içinde renksiz alaim-i semalar kuruluyordu bir yerden bir yere. Velhâsıl karnında bir burgaç,  ağzında demir tadı,  iskeletini ayakta tutan kasları işi yavaşlatma eylemine hazırlık hâlindeydi. Hücreleri toza dönüşmeden varmak mümkün müydü, yoksa çaresizliğinin girdabına kendini bırakarak kalıp susmalı ve un

Aydın, münevver, entelektüel

Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün siyaset bilimi yüksek lisans programındaki hocalarımdan Kadir Cangızbay basmakalıp "hoca"lardan oldukça farklıydı. Deneysel Amerikan sosyoloji ekolüne şiddetle karşıydı. Her bir cümlesi birer paragraf tutan ilginç makaleleri vardı. Bunlardan birisi de "aydın" hakkındaydı. Bu konuda bir iki kelâm etmek istedim. Günümüzde; aydın, entelektüel, münevver aynı anlamda kullanılan kelîmeler. Bir farkla: Kendisini, -muhafazakâr zıddı olarak- ilerici sayanlar "aydın"ı, özenti batıcılar "entelektüel"i, -pekçoğunun muhafazakârlığın ne olduğunu bilmediği- muhafazakârlar ise "münevver"i tercih ediyorlar. Kendini "konumlandırdığı" yere göre -yâni tümdengelimci bir anlayışla- fikir sâhibi olmayı ve  kelîme seçmeyi sevenlerden başka ne beklenebilir ki... Peki bu üç kelîme -aslında mefhum- birebir aynı durumu mu anlatıyor, aralarında fark var mı diye hiç düşündünüz mü? Öncelikle Nişanya

Çıkılmamış yolların nihâyeti

O beni bekleyedursun tül yapraklarının düşmesinden korkarak, ben ona şiir yazmak için gece ülkesine sığındım. En uzununu, en öldürücüsünü, en güzelini, en aşk olanını hayatımın şiirini yazmak için bir gönüllü sürgüne çıktım.  Ya o yok ya ben görmüyorum... "Onsuzluk" makâmındayım çocuk. Perspektifsiz ortaçağ gravürleri gibi sathî, yersinia’lı zamanlar gibi hayatsız onsuzluk; “ölüme üç var” zamanlardayım. Ehemmiyetsizlik makamıdır vardığım, neye yarar erişmek.. Ne akkuşların kanadı ve ne demirden kuşlar almadı beni; götürmedi bilmenin yokluk diyârına. Seninle bir günü özlemek düşüncesinden başka müebbed hicrimi tatdırmadı hiçbir şey. Günlerce öteden nefesini hissetmek kadar hiçbir şey zehir ve panzehir olmadı ruhumun uçsuz bucaksız hummasına.. 29 nisan 2006 günlerden cumartesi Ve bugün bir macginitiea wyomingensis yaprağı gördüm çok milyon yıllık, bana senin hayalinle dantelli geleceği düşündürdü hudutsuz..  29 nisanı 30 nisana bağlayan gecenin sabah

Şiir okumaya dâir

Bir yaz gecesi, saat geceyarısını çoktan geçmişti. Mendelssohn'un keman konçertosunu dinlemek istedim.(*) Gecenin zifiri sessizliği kemanın sesi ile dolmuştu. Bir koltuğa oturdum. Başımı çevirmeden arkamdaki kitaplığın şiir rafından rastgele bir kitap aldım. İsmet Özel'in Erbain isimli şiir kitabıydı. Kitabı araladım, Amentü isimli şiir çıktı karşıma, okumaya başladım. "İnsan eşref-i mahlûkattır derdi babam bu sözün sözler içinde bir yeri vardı ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman bu söz asıl anlamını kavradı" O da ne? Daha önce de defalarca okuduğum bu sözlerin birden "asıl anlamını" kavramıştım! "damar kesildi, kandır akacak ama kan kesilince damardan sıcak sımsıcak kelimeler boşandı" Satırlarını okurken birden damarlarımdan kelîmeler boşandı. "Dilce susup bedence konuşulan bir çağda biliyorum kolay anlaşılmayacak" diyordu şâir ve bu satırlarını okuduğumda pek çok şeyi kolayca anlamı

Poetika

"Politika yazacakken yanlışlıkla poetika yazmışlar" diye düşünüyorsanız, bu yazıyı okumak için vaktinizi harcamayın. Evet, şiir hakkında konuşmaya geldi sıra. "Şiir nedir?" sorusu pek kadim bir sorudur ve cevabı da bir o kadar muhtelif. Bu cevaplar içinde en ilginci Necip Fâzıl Kısakürek'in şu sözü olsa gerektir: " Arı bal yapar fakat balı izah edemez. " Bir şair şiir yazar ama şiir nedir sorusuna cevap veremeyebilir; sanatçı ile eleştirmen farkı gibi. Eleştirmen sanatı bilir ama sanatçı değildir. Dilâver Cebeci ise " Şiir izâh edilmemeli, ona sâdece yaklaşılmalıdır ." diyor. Hülasa, bu soruya bir çok cevap verilebileceğini biliyorum; kişinin durduğu yere, hissedişine, kabûllerine ve daha birçok kritere göre şiire yüklenen mânâ değişecektir. Ben de kendi kabûllerime göre şiire bir mânâ yükleyeceğim elbette. Çok uzun girizgâhlara, zemin hazırlamalara gerek duymadan; "ama"ların, "lâkin"lerin, "fakat"ların batak

"Yanılgı"lar - Nâzım Hikmet

Resim
Birkaç gün evvel, Cem Karaca'dan bir şarkı dinliyordum. "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan" diye başlayan. Nâzım Hikmet'in Mâvi Liman adlı şiirinini bestelemiş Cem Karaca. Şiir şöyle:      Mâvi Liman      Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.      Seyir defterini başkası yazsın.      Çınarlı, kubbeli, mâvi bir liman.      Beni o limana çıkaramazsın... Şiire yüklenmiş hasret, hüzün ve umutsuzluk Cem Karaca'nın bestesinde de var. Diğer bâzı şiirlerinde olduğu gibi Nâzım Hikmet'in vatan hasreti -bu şiirde özel olarak, İstanbul hasreti olarak- tecessüm etmişti. Nâzım Hikmet'in bu şiiri ne zaman yazdığını merak edip internette araştırma yaparken okuduklarım, Ülkemizde çıplak gerçeklerin nasıl da çarpıtılabileceğini göstermesi açısından ilginçti.  Şöyle yazıyordu "internet"te: "Ve şair gitgide ümidini yitirir. Hem geçirdiği kalp krizleri, hem de Türkiye hükümetinin vurdumduymazlığı karamsarlığını arttırır: 'Çok yorgunum, beni b

"Yanılgı"lar - Medeniyet ve çağdaşlık

İngiliz sinema oyuncusu  Anthony Hopkins'in bestelediği "And the waltz goes on" isimli bir vals var. Bir video paylaşım sitesinde bu eseri dinlerken ( https://www.youtube.com/watch?v=xHBI-oxRE6M ) bir yandan da yorumlara bakıyordum. Rusça, İspanyolca, Macarca, İngilizce birçok yorum yapılmıştı. Derken Türkçe bir yorum gördüm. Şöyle yazılmıştı: " Sanat .Muzık.Avrpa Birliği Türkiyeyi dışlamayın.....medeniyetten koparmayın...." Bu yorumu okuyunca aklıma müteveffa eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geldi. Beethoven'in 9. Senfonisi'ni dinleyen Süleyman Demirel'in, konserden sonra "İşte çağdaş Türkiye bu!" diye haykırdığı yazılmıştı. (  http://arsiv.sabah.com.tr/1997/04/02/y08.html  ) Demirel'in bu çıkışından yola çıkan bir sanat eleştirmeni ise şunu yazmıştı: "Çoksesli müzikle çağdaşlığın bağlantısını bilen devlet adamlarındandı." (  http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/demirel-in-hatirlattigi-29314368  ) Kon

İkigai

Resim
Hector Garcia ve Francesc Mirales tarafından kaleme alınan "IKIGAI Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı" isimli bir kitap var. Kitapta ikigai'nin -basitçe- "hep meşgul kalarak mutlu olma" olarak çevrilebileceği belirtildikten sonra,  -yukarıda görüntüsü bulunan Japonca yazı karakterlerinden bahisle- "yaşam", "adamdan sayılmak", "ilk olmak", "zarif" karşılıkları da veriliyor. Kitabı okudukça anlıyorsunuz ki ikigai kişiden kişiye değişiyor ve onu hayata bağlayan amacı, şeyi ifâde ediyor. Yazarlar, Japonya'nın Okinawa adasında yer alan ve uzun yaşayan insanların bulunduğu bir köye de giderek, bu insanların yaşama biçimlerini  ve beslenme alışkanlıklarını da incelemişler. Sıklıkla uzak doğu dinleri ve felsefelerine ait kimi mefhum ve uygulamaları da ele alan kitapta sağlıklı ve mutlu yaşamak için komprime bâzı ipuçları da veriliyor:  Şunlar öneriliyor: Hayata bağlanın. Emekli olmayın. Midenizin sadece

Cumhuriyet -ve demokrasi-

Resim
Yarın 29 Ekim. Türkiye Cumhuriyetinin Cumhuriyet Bayramı. Herkese kutlu olsun. Bu vesîle ile cumhuriyet hakkında bir iki kelâm etmek isterim. Cumhuriyet bir idâre şekli olup, en basit şekliyle devlet yöneticisinin verâset yoluyla -yâni babadan oğula ya da amcadan yeğene- geçmesi esâsına dayanır.   Devlete ve idâreye sâhip yöneticinin -ki monarktır- "yönetme ve başta kalma" hakkının kaynağı konusunda çeşitli kabûller olsa da, esas itibarıyla bu sâhiplik ilahî bir temele oturtulur ve monarkın, hâkimiyetin aslî sâhibi olan Tanrı adına bu yetkiye sâhip olduğu ve kullandığı da teorik olarak dile getirilir. Bu sebeple de monarkın " by the Grace of God of ..." ( tanrının inayetiyle ) monark olduğu, " zıllullah " ( Allah'ın gölgesi ) olduğu belirtilir. Bu anlayış -ya da kabûl- ister istemez asalet mefhumunu, asilleri, "mavi kan" saçmalığını yâni bâzı insanların doğuştan diğerlerinden üstün olduğu basitliğini doğurmaktadır. Bundan dolayı monarşi

Hayat insana neler gösterebilir ?

Leviathan'ı bilmeyen anayasa hukuku hocası, Altınoranı ve kilit taşını bilmeyen mimar, I. Millî Mimarlık akımını bilmeyen mimarlık doktora öğrencisi, Üslûbu olmayan mimarlık, Komplo ile komple kelîmelerinin farkını bilmeyen üst bürokrat, Avrupa Komisyonu'na görev tevdi eden yönetmelik hazırlayan hukukçu, Proteus vulgaris'i plâkta ayırt edemeyen mikrobiyoloji asistanı, Görev yaptığı câmideki levhanın hatalı yazısını farketmeyen din görevlisi, 20 liraya aldığını 125 liraya satan esnaf, Cumhuriyeti demokrasi ve kendisini "aydın" sanan okumuş, Kraliçesinin iç çamaşırını eldivenle tutan uzmana nâzire, bir pâdişahın el yazısıyla yazdığı dilekçesini eliyle tutan müze müdürü, Ebcede dinî bir veche vermeye çalışan din adamı, Yabancı lîsan puanı düşük diye hocayı doçent yapmayan sistem, Yobazlığın, bilmeden ve fikir sâhibi olmadan kötülemek olduğunu bilmeyen yobaz, Türkçenin ağız ve lehçelerini "yabancı" lîsan zanneden "çağdaş" insan, Kur

Nostalji

Nostalji kelîmesi için Büyük Türkçe Sözlük'de " Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik, gündedün " karşılığı veriliyor. Kaynaklarda kelîmenin kökünün eski Yunanca'daki nóstos (vatana dönme, sıla) ve  álgos ( acı ) kelîmelerinden geldiği belirtiliyor; dolayısıyla sıla hasreti, sıla hasretinden acı duyma hâlini anlatan bu iki kelîme Fransızca'da " nostalgie " olmuş ve Türkçe'ye bu okunuştan geçmiştir. Hemen hemen herkes geçmişe -az ya da çok- bir hasret duyar. Bu hasret, eski olanın iyi ve güzel oluşundan mı kaynaklanmaktadır acaba?  Yaşadığımız zamana göre geçmişte kalan olayları ve nesneleri vasıflandırırken, geçmiş mânâsında eski sıfatını kullanıyoruz. Dünya nüfusunun gittikçe arttığı, gittikçe daha çok, daha büyük, daha yüksek binalar yapıldığı, daha çok motorlu araç kullanılmaya başlandığı inkâr edilemez bir vakıadır; dolayısıyla nesnelerde bir karmaşıklaşma, çoğalma olması &q

Yobazlık ve yobaz

İlâhiyatcı ve hukukçu Yaşar Nuri Öztürk, ‘Kötülüklerin anası: Yobazlık’ başlıklı yazısında "Yobazlık, kişinin kendi düşünce ve kabulleri önünde herkesi ve her kuvveti boyun eğdirme tutkusunun kuduz bir hal alışıdır. Din adına sergilenebileceği gibi dinsizlik adına da sergilenir." der. ( http://www.hurriyet.com.tr/kotuluklerin-anasi-yobazlik-39022350 ) Oysa günümüzde yobazlık denilince akla ilk gelen "din" oluyor ki, bu kavramın doğrudan ve birinci elden dine bağlanması yanlış ve başlıbaşına bir yobazlık olsa gerek. Nitekim, "Türk" Dil Kurumu'nun sözlüğünde yobaz kelimesi için şu üç karşılık mevcut: 1. Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen (kimse): “Bu memleketi de dört buçuk yobaza bırakamayız.” -A. Gündüz. 2. mec. Bir düşünceye, bir inanca aşırı ölçüde bağlı olan (kimse). 3. hlk. Kaba saba, inceliksiz (kimse). Yobazlığı dine bağlayan kabulün birinci karşılık olarak verilmesi, aslında konuya önyargılı yakl

Cehâlet

Eskiler, cehâletin üç türünü târif etmişler: Cehl-i basit, cehl-i mürekkeb ve cehl-i mîkab. Bunlardan cehl-i basit, adından da anlaşılacağı üzere cehaletin en basit hâli olup, bir şeyi bilmeyenler  için kullanılır. İkinci tür cehl-i mürekkeb, iki derekeli bir cehaleti anlatır ve bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyenleri tavsif eder. Cehl-i mîkaba gelince; âdeta cehaletin üç boyutlu hâlini ifade eden bu târif bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen amma biliyorum zannedenler için kullanılır. Cehl-i basitten muztarip olan, bilmediği için susar ve hatta bilmediğini öğrenme isteği gösterebileceği için mâzur görülebilir. Cehl-i mürekkebin pençesindeki kişi, ceheletinden habersiz olduğu için öğrenmek de istemez ve cehâletin kalıcılığını sağlayarak zararını böylece ortaya koyar. Ya cehl-i mîkabın gayya kuyusuna düşen?! Câhili olduğu konuları biliyorum zanneden bu kişi türü, her bakımdan en büyük zararları verir. Gerçekten, cehl-i mürekkeb vebâsına yakalanmış kişi, bilmediklerin

Bu blogun ontolojik sebebi

Bâzı anlar vardır ki gördüklerinizi başkaları da görsün, duyduklarınızı başkaları da duysun, tattıklarınızı başkaları da tatsın istersiniz. Bilinmeyeni bildirmek, duyulmayanı duyurmak, tadılmayanı anlatmak için gördüklerinizin fotografını çeker, duyduklarınızı kaydeder, tattıklarınızı anlatırsınız. Kimi zaman da bunların hiçbirisini yapamaz, bir müddet sonra yapamadıklarınızın pişmanlığını duyarsınız. Hâfızanızdaki görüntüler silikleşir, duyduklarınız unutulur, tatlar silinir dilinizden. "Keşke"ler kaplar içinizi; bu keşkeleri en aza indirmenin yolu yazmak ve paylaşmaktır. Pek çok keşkem var, daha da çoğalmasın istiyorum. Bu sebeple "yaşadıkça görülen, duyulan ve tadılanları" yazmaya karar verdim. Eskilerin dediği gibi söz uçar yazı kalır. Gezdiğim yerleri, eski eserleri, duyduğum güzel şeyleri ve yanlışları, tattığım lezzetleri ve lezzetsizlikleri paylaşacağım burada. Umulur ki  yazdıklarım benim keşkelerimi azaltsın, başkalarına faydalı olsun.