Kayıtlar

Hep ötelerdeymişim meğer

Yaylı tanbur ile nihâvend bir taksim dinlerken, akşamüstü çınar yaprakları arasından gördüğüm lâciverd gökyüzü düştü aklıma gecenin bir vakti. Aklıma, içimin içime sığmadığı zamanlar düştü. Bir aryanın peşinde saatlerce koştuğum zamanlar. Ihlamurların baygın kokusuyla müzeyyen ilkyaz akşamları, Vav'ı bilmeden vav olduğum, elifi bilmeden elif olduğun anlar... Bilmeden şiir ummânına daldığım günler, Hicazkârkürdîyi bilmeden kürdilihicazkâra mest olduğum vakitler, Dünyamın majörlere emanet olduğu az umarlı yaşlarım, Ferahfezayı bilmeden geçen mevsimler, Kaçılabilecek mâveranın olduğunu zannettiğim yıllar. Hep ötelerdeymişim meğer bilmeden... Minörler varmış perdenin ardında. Şiirlerimde değilmiş boşluk elbisesi, hep üstümdeymiş. Elleri sızlatan soğuk ve yağmurlu havalarda aranan, avuçlarımdaymış. Hep hiçmiş ve hiç hep... Son dönemeçde elif vav'a tahvil oldu; Hakikatin kasem vav'ı oldu...

Meşhur Ankara Dönercisi

Ulus'ta, Çıkrıkçılar yokuşunun arka paralelinde yer alan Konya Sokak'dan Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne doğru çıkan yokuşun üzerinde, Konya Sokak ile Kardeşler sokağın köşesinde küçük bir lokanta Meşhur Ankara Dönercisi. Bütün dükkan hepi topu 25-30 metrekaredir. Birkaç sandalyeli masa ve duvar boyunca uzanan ve taburelere oturularak üzerinde yemek yenilen bir raf bütün müşteri mekânını oluşturuyor. Adından da anlaşılacağı üzere, esas olarak ve her gün döner kebap yapılan dükkanda, bâzı tencere yemekleri de bulunuyor. Her gün mercimek çorbası ve dönüşümlü olarak yapılan diğer yemekler. Bir gün ciğer, bir gün kavurma vs.. Salaş bir esnaf lokantası Meşhur Ankara Dönercisi. Zaman içinde esnaf hâricinde de müdavimleri oluşmaya başladı. Yemek yerken bunu farkediyorsunuz. Esnaf hâricindeki müşteriler artık çoğunluğu oluşturuyor denilebilir..Öyle ki, 2016 yılının kasım ayında eklediğim Meşhur Ankara Dönercisini gösteren fotoğrafa 2024 yılının ağustos ayına kadar 831 bin 677

Yıllar öncesinden esintiler - Köyümün karları

Ankara'da yatılı okuduğum yıllarda, yarıyıl tatillerinde köyüme giderdim. Köye yağan kar -Ankara'nın kirli-beyaz kar'ına inat- devasa bembeyaz yorganını örtmüş olurdu bütün köye. O zamanlar çok kar yağardı; öyle ki bir sabah uyanıp dışarı çıkmak için evin kapısını açtığımızda karşımızda sâdece kar görmüştük.  Gece boyu yağan kar, evimizin kuzey tarafını tamamen doldurmuştu ve babam bir kürekle karda bir tünel açmıştı da öyle çıkabilmiştik dışarıya. Göz alabildiğince beyaz bir örtüyle çevrelenmişti bütün köy. Bu dingin beyazlığın içinde patika hâlinde yollar, sobalardan çıkan yanmış atıklar ve ağaç gövdelerinin karartısı görülürdü sâdece. Pencereden, karlı tabiatın hiç sonu yokmuş gibi görünürdü ve ben bu sonsuzluk hissi içinde divana uzanırdım. Dışarıda zifiri sessizlik varken sobada yanan odunların çıtırtısını duymak ruhumu ısıtırdı. Sonra sobanın üzerindeki tencerelerden ve güğümden gelen hafif tıkırtı ve fokurtularla annemin sıcaklığı, babamın güveni birleşince hisset

Babaların ölümü

Şu an dar ve uzun pencereden bakınca, çınar yapraklarının ve çatıların kaplayamadığı kısımdan kapalı bir gökyüzü görüyorum, tıpkı "içim" gibi.. bu pencereden mâvi gökyüzünün "yavruağzının deliceliğinden lâciverdin sükûnuna kaçışını" seyreyledim kaç defa; oysa şimdi içimin aynası gibi âsuman.. Tesâdüfler.... birsürü tesâdüf.. İçimde kaçmak arzususu coşarken, yıllar öncesinden bir nefes hissediş.. tesâdüf.. mü acaba... bir ölüm haberinin ulağı bu mektubu bugün alışım tesâdüf mü? " Babam öldü " diyorsun mektubunda.. Çocuk, -bu "çocuk" hitâbını küçüklük mânâsında değil, şiirlerde geçen mânâda kullanıyorum, bunu bil, şunu da bil ki- babalar hiç ama hiç ölmez... ölmüyorlar.. 2002 yılının 17 Mart'ında babamı kaybetdim; "babam öldü" demiyorum, diyemiyorum.. o, çocuklarına " beni burada bekleyin " diyerek bir yerlere gitdi ve her an dönebilir; ama bir yıldan fazla oldu ve gelmedi, onun içündür ki "kaybetdim&quo

Çocukluk hatıralarımdan - Ebemkuşağı

Bir uzak köyünde Anadolunun, ‎ılık bahar yağmurları‎ndan sonra -ki genelde ikindileri yağard‎ı o köyde  yağmurlar- ebemku‏şağı kurulurdu semâya boydan boya… Bir korku, bir sevinç, bir heyecan, bir ihtişam, bir merak velhâsı‎l insan olmaya dair bütün hisler kaplardı‎ içimi nöbetle‏şe ve ayn‎ı anda. Korkard‎ım ona yaklaş‏mak düş‏üncesinden amma içimde bir "uzak diyar tutkunu" onun alt‎ından geçmeyi kurardı‎ hep o ikindi zamanları‎nda. Geçmeyi ve gitmeyi ve görmeyi ve bilmeyi.. İşte o anlarda içimde kurulurdu ebemku‏şakları; reng-a-renk olurdu ruhum, pembeler sarardı‎ heyecanı‎, mâviler korkuyu, yeş‏il gidiş‏i ve k‎ırmızı‎ biti‏şi. Ve hepsi birarada içimi anlat‎ırdı; ü‏şürdüm ve yanard‎ım ve ‎ıslan‎ırd‎ım ve çatlardı‎m kurulukdan ve korkard‎ım ve herş‏eyi silerdim ve ebemku‏şağı‎ olurdum bütün olmazlara inat… Ebemku‏şağı‎ olurdum... ömrü onun ömrü kadar.. Derdim ki "Hadi gel, kaç! Kaçal‎ım..." *** Yıllar geçdi.. o uzak köye ben de uzağım artık. Çocukluğumu

İsimsiz

Bambaşka bir sarı zambak Kelebekleri kıskandırırdı yürürken. Sanki yer çekimi yokmuş ya da tüymüş gibi süzülürdü bir yerden bir yere giderken ve toprak incinmezdi o üstüne basınca. Mâvi çivit mâvisi, yeşil nil yeşili, pembe şeker pembesi olur, yavruağzının yanakları allaşırdı onun için. Uzak iklimlerin masalları, akla üşüşmek için sıraya girerdi  onu görünce. O varsa, yavruağzı lâciverde kaçmazdı, gece olmasın diye. Ve ay çivilendirdi yerine yakamozlar mehtaptan mahrum ve öksüz kalmasınlar diye. Yaz ısıtır ama kış üşütmezdi  o varken ve ruh ilkyaz ikliminde saltanat sürerdi hep. Bakışları ne kadar delici ise bir o kadar da munis ve utangaç idi. Gölgeli bal renkli gözlerinde çokluk mâveranın buzu hüküm sürse de zaman zaman vuslatın ışığı çakardı. Has bahçeden çalınıp kırlara bırakılmış sarı bir zambak gibiydi; öylesine başka, öylesine mütenasip, öylesine vakur ve öylesine mütevazı.. Ehli olmayan anlayamazdı onun hasbahçenin çiçeği olduğunu ve o da belli etmez, belli etmek için hiç ça

Ah şu kelîmeler

Yıllar önce Dil ve Târih - Coğrafya Fakültesi'nde asistan olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Birkaç asistan aynı odayı paylaşıyorlardı. Asistanların saygılı hâllerinden önemli birisi olduğunu anladığım yaşça büyük, tok sesli bir beyefendi birşeyler anlatıyordu. Bir köşeye ilişip ben de dinlemeye başladım. Sonradan profesör Mustafa Kafalı olduğunu öğrendiğim hoca, lîsan (*) konusunda konuşuyordu. Kafalı hoca, lîsanları ihtiyaçların doğurduğundan bahisle örnekler vermişti; bâzılarını hâlâ hatırlarım. Evet, Ceneviz, Venedik gibi İtalyan şehir devletçiklerinin denizcilikle olan uğraşıları sebebiyle bugün bile pek çok denizcilik terimi İtalyanca idi. Arapların deveye ihtiyaçları sebebiyle Arpaça'da onlarca deve ile ilgili kelîme vardı. Keza Türklerin hayatında atın önemi sebebiyle Türkçe'de atla ilgili onlarca kelîme yok muydu? Evet, lîsanı ihtiyaçlar şekillendiriyordu. Lîsanlar, başka lîsanlardan kelîmeler alıyor, kelîmeler veriyordu. İngilizce'deki pek çok kelîme

Cehâlet

Eskiler, cehâletin üç türünü târif etmişler: Cehl-i basit, cehl-i mürekkeb ve cehl-i mîkab. Bunlardan cehl-i basit, adından da anlaşılacağı üzere cehaletin en basit hâli olup, bir şeyi bilmeyenler  için kullanılır. İkinci tür cehl-i mürekkeb, iki derekeli bir cehaleti anlatır ve bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyenleri tavsif eder. Cehl-i mîkaba gelince; âdeta cehaletin üç boyutlu hâlini ifade eden bu târif bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen amma biliyorum zannedenler için kullanılır. Cehl-i basitten muztarip olan, bilmediği için susar ve hatta bilmediğini öğrenme isteği gösterebileceği için mâzur görülebilir. Cehl-i mürekkebin pençesindeki kişi, ceheletinden habersiz olduğu için öğrenmek de istemez ve cehâletin kalıcılığını sağlayarak zararını böylece ortaya koyar. Ya cehl-i mîkabın gayya kuyusuna düşen?! Câhili olduğu konuları biliyorum zanneden bu kişi türü, her bakımdan en büyük zararları verir. Gerçekten, cehl-i mürekkeb vebâsına yakalanmış kişi, bilmediklerin

Çengelhan - Ankara

Resim
     Anadolu'dan geçen ticaret yolları üzerinde, kervanların emniyetle konaklayabilmeleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için pek çok kervansaray inşa olunduğu gibi, şehirlerde de ticarî faaliyete yönelik şehiriçi hanları inşa olunmuştur. Ankara ve çevresinin dericilik, tahıl ve üzüm üretimi yanında, Ankara keçisi tiftiğinden “ sof” üretim merkezi olması sebebiyle Ankara’da da pek çok şehiriçi hanı bulunmaktaydı.      Şu an Altındağ Belediyesi binasının bulunduğu Samanpazarı’ndan kaleye doğru çıkan Koyunpazarı Sokak civarında Pirinç Han, Safran Han, Ağazâde Han, Bâlâ Hanı, Rençber Hanı, Çukurhan, Çengelhan, Yenihan, Kurşunlu Han, Mahmut Paşa Bedesteni gibi onlarca han bulunduğu için bu bölge “hanlar bölgesi” olarak, Koyunpazarı Sokağının üst ucunda yer alan meydan ise At Pazarı olarak bilinmektedir. Çengelhan, At Pazarı denilen bu meydanın batı tarafında yer almaktadır. Çengelhan’ın ana kapısı üzerinde bulunan kitabesinde sülüs hat ile ve iki satırda dört kartuş içind

Türkçemiz

İlkokul yıllarında okuduğum Refik Halid Karay'ın "Eskici" isimli hikâyesini hiç unutmadım. Babası ve annesi öldüğü için İstanbul'dan Filistin'deki halasının yanına gönderilen beş yaşındaki Hasan'ın hikâyesidir bu. Yolculuğu boyunca Türkçe konuşanlar gittikçe azalır ve sonunda Türkçe konuşan hiç kimse kalmaz etrafında. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Gönderildiği yerde, Arapça'yı anlamaya başlasa da altı ay hiç konuşmaz Hasan; taa ki bir gün eve çağırılan seyyar bir ayakkabı tamircisini seyrederken, nerede olduğunu unutarak tamirciye Türkçe olarak " Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye soruncaya kadar. Sonrasında şunlar olur: Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı: "Türk çocuğu musun be?" &q

Hacıbenlioğlu Kebap - Isparta

Resim
Daha önce "Lokantalar ve yemekler" başlığı altında yemek konusundaki kendi fikirlerimi paylaşacağımı yazmıştım. Bir vesîle ile Isparta'ya gitmem gerekince, D.T.C.F. Sanat Tarihi Bölümü hocalarından Doç. Dr. Serkan Sunay'ın bir kaç yıl önceki tavsiyesi üzere, Oğuz Erkara'nın hazırladığı "100 Tarihi Lokanta" isimli kitapta, 1833 kuruluş yılıyla "Türkiyenin bilinen en eski lokantası" olarak belirtilen Hacıbenlioğlu Kebapçısına gitmeye karar verdim. Saat 15 gibi vardım lokantaya. İki katlı küçük bir binada Hacıbenlioğlu Kebapçısı. Meşhur kebabından sipariş ettim. Yukarıda belirttiğim Kitapta, "kebabın yanında mutlaka üzüm hoşafı veriliyor" denidiği için içecek siparişimi soran garsona "kebabın yanında üzüm hoşafı vermiyor musunuz?" diye sorunca, "Hayır, istek üzerine veriyoruz; zira bâzı müşteriler 'ben istemedim ki neden getirdiniz' diyorlar" dedi. Yaklaşık 5 dakika sonra kalaylı bir lenger içinde altta

Sonbahar

Resim
Bâzı şeyleri neden daha çok severiz? Bu soruya bulduğum cevap "daha çok sevdiklerimizin çocukluğumuza ait renkler, tadlar veya kokular taşımasından" oldu... Zira -pek çoğumuz için- çocukluk, neredeyse hiçbir derdimizin olmadığı mutluluk çağımızdır; benim için öyleydi. Sonbahar da böyle değil midir? Hadi çocukluğunuza ait sonbaharları düşünün. Yeşilden sarıya, sarıdan turuncuya, turuncudan kızıla, kızıldan kahverengiye doğru uçuşan renkleri, dökülen yaprakların havada uçuşmasını, olgunlaşmış meyvelerin imrendiren renklerini, baş döndüren kokularını..  Kendi çocukluğumun sonbaharlarını düşünüyorum da... Yemyeşil yaprakların usulcacık sarıya kaçışlarını.. Her sabah bahçemizin renginin farklılaşmasını.. Sarının kızıla tahvilini.. Yaprakların  dallarını terkedişlerini, havada uçuşmalarını, toprağa sarı-turuncu bir yorgan serişlerini.. Annemin, dökülen yaprakları süpürerek meydana getirdiği gazel yığınının üzerine kendimi bırakınca yumuşacık yapraklara gömülüşümü.

Lokantalar ve yemekler hakkında

Çok beğendiğim bir fincanım vardı. Kırılınca, yenisini alayım diye Paşabahçe'nin Atatürk Bulvarı'ndaki mağazasına gittim. Bulamadım. Mağazada gezerken, üzerinde yazılar olan fincan ve bardaklar dikkatimi çekti. "Lügat 365" etiketli bu fincan ve bardaklarda, ilginç bir yazı karakteri ile eski kelimeler yazıyordu; müşkülpesent gibi, şikemperver gibi. Bu ürün serisi ve kelimeleri hakkında bir başka yazı yazacağım, ama "şikemperver" kelimesi çok dikkatimi çekti. Sözlüklerde, boğazına düşkün, yemek yemeyi seven olarak belirtilse de, esasen kelime batılıların "gourmet" dedikleri, Türkçeye gurme olarak girmiş olan kelimenin karşılığıdır ki, bu da damak tadı gelişmiş, lezzete düşkün, velhâsıl ağzının tadını bilen demektir. Şikemperver kelimesinden ve yıllar önce yaşadığım bir olaydan yola çıkarak yemek konusunda bildiklerimi, yaşadıklarımı yazarak paylaşmaya karar verdim. Yıllar önce bir arkadaşım, " Kale'de bir dönerci var, harika döner keb

Ankara Hakkında Ne(ler) Biliyoruz?

Uzun yıllar orta kademe yöneticilik yaparak emekli olmuş bir tanıdığım, müzenin kültür hayatı için ne kadar önemli olduğundan bahsediyor, toplum olarak bu konudaki "duyarsızlığımızdan" dem vuruyordu. "Roma Hamamı'na gittin mi?" diye sordum bunun üzerine. Aldığım cevap şu oldu: "Ben hamama gitmeyi sevmiyorum." Hayatının en az 25 yılını Ankara'da yaşamış ve müzenin öneminden bahseden bu "emekli yönetici" Roma Hamamı'nı faal bir hamam olarak anlamıştı; ben de onun Roma Hamamı'na gitmediğini ve dahi "duymadığını".. Oysa, birkaç yılını Ankara'da geçiren her kişi Ankara'nın Ulus semtine yüz metre mesafedeki bu tarihî eser kalıntısının önünden en az birkaç defa geçmiştir. Yapıldığı dönemde bütün özellikleriyle bir hamam, "Roma hamamı" olan ve günümüzde  Roma Hamamı adıyla bilinen bu tarihî eser kalıntısı  aynı zamanda bir açık hava müzesidir. Diğer tarihî eser kalıntılarıyla birlikte, Ankara'nı

Bu blogun ontolojik sebebi

Bâzı anlar vardır ki gördüklerinizi başkaları da görsün, duyduklarınızı başkaları da duysun, tattıklarınızı başkaları da tatsın istersiniz. Bilinmeyeni bildirmek, duyulmayanı duyurmak, tadılmayanı anlatmak için gördüklerinizin fotografını çeker, duyduklarınızı kaydeder, tattıklarınızı anlatırsınız. Kimi zaman da bunların hiçbirisini yapamaz, bir müddet sonra yapamadıklarınızın pişmanlığını duyarsınız. Hâfızanızdaki görüntüler silikleşir, duyduklarınız unutulur, tatlar silinir dilinizden. "Keşke"ler kaplar içinizi; bu keşkeleri en aza indirmenin yolu yazmak ve paylaşmaktır. Pek çok keşkem var, daha da çoğalmasın istiyorum. Bu sebeple "yaşadıkça görülen, duyulan ve tadılanları" yazmaya karar verdim. Eskilerin dediği gibi söz uçar yazı kalır. Gezdiğim yerleri, eski eserleri, duyduğum güzel şeyleri ve yanlışları, tattığım lezzetleri ve lezzetsizlikleri paylaşacağım burada. Umulur ki  yazdıklarım benim keşkelerimi azaltsın, başkalarına faydalı olsun.