Kayıtlar

Ankara'da I. Millî Mimarî Üslûbundaki Eserler

Resim
Sıhhiye'den Ulus'a giderken ve Ulus'da gezerken, bâzı binalar muhakkak dikkatinizi çekmiştir: Ankara Radyosunun binası ile Numune Hastanesi binasının arasındaki Etnografya Müzesi binası ile -şimdiki- Resim ve Heykel Müzesi binası, Büyük Tiyatro'nun karşısındaki -şimdiki- Kültür ve Turizm Bakanlığı binası, Opera'dan Ulus meydanına doğru giderken sol köşe başındaki eski Osmanlı Bankası binası, 50 metre ilerideki Ziraat Bankası Binası, hemen karşısında yer alan ve eskiden Tekel binası iken şimdilerde Yunus Emre Vakfı'nı barındıran bina, biraz daha ileride Ulus'tan dışkapı yönüne giden Çankırı Caddesinin hemen sağ başındaki İş Bankası binası, Ulus meydanından batıya inen yolun hemen başında Birinci Meclis binası, yaklaşık 50 metre alt tarafta İkinci Meclis binası,  hemen karşısında Ankara Palas (Devlet Konukevi), Ankara Palas ile Osmanlı Bankası binasının arasında yer alan Evkaf Apartmanı bunlardan bâzılarıdır. Bu binaların her birisinin önünden geçerken muha...

Şapkalar

1) Başını usul usul dosyadan kaldırdı ve "Usul hatası var" dedi. 2) Kar satışı karlı bir iş. 3) Kadın balasını sordu, Bala'ya gitti dediler. Yukarıdaki üç cümleyi okuma şeklinize göre mânâsı değişecektir. Darbeci tâlimatıyla harflerde şapka kullanımı kaldırıldı ya, buyrun karmaşaya ve kargaşaya. Neden mi karmaşa? Türkçe, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir lîsandır demiyor muyuz! Efendim, Anadolu'da "usul" -diğer mahallî ve değişik kullanımları yanında- yaygın olarak "yavaş" mânâsında kullanılan bir kelîmedir. "Usulca gel" cümlesindeki gibi. Arapça'dan Türkçe'ye geçen "usûl" ise, yöntem, metod  mânâsındadır! 1 numaralı cümlede, kişi yavaş yavaş başını kaldırıyor ve  usûl hatası var diyor; eğer ikinci "usul"da şapka varsa elbette. 2 numaralı cümleyi şapkasız okursanız, her iki "kar" kelimesi de kışın yağan donmuş ve kristalize suyu ifâde edeceği için oldukça anlamsız olacaktır...

İkindiye methiye

Resim
Yağmurlar Şâir Bahaettin Karakoç'un " Hani beklenmedik yağmurlar vardır, Ansızın bastırıp çabucak giden. " mısralarında dediği gibi, henüz hayâl kurabildiğim zamanların erken yaz ikindilerinde yağmurlar yağardı ve o yağmurlar içimizde damla damla biriken yorgunluğu silerdi. Yağmurla berâber hayat dururdu ve bitişiyle yeniden başlardı yunmuş sokaklarda. Kenger ve keven gülmese de, Ankara'nın kirli havasında rengini kaybetmeye doğru giden yeşiller gülerdi yağmurdan sonra. İçimde bir yer ve isimlendiremediğim bir his de gülerdi... Salkım söğütler Ankara'ya baharın gelmekte olduğunu, Kurtuluş Parkı'ndaki sarı çiçeklerin açmasından anlardım. Patlarcasına hepbirden ve yapraklardan önce açardı. Bahar gelince de erken yazın habercisi salkım söğütler tomurcuklanmaya başlardı. Yeşili, mâsumiyetten başka bir kelîmeyle tavsifi mümkün olmayan salkım söğütlerin tâze yaprakları, ikindi güneşinin altın ışıkları altında havuzun suyuyla cilveleşir, gizli bir lîsanl...

"Osmanlı" mutfağı

     Son zamanlarda pek bir moda oldu "Osmanlı mutfağı" ya da yemekleri.. Yerli yersiz pek çok yiyecek Osmanlı ile özdeşleştirilmeye, ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Nitekim geçenlerde Murat Bardakçı "Osmanlı muftağı artık yoktur " serlevhalı bir yazı yazdı. Bu yazıda Bardakçı, tabelasında Osmanlı yemekleri yapıldığı belirtilen bir lokantada yediği "“Kanunî Sultan Süleyman Kebabı”nı da anlatıyor: "Ve, gele gele bol domates soslu, baharatlı, hafifçe yanmış ve meşinden de sert bir dana eti geldi! Kanunî’ye mâledilen böyle bir yemek hakkında orada birşeyler söyleyebilmek ne haddimize? “Kardeşim, saraya sığır cinsinden hiçbirşey girmezdi, sadece koyun yerlerdi” diyecek olsanız cahilliğinize hükmedecekler. Hele “Domates, Kolomb sonrası meyvedir, bizim buralara Amerika’nın keşfinden ikiyüz küsur sene sonra gelmiştir, dolayısı ile Kanunî hayatı boyunca domates yememiştir” gibisinden söz söylemeye kalksak meşinden bile sert dananın üzerine bir de temiz daya...

Lokanta müşterileri

Esas olarak iki tür lokanta müşterisi vardır: Yemek yedikleri yere önem verenler ve yediklerine önem verenler. Birinci gruptakiler için "ambiyans" herşeydir. Gösterişli bir mekân, gösterişli masa örtüleri, parlak çatal ve bıçaklar, origami sanatının bir örneği imişçesine tuhaf biçimlerde katlanmış peçeteler vs. vs. Çatal nerede, bıçak nerede, hangisi hangi elde tutulur, şu tuhaf geniş bıçak neyin nesidir, peçete nasıl kullanılır, etraftakiler nasıl, kim bana bakıyor gibi onlarca soru ve istihfamın altında ne yediğinizi bile farketmezsiniz. Farketseniz dahi, "kral çıplak" demek cesâret istediğinden tatsız tuzsuz yiyecekleri bile methetmek zorunda kalabilirsiniz. Hele bir de yemek fiyatı aklınıza düşerse, hiçbirşey anlamazsınız yediğinizden. Erbâbı olmadığınız bıçak kullanmak işkencesi demoklesin kılıcı gibi durur başınızda. Eh azıcık da mütedeyyin iseniz, "pırotokol"e ya da kamuoyu baskısına uyarak sol elinizdeki çatalla yediğiniz her lokmada bir gün...

Hep ötelerdeymişim meğer

Yaylı tanbur ile nihâvend bir taksim dinlerken, akşamüstü çınar yaprakları arasından gördüğüm lâciverd gökyüzü düştü aklıma gecenin bir vakti. Aklıma, içimin içime sığmadığı zamanlar düştü. Bir aryanın peşinde saatlerce koştuğum zamanlar. Ihlamurların baygın kokusuyla müzeyyen ilkyaz akşamları, Vav'ı bilmeden vav olduğum, elifi bilmeden elif olduğun anlar... Bilmeden şiir ummânına daldığım günler, Hicazkârkürdîyi bilmeden kürdilihicazkâra mest olduğum vakitler, Dünyamın majörlere emanet olduğu az umarlı yaşlarım, Ferahfezayı bilmeden geçen mevsimler, Kaçılabilecek mâveranın olduğunu zannettiğim yıllar. Hep ötelerdeymişim meğer bilmeden... Minörler varmış perdenin ardında. Şiirlerimde değilmiş boşluk elbisesi, hep üstümdeymiş. Elleri sızlatan soğuk ve yağmurlu havalarda aranan, avuçlarımdaymış. Hep hiçmiş ve hiç hep... Son dönemeçde elif vav'a tahvil oldu; Hakikatin kasem vav'ı oldu...

Meşhur Ankara Dönercisi

Ulus'ta, Çıkrıkçılar yokuşunun arka paralelinde yer alan Konya Sokak'dan Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne doğru çıkan yokuşun üzerinde, Konya Sokak ile Kardeşler sokağın köşesinde küçük bir lokanta Meşhur Ankara Dönercisi. Bütün dükkan hepi topu 25-30 metrekaredir. Birkaç sandalyeli masa ve duvar boyunca uzanan ve taburelere oturularak üzerinde yemek yenilen bir raf bütün müşteri mekânını oluşturuyor. Adından da anlaşılacağı üzere, esas olarak ve her gün döner kebap yapılan dükkanda, bâzı tencere yemekleri de bulunuyor. Her gün mercimek çorbası ve dönüşümlü olarak yapılan diğer yemekler. Bir gün ciğer, bir gün kavurma vs.. Salaş bir esnaf lokantası Meşhur Ankara Dönercisi. Zaman içinde esnaf hâricinde de müdavimleri oluşmaya başladı. Yemek yerken bunu farkediyorsunuz. Esnaf hâricindeki müşteriler artık çoğunluğu oluşturuyor denilebilir..Öyle ki, 2016 yılının kasım ayında eklediğim Meşhur Ankara Dönercisini gösteren fotoğrafa 2024 yılının ağustos ayına kadar 831 bin 677...

Yıllar öncesinden esintiler - Köyümün karları

Ankara'da yatılı okuduğum yıllarda, yarıyıl tatillerinde köyüme giderdim. Köye yağan kar -Ankara'nın kirli-beyaz kar'ına inat- devasa bembeyaz yorganını örtmüş olurdu bütün köye. O zamanlar çok kar yağardı; öyle ki bir sabah uyanıp dışarı çıkmak için evin kapısını açtığımızda karşımızda sâdece kar görmüştük.  Gece boyu yağan kar, evimizin kuzey tarafını tamamen doldurmuştu ve babam bir kürekle karda bir tünel açmıştı da öyle çıkabilmiştik dışarıya. Göz alabildiğince beyaz bir örtüyle çevrelenmişti bütün köy. Bu dingin beyazlığın içinde patika hâlinde yollar, sobalardan çıkan yanmış atıklar ve ağaç gövdelerinin karartısı görülürdü sâdece. Pencereden, karlı tabiatın hiç sonu yokmuş gibi görünürdü ve ben bu sonsuzluk hissi içinde divana uzanırdım. Dışarıda zifiri sessizlik varken sobada yanan odunların çıtırtısını duymak ruhumu ısıtırdı. Sonra sobanın üzerindeki tencerelerden ve güğümden gelen hafif tıkırtı ve fokurtularla annemin sıcaklığı, babamın güveni birleşince hisset...

Babaların ölümü

Şu an dar ve uzun pencereden bakınca, çınar yapraklarının ve çatıların kaplayamadığı kısımdan kapalı bir gökyüzü görüyorum, tıpkı "içim" gibi.. bu pencereden mâvi gökyüzünün "yavruağzının deliceliğinden lâciverdin sükûnuna kaçışını" seyreyledim kaç defa; oysa şimdi içimin aynası gibi âsuman.. Tesâdüfler.... birsürü tesâdüf.. İçimde kaçmak arzususu coşarken, yıllar öncesinden bir nefes hissediş.. tesâdüf.. mü acaba... bir ölüm haberinin ulağı bu mektubu bugün alışım tesâdüf mü? " Babam öldü " diyorsun mektubunda.. Çocuk, -bu "çocuk" hitâbını küçüklük mânâsında değil, şiirlerde geçen mânâda kullanıyorum, bunu bil, şunu da bil ki- babalar hiç ama hiç ölmez... ölmüyorlar.. 2002 yılının 17 Mart'ında babamı kaybetdim; "babam öldü" demiyorum, diyemiyorum.. o, çocuklarına " beni burada bekleyin " diyerek bir yerlere gitdi ve her an dönebilir; ama bir yıldan fazla oldu ve gelmedi, onun içündür ki "kaybetdim...

Ebemkuşağı - Çocukluk hâtıralarımdan

Bir uzak köyünde Anadolunun, ‎ılık bahar yağmurları‎ndan sonra -ki genelde ikindileri yağard‎ı o köyde  yağmurlar- ebemku‏şağı kurulurdu semâya boydan boya… Bir korku, bir sevinç, bir heyecan, bir ihtişam, bir merak velhâsı‎l insan olmaya dair bütün hisler kaplardı‎ içimi nöbetle‏şe ve ayn‎ı anda. Korkard‎ım ona yaklaş‏mak düş‏üncesinden amma içimde bir "uzak diyar tutkunu" onun alt‎ından geçmeyi kurardı‎ hep o ikindi zamanları‎nda. Geçmeyi ve gitmeyi ve görmeyi ve bilmeyi.. İşte o anlarda içimde kurulurdu ebemku‏şakları; reng-a-renk olurdu ruhum, pembeler sarardı‎ heyecanı‎, mâviler korkuyu, yeş‏il gidiş‏i ve k‎ırmızı‎ biti‏şi. Ve hepsi birarada içimi anlat‎ırdı; ü‏şürdüm ve yanard‎ım ve ‎ıslan‎ırd‎ım ve çatlardı‎m kurulukdan ve korkard‎ım ve herş‏eyi silerdim ve ebemku‏şağı‎ olurdum bütün olmazlara inat… Ebemku‏şağı‎ olurdum... ömrü onun ömrü kadar.. Derdim ki "Hadi gel, kaç! Kaçal‎ım..." *** Yıllar geçdi.. o uzak köye ben de uzağım artık. Çocukluğumu...

İsimsiz

Bambaşka bir sarı zambak Kelebekleri kıskandırırdı yürürken. Sanki yer çekimi yokmuş ya da tüymüş gibi süzülürdü bir yerden bir yere giderken ve toprak incinmezdi o üstüne basınca. Mâvi çivit mâvisi, yeşil nil yeşili, pembe şeker pembesi olur, yavruağzının yanakları allaşırdı onun için. Uzak iklimlerin masalları, akla üşüşmek için sıraya girerdi  onu görünce. O varsa, yavruağzı lâciverde kaçmazdı, gece olmasın diye. Ve ay çivilendirdi yerine yakamozlar mehtaptan mahrum ve öksüz kalmasınlar diye. Yaz ısıtır ama kış üşütmezdi  o varken ve ruh ilkyaz ikliminde saltanat sürerdi hep. Bakışları ne kadar delici ise bir o kadar da munis ve utangaç idi. Gölgeli bal renkli gözlerinde çokluk mâveranın buzu hüküm sürse de zaman zaman vuslatın ışığı çakardı. Has bahçeden çalınıp kırlara bırakılmış sarı bir zambak gibiydi; öylesine başka, öylesine mütenasip, öylesine vakur ve öylesine mütevazı.. Ehli olmayan anlayamazdı onun hasbahçenin çiçeği olduğunu ve o da belli etmez, belli etmek iç...

Ah şu kelîmeler

Yıllar önce Dil ve Târih - Coğrafya Fakültesi'nde asistan olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Birkaç asistan aynı odayı paylaşıyorlardı. Asistanların saygılı hâllerinden önemli birisi olduğunu anladığım yaşça büyük, tok sesli bir beyefendi birşeyler anlatıyordu. Bir köşeye ilişip ben de dinlemeye başladım. Sonradan profesör Mustafa Kafalı olduğunu öğrendiğim hoca, lîsan (*) konusunda konuşuyordu. Kafalı hoca, lîsanları ihtiyaçların doğurduğundan bahisle örnekler vermişti; bâzılarını hâlâ hatırlarım. Evet, Ceneviz, Venedik gibi İtalyan şehir devletçiklerinin denizcilikle olan uğraşıları sebebiyle bugün bile pek çok denizcilik terimi İtalyanca idi. Arapların deveye ihtiyaçları sebebiyle Arpaça'da onlarca deve ile ilgili kelîme vardı. Keza Türklerin hayatında atın önemi sebebiyle Türkçe'de atla ilgili onlarca kelîme yok muydu? Evet, lîsanı ihtiyaçlar şekillendiriyordu. Lîsanlar, başka lîsanlardan kelîmeler alıyor, kelîmeler veriyordu. İngilizce'deki pek çok kelîme...

Cehâlet

Eskiler, cehâletin üç türünü târif etmişler: Cehl-i basit, cehl-i mürekkeb ve cehl-i mîkab. Bunlardan cehl-i basit, adından da anlaşılacağı üzere cehaletin en basit hâli olup, bir şeyi bilmeyenler  için kullanılır. İkinci tür cehl-i mürekkeb, iki derekeli bir cehaleti anlatır ve bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyenleri tavsif eder. Cehl-i mîkaba gelince; âdeta cehaletin üç boyutlu hâlini ifade eden bu târif bir şeyi bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen amma biliyorum zannedenler için kullanılır. Cehl-i basitten muztarip olan, bilmediği için susar ve hatta bilmediğini öğrenme isteği gösterebileceği için mâzur görülebilir. Cehl-i mürekkebin pençesindeki kişi, ceheletinden habersiz olduğu için öğrenmek de istemez ve cehâletin kalıcılığını sağlayarak zararını böylece ortaya koyar. Ya cehl-i mîkabın gayya kuyusuna düşen?! Câhili olduğu konuları biliyorum zanneden bu kişi türü, her bakımdan en büyük zararları verir. Gerçekten, cehl-i mürekkeb vebâsına yakalanmış kişi, bilmedikl...

Çengelhan - Ankara

Resim
NOT: Bu Yazıda ve diğer yazılarımda geçen tâbir ve jargon için " Sanat Târihi ile İlgili Lügatçe " başlıklı yazıma bakabilirsiniz.      Anadolu'dan geçen ticaret yolları üzerinde, kervanların emniyetle konaklayabilmeleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için pek çok kervansaray inşa olunduğu gibi, şehirlerde de ticarî faaliyete yönelik şehiriçi hanları inşa olunmuştur. Ankara ve çevresinin dericilik, tahıl ve üzüm üretimi yanında, Ankara keçisi tiftiğinden “ sof” üretim merkezi olması sebebiyle Ankara’da da pek çok şehiriçi hanı bulunmaktaydı.      Şu an Altındağ Belediyesi binasının bulunduğu Samanpazarı’ndan kaleye doğru çıkan Koyunpazarı Sokak civarında Pirinç Han, Safran Han, Ağazâde Han, Bâlâ Hanı, Rençber Hanı, Çukurhan, Çengelhan, Yenihan, Kurşunlu Han, Mahmut Paşa Bedesteni gibi onlarca han bulunduğu için bu bölge “hanlar bölgesi” olarak, Koyunpazarı Sokağının üst ucunda yer alan meydan ise At Pazarı olarak bilinmektedir. Çengelhan, At P...

Türkçemiz

İlkokul yıllarında okuduğum Refik Halid Karay'ın "Eskici" isimli hikâyesini hiç unutmadım. Babası ve annesi öldüğü için İstanbul'dan Filistin'deki halasının yanına gönderilen beş yaşındaki Hasan'ın hikâyesidir bu. Yolculuğu boyunca Türkçe konuşanlar gittikçe azalır ve sonunda Türkçe konuşan hiç kimse kalmaz etrafında. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Gönderildiği yerde, Arapça'yı anlamaya başlasa da altı ay hiç konuşmaz Hasan; taa ki bir gün eve çağırılan seyyar bir ayakkabı tamircisini seyrederken, nerede olduğunu unutarak tamirciye Türkçe olarak " Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye soruncaya kadar. Sonrasında şunlar olur: Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı: "Türk çocuğu musun be?" ...